|
|
Uykuda SevmekKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 29 Mayıs 2021 01:24:46 Ben Allah’a inanmayanlardan çok, inandığını söyleyenler arasından kendini bilmeyenlerden korkarım. "Kendini bilen Rabbini bilir." demişler. Kendini tanımayan, kendindeki Rabbi nasıl tanısın? Üstelik kendini bilmeyen inananlar, sırf inandıkları için doğru yolda olduklarını zannederler. Ne tehlikelidir o zan. Ne tehlikelidir bildiğini sanmanın kibri. Doğru bildikleri ile kendine ve başkasına verdiği zararı göremeyenler, görmek istemeyenlerdir onlar. İşte içimizdeki şeytan.
Hem nefsimizde pusudadır, hem başka nefislerde. Halbuki ayeti bile var, doğru yolun üzerinde pusu kurulur ancak. O yüzden şeytanımız sağdan yaklaşır. Uyanık değilsen, yani davranışların, düşüncelerin otomatik pilotta ise sorgulama da olmaz. Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez, demiş Sokrates. "Neden verdim bu tepkiyi?", "Ne düşündüm de böyle davrandım?", "Bunu düşünmek ne hissettirdi ve neden öyle hissettirdi?", "Düşünme biçimimi belirleyen ne?", "Her şey benim anladığım gibi mi, benim bildiğim kadar mı?" gibi, gerek duygu ve düşüncelerimizin kaynağını, gerek dünyayı anlamak için sorgulamadan yaşayanlar, kendi programladıkları rüyaları görerek uyuyorlar. Mevlana'nın da dediği gibi, "Ayık olmayan kişinin her söylediği söz — dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın — yaraşır söz değildir." Sorular çoğaltılabilir. Cevaplar kesin olmasa veya bir sorunun tek bir cevabı olmasa bile, bu sorgulama ve düşünme gayreti hayata bambaşka bir bakış ve anlam kazandırır. Gençliğimde yazdığım defterlerde kullanmayı seçtiğim ilk imzam soru işareti idi. Sorular cevabı bulmaktan daha önemliydi. Bir cevap bir sorunun işini bitiriyor, önünü kesiyor, sınırlandırıyordu. Soru, düşünmeye devam etmek demekti. Tek bir kavrayışa tutunup gerçeği kaçırma tehlikesine düşmemek. Belki de bu yüzden belli bir isim (ad ya da soyad gibi) kullanmaya özenip, onunla övünmedim varlık göstermek için. Kimlik olarak bir isim kullanmak bile bir şeyi sınırlamak demekti o zamanki aklıma göre. Neden sorularla yoralım o güzel kafalarımızı? Evet , insan eski uykularına dönmek istiyor, bildiği en tatlı kaçışlarına. Çünkü orada tanıdık bir rahatlık var. "Huzurum kaçmasın, rahatım bozulmasın" diye nelere katlanıyor insan. Düşünmek de düşündüren ile mesai geçirmek de istemiyor, keyfe keder yaşama yolcuları. Yanılsa da, yanlış yolda olsa da kolay olan cazip geliyor. Bu cazibenin temelinde sadece alışkanlıklar değil, korkular da var. Bilinmezliğe ve canının bildiğin yerden yanmasının dışındaki acılara dair korkuların. Aslında, rahatsız yastıktan da olmamak için, tutulmuş boyunla gezip, sözde erdemliler gibi fazla şeye tamah etmiyorum pozların. On sekiz yaşımdayken on üç yaşında Heybet isimli bir kızla tanışmıştım. Parası olanın turist olarak gitmek istemeyeceği bir yerde yaşıyordu. Anladığım kadarıyla en büyük cesaret örneği, evinin bulunduğu bahçeyi çeviren duvarların dışından tur atmaktı. Şarkıda adı geçen Ünzile misali. Bana bunu öyle bir heyecanla teklif etmişti ki, başta ne demek istediğini anlamadığımı sandım. Daha büyük cesaret isteyen işlere yanaşmamasının nedeni, büyüklerinin bildiğini iddia ettiklerine inanmasıydı. Anne babası, öğretmeni ne anlattıysa hiçbir süzgeçten geçirmeden kabul etmiş ve hepsinin dinlerinin emri olduğuna inandırılmıştı. Belki de o coğrafyada birçok yetişkinin doğru kabul ettiği, aslında bilgi olmayan bu inanışlar çerçevesinde, yaptığını düşündüğü tüm yanlışlar için derin bir suçluluk içindeydi. En başta kalbindeki istekler ve dünyaya olan ilgi ve merakı konusunda. Ona, anne babasının da yanlış yapabileceğini, yanlış bilebileceğini düşündüğü zamanlarda, dedikleri gibi saçlarından tutuşturup yavaş yavaş yakacak bir Tanrı’ya inanmadığımı söylediğimde, öyle bir baktı ki kendimden utandım. Acaba kaçışlarını yıkmakla kalbini de yıkıyor muyum, diye. Soru sormakla, anlamak istemekle hata yapmış olmadığını ve bunun için dayak yemeyi hak etmediğini anlatmaya çalıştığımda, onun sorularını kaldıramayacak ya da cevap aramasına yardım edemeyecek yetişkinlerle yaşadığını düşünemeyecek yaştaydım ben de. O yüzden biraz sınırları zorladığımı, amacına hizmet etmeyen öğütler verdiğimi kabul etmem için, benim de bizi saran koşulların gerçekliğini anlayacak yaşa gelmem gerekti. En fazla öteki tarafına geçebildiği o duvarların sınır teşkil ettiği mahallerde yaşamak için de, o duvarları aşıp gitmek için de bazı şeyleri öğrenmesi gerekiyordu. Bu öğrenme sadece birinin anlatmasıyla olsaydı, tüm okuduklarımız hücrelerimize iner, adeta programlardı bizleri. Veya değişim yaratmaya sadece tecrübe edinmek yetseydi, onca mükerrer yaşantı, içinden bir türlü çıkamadığımız döngüleri kırmaz mıydı? Belki de o güzel kafaları yorma gerekliliği burada kendini gösteriyordur. Madem bir akla sahibiz, çalıştırıp, doğru kullanıp çok boyutlu görmenin ve anlamaya çalışmanın mecburiyeti içindeyiz. O aklı başka türlü kullanmanın yollarını araştırmalıyız. Ne hazıra konduklarımızla ne doğrudan tecrübe ettiklerimizle aradığımızı bulmaya yetecek bilgiyi elde edebiliyoruz. Aradığımız, öncelikle sorularımızda, bu sorulara yanıt ararken kullandığımız yöntemlerde, bulduğumuz yanıtlarda bir ölçüde tatmin olduğumuz düşünsel gelişme. Bu düşünsel gelişme, ancak aklın tüm imkanlarını kullanarak, düşünme sürecinde farklılaşmak ile mümkün. Daha sonra eylemlerimize ve davranış alışkanlıklarımıza yansıyarak hayata geçiyor. Tabi kendi küçük, verimsiz, sevimsiz ve sevgisiz dünyalarımızda uyurgezer gibi dolana dolana ömür bitirmek istemiyorsak. Bu satırları yazarken kendime bile ilginç geldi, aklı kullanarak sevebilmenin imkanı. Çünkü eksik akıl doğru da sevemiyor. Aşkı doğru anlasaydık, kalbin içine bir taraftan girmiş bir taraftan çıkmış ok sembolü ile mi anlatırdık? Seven kalp yara mı almalı? Sevginin ne olduğunu düşünmeden yaşamamız değil midir, yapıcı olmak yerine yıkıcı olmamızın nedeni? Bu yanlış düşünme biçimlerimizden değil midir, "ya benimsin ya kara toprağın" anlayışını sadakat sanmalarımız? Gerçekten sevdiğimiz için mi bu zorbalıklarımız, hoyratlıklarımız, birbirimize yaptıklarımız? Sağına selam verip soluna döner dönmez dedikodu yapanlar... Azıcık bilgisi ile konferans vermeye soyunanlar... Devşirme tuğlayla şato yapmaya özenenler...Had, hudut bilmeden başkasının işine, hayatına el, kol, dil uzatanlar... Ne ilginçtir ki herkes bunları birini ya da bir şeyi sevdiği için veya severek yaptığını iddia ediyor! Ben artık en çok kendini sorgulamadan samimi olduğunu iddia edenlerden korkuyorum... "Yalandan korkarım diyerek" yalan söyleyenlerden... Her türlü kötülüğü başkasında görenlerden... Ve tabii kendimizi bilmezken samimi olacağım diye nafile lakırdı etmekten... O yüzden susarsam ne olur dostlar küfürden saymasın. "Örtüleri kaldırınca hakkıyla sevebilir miyiz?" anlama niyetimden bilsin. Çünkü anlamadan konuşmam gerekirse, ne söylemeliyim gerçekten bilmediğim ve bilir gibi rol yapmaktan imtina ettiğim bir zamandayım. Ve ağızlarından çıkanların ne kadarı dinlenmeye değer tartmadan konuşanların yorgunuyum. Ustalarımdan birinin de dediği gibi: Beden buluğa erdiğinde eşini, akıl buluğa erdiğinde aslını ararmış. Akıllarımız aslını arayacak kemale doğru yol alsın da eş dost ile oralarda buluşalım inşallah...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|