Seneler öncesinde bir şirkette çalışmaya ilk başladığım dönemde, bazı laboratuvar cihazları pazarlamaya çalışıyorduk. Ancak o tarihte piyasaya hakim olan bir marka vardı ve biz bu markaya karşı rekabet etmeyi pek başaramıyorduk. Ne yapsak ne etsek mümkün olmuyordu. Teknik olarak her iki sistemi karşılaştırıyorduk. Bizim sunduğumuz sistem hem daha üstün ayrıca daha ucuz idi. Son kullanıcı ile görüştüğümüzde, açık ara teknik olarak daha üstün bir sistemi kullanmak istediklerini dile getirmekte, ancak konu ihale aşamasına gelince yine tökezlemekteydik.
Bu engeli aşmak için neler yapmamız gerektiği üzerinde çok düşünmüştüm. Sonra, rakibi normal koşullarda yenemeyeceğimi anladım. Ben de normal olamayan yollara başvurmayı düşündüm. Belki, dedim, benim bilmediğim bir konu var bunun içinde, onu bulmak için son kullanıcı ile yakın temas sağlamayı denedim.
Bunu dostluk zeminine oturtmak için teknik şartnameyi yazanla bir öğlen yemeğe çıkmayı planladım. Teklifime hayır demedi. Çok güzel bir lokantada baş başa yemeğe gittik. Yemek boyunca bizim sistemlerin teknik olarak üstünlüğü konusunu hiç açmadım. İşi akışına bıraktım. Ama konuyu açmamak için içim içimi yemekte idi. Bir başka öğlen yemeğine hayır demeyeceğini düşünerek konuyu, ikinci bir yemeğe tehir ettim. Zaman içinde bir fırsat kollayarak ikinci bir öğlen yemeğine davet ettim. Onu da kabul etti. Tamam dedim kendime, bu yemekte konuyu mutlaka açmam gerekliydi. Nitekim yine bir öğle yemeğine Ankara’nın ücra bir durağı olan, o zamanın Merkez Lokantasına, kuzu haşlama yemeğe gittik. Gözden ırak baş başa konuşabileceğimiz bir yerdi.
Merkez Lokantası zamanında Atatürk’ün sıklıkla gittiği bir lokantaydı. Buranın birkaç yemeği çok meşhurdu. Külbastı, patlıcan salatası, kuzu kapama ve yoğurt bazlı mezelerle, bilhassa mercimek çorbası en fazla aranan yemeklerdi. Girişin hemen sağındaki divan ve oval masa Atatürk’ün köşesi olarak bilinirdi. Bu köşede, bazı akşamlar, Ata rahmetlik önemli konularda danışacağı kişileri buraya toplar, akşam yemeğinde tartışırlarmış. Şimdi ise bu mekan Diyarbakırlı Kaşıbeyaz’a verilmiş, Atatürk’ün köşesi ve resmi ortadan kaldırılmış.
Konuğumla şehirden uzak Merkez lokantasında, asude bir ortamda öğlen yemeği yerken, kullanmakta olduğu sistemlere konuyu getirip, bizim sunduğumuz seçeneğin kendilerine avantaj sağlayacağı konusunda ikna etmeye çalıştım. Ayrıca ‘Rakip firmanın sağladığı başka avantajlar varsa, özelde olabilir, biz de hazırız.’ diye bir cümle sarf ettim. Gözlerindeki pırıltıları görür gibi oldum.‘Teknik şartname gibi bir hazırlık yapabilir misin?’ diye sorduğunda içimin yağları erimişti. Çünkü o hazırlığı yapıp gelmiştim. Hemen çıkarıp önüne koydum. Tamam, dedim kendime, bu maya tuttu. Çok önemli bir aşamayı geçmiş olmuştum.
Her şeyin bir bedeli olduğunu bilen bir insandım. Kimin söylediğini bilmiyorum, ama herkesin bir fiyatı vardır, bedelini ödersen, neticeye ulaşırsın, diye duyduğumu hatırlıyorum. Ben de bu bedeli ödemeye hazırdım. Bedeli öğrenmek için sorumu, bir sonraki yemeğe sakladım.
Bu konu, bir bedele bağlanmıştı ve işin bitişinde nakit olarak verecektim. Teknik şartname bir sonraki ihalede değişmişti. Bize de şans verilmişti. İhaleyi almıştık. Sistemleri teslim ettikten sonra, kişiye gereğini tediye etmiştim. Hoş, biz maliyetin üzerine bir miktar onun için koymuş, işi öyle almıştık. Ortada alan memnun veren memnun ancak rakip mutsuzdu. Çünkü düzen rakip adına bozulmuş, bizim adımıza oturmuştu.
Bu kanımca, Türkiye’de ticari ahlakın ne kadar gevşek olduğunu göstermekte. Bir üniversitede bir profesöre unvan verilmekte, binlerce lira maaş ödenmekte, uluslararası yayınlarda onların araştırmaları ile övünmekteyiz. Ancak, araştırma yapmak için ihtiyacı olan malzemeleri almak için, satın alma sisteminde çalışanlara yetki verilmekte. Bu ne kadar çarpık bir mantık, bunu anlamakta aciz kalmaktayım.
Geçtiğimiz günlerde ülkemizin Ticaret Bakanlığı’nın başına gelen, 1958 doğumlu hükümet yetkilisi, aynı zamanda dezenfektan üreten bir tesisin ortağı imiş. Ortağı olduğu şirketin üretim konusu dezenfektan malzemesinden, Ticaret Bakanlığı’na yüklü miktarda alım yapıldığı ortaya çıkınca, Saray tarafından görevden alındı. Bu yolsuzlukta bir husus cevapsız kalmakta, piyasaya 100.00 T.L.’den verilen malın, Ticaret Bakanlığına 175.00 T.L. sına verilmesindeki farkın nereye tahsis edildiği merakı, insanları düşünmeye zorlamakta, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.