
Modernizim akılcılık olduğu, öyle tanımlandığı için, post-modernizmi “akıl-dışıcılık” biçiminde tanımlayabiliriz. “Akıl”ı tek sorgulayan post-modernizm değil elbette. Din-ler de “akıl”la hesaplaşmak istedi, istiyor, istemeyi sürdürüyor. Öteden beri. Din-ler “akıl”ın yerine, K büyük harfle, Kitab’ı koymayı arzuluyor...
Öte yandan “akıllıların” çaptan düştüğü, küme düştüğü, zavallılaştığı, buharlaştığı, “çukurlaştığı” yerlerde ve zaman dilimlerinde “akıldışılık” tercih edilir. Hatta tercih de edilmelidir. “Akıllıların yaptıkları bunlarsa ben akılsızca bir şey yapayım” diyerek. Mutlaka.
O tür zamanlarda ve öyle yerlerde, akıl dışı davranan birine veya birilerine, yani “deliye” veya delilere hepimizin, herkesin ihtiyacı olacaktır. Eminim. Madem ki bu binbir haksızlığı, bu adaletsizliği, bu karanlığı, bu yasakları ”akıllılar” düzenlediler, başımıza bela ettiler, bize bir veya birkaç deli lazım : Bütün bunları ortadan kaldırsın(lar). Yerine daha adil, daha dengeli ve daha özgür bir düzen getirsin(ler) diye.
Bugün “işbilir”lere, “ihale götürenlere”, televizyon “yıldız”larına, yarı-ajan yarı-gazeteci garip tiplere ve daha sayfalar dolusu bu tür adamlara ve benzerlerine “akıllı” deniyorsa biz “deli” olalım. Tamam mı ? Tamam.
Bize hatta daha çok “deli” gerek. Bekliyoruz.
Neyzen Tevfik’ten işte tam da burada söz etmek gerekiyor. Ona “deli” denilmesinden de. Evet 1930’ların İstanbul’unda Neyzen’in Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde özel odası vardı. Sadece onun değil. Ressam Fikret Mualla’nın da. Ve 1930’ların İstanbul’unda adı geçen hastane en birinci tartışma mekânlarından biri olma onurunu bunun için taşıyordu. Neyzen Tevfik’i bir de bu gözle okumalı.
Delilik kural dışılıktır. Kuraldışı olmak sağlık için elverişlidir.
Post-modernizm yanlılarının bir kısmı, toplumların modernizmden post-modernizme (sözlük anlamı modernizm-sonrası demek) geçmesi gerektiğini, hatta şu an post-modernist bir “aşamada”/”anda” yaşadığımızı iddia ediyor. Hurafeye hayır! Post-modernist yaklaşıma böyle bir konumlama haksızlık olur. Bir anda, bir kentte, bir toplumda, bir ülkede hem modernizm, hem post-modernizm bir arada yaşayabilir. Ayrıca post-modernizmin ille bütün bir toplumu, bir ülkeyi sarıp sarmalama derdi de yoktur. Akımlar, felsefi veya başka tür akımlar bir toplumu, bir dönemi, bir ülkeyi bıçakla keser gibi kesip yeni bir dönemi yeni bir modayı başlatamazlar, başlatamadılar. İhtilallerden sonra bile.
Burada Ergani’deki çocukluk mahallemin delisi “Kaşmer” Rıza aklıma geliyor. Aklı-ma geliyor. (Yinelemede hata yoktur.) Bütün mahalle halkı Rıza'nın söyleyip, yaptıklarına saygılıydık. Rıza ne zorlandı, ne bir hastaneye kapatıldı. Özgürce dolaşıp, istediklerini özgürce söyledi, özgürce anlattı. Kimi kez bağıra çağıra. İstediklerini eleştirdi. Kimini küfürledi. Rıza’nın söyleyip yaptıkları uygundur, yerindedir diyorum. Çünkü öylesi bir “deliye” o gün orada ihtiyacımız vardı. Ve buraya yazıyorum : Dikkat dikkat, post-modern bir durumla karşı karşıyasınız. Ama Rıza'nın buna hiç ihtiyacı yok(tu). Ve “deli-rmek” için post-modernlerin varolduğunu bilmesi de şart değildi. Umurunda da değildi.
Ama kimi filozof bu tür konu, konum, tavır, davranış, söyleyiş ve yapışa yeni bir ad verdilerse, bu, tamamıyla onların bileceği bir iştir.
Post-modern, geçici, ömrü kısa olandır diyorlar. Bir an yanıp sönendir. Olsun. Bitirim bir “Roman” (herkeslerin Çingene dediği) kız çocuğunun yarattığı ve ancak birkaç saniye süren dans figürüne post-modern damgası vurulacak. Onun umurunda değil. Gidip POMODEP (Bunu ben uyduruyorum : Post-Modern-Ehliyet-Bürosu !) makamlarından berat, ehliyet vesaire isteyecek hali yoktur. “Roman” kızı o figürü anadan-kıza sürdürüyor. Yüzyıllardır. Bu işe filozofun damgasını vurmasından çooook öncesinden bu yana...
Yarın sabah “mavi saat”te bekliyorum. Bu yazı burada biter. “Üstü kalsın”.