Saat yediotuz. Uyanıyorum. İlk iş pencereyi açıyorum, gepgeniş. Taklacı bir güvercin bir, iki, üç takla atıyor, erik ağaçlarımdan en büyük olanının en tepesine yumuşak iniş yapıyor. Gün-aydın! Koskocaman, pırıl pırıl, samansarısı bir güneş odama yuvarlanıyor. Isıtıyor. Tebessüm ediyor. Bir, iki, derken o da üç takla atıyor ve köşesine çekiliyor. Gün-eş ısıtıyor.
Kışın, o berbat ve tek tek hepimizi ve birlikte bütünümüzü iliklerimize kadar üşüten, o hain ve soğuk, soğuk ve yüzsüz (kapıdan kovuyorsun pencereden giriyor, pencereden kovuyorsun bacadan iniveriyor, bir türlü çekip gitmeyi bilmeyen cinsinden, pes !) kışın perperişan ettiği kemiklerimiz ısınıyor. Damarlarımızda hayatın civası devinime girişiyor. Girişiyor. Girişiyor. Girişiyor.
Geçen gün bahar da böyle gelivermişti. Aniden. Birdenbire.
Akan zamanın akışından habersiz balkonda oturuyordum ve öğleden sonrasının ilk birasını yudumluyordum.
Tak tak. Tak tak. Ne o ? Kim o ? Kapı olmalı bu. Kalkıyorum ve kapıya doğru bir-iki adım atıyorum, yaklaşıyorum. Aniden yolum kesiliyor ( ! ) :
-Kim o ?
-Bahar ?
-Sigarayı çoktan bıraktım.
-Bahar sigarası değil aptalım, Bahar !
Komşumuzun kızı Bahar. Anaaa... Birden ağzımda güller açtı, papatyalar da. Kelebekler uçuşuyor, ağustos böcekleri avaz avaz... “Ne yapmalı ?” (Lenin bu konuda hiç mi hiç yardımcı olamaz. Benden söylemesi !) Annem evde değil mi demeli ? Annem gelince size ugrasın mı demeli ? Bahar, komşumuzun tombul, yanakları pembe, dudakları kızıl, gözleri ışıl ışıl, hem şirin hem fettan (bilmeyenler için : ayartıcı, cilveli), hem son derece neşeli ve çok konuşkan kızı. Biraz korkutmuyor da değil hani. Yanyana otururken dizini dizime yapıştırması, masa altından elimi tutması, falan filan. Çocukluk, yüzüm kızarıyor, hafifçe titriyorum... Elleri çok iri ve şişmanca. Hastalandığım günlerde, birkaç portakalla (“Mersin’den” diyor), ille ziyaretime gelmesi ve annem bir ara odadan çıkınca elini yorganın altına atması... Bahar !
Bahar geldi. İyi ama hangi Bahar ?
Tak tak. Tak tak.
Kapı bu canım. Kim o acaba? Kapı çalınıyor hâlâ ve ben yerimden bile kıpırdamamışım. Balkondayım. Paris’te. Biram elimde. Peki o kapıya yaklaşan kimdi ? Çocukluğum olmalı. Evet kesin bu, yolumu kesen çocukluğum içimden çıkmış kendi kendisiyle oynuyor. Bana çalım atıyor. Ama gol atamıyor. Müdafam çünkü çok muhkem. Ama bu kadarı da yeter : Aniden uyanıyorum : Oğlum bunlar senin çocukluk anıların diyorum... ve kapıyı açıyorum. Açar açmaz tonlarca çiçek, gül, kelebek, ağustos böceği, arı, bal, güvercin, sülün, tavşan, kirpi, bülbül, karaca, ceylan, geyik, sincap, türlü çeşitli erik ağaçlarım, elma ağaçlarım, kiraz ağacım, malatya güllerim, papatyalarım, sarı kanaryalarım, neararsanbulursunyaiştetümütamamı, evet her şey ve her canlı hep birden giriveriyorlar ve beni sırtlarına alıp havalandırıyorlar. Ayaklarım yerden kesiliyor. Yükseliyorum, yükseliyorum, yükseliyorum.
Yeryüzünde ararken Ganime Anama gökyüzünde rastlıyorum : Ana benem, gelmişem diyorum. Sarmaşdolaş oluyoruz. Anamla elele tutuşuyoruz ve en şirin, en mavi ve en küçük bulutu seçip üstüne birlikte kuruluyoruz ve dünya turumuzu atıyoruz. Gün-eş bize eşlik ediyor. Tebessümünü eksik etmeden, çiçekler açmış dudaklarında. Doğrulup güneşi dudaklarından öpüyorum. Anam belimden tutuyor, hani bulutumuzun üstünden aniden kayıp tepetaklak düşmeyeyim diye. Kurban olam sana Ana.
Ana-lar güzel ana-lar, mübarek ellerini ve güzel gözlerini bizden esirgemeyen ana-lar. Bu sevgi ve ikram hepinize.
Anam o gün, o son çıkışında, anamdan emdiğim süt gibi tertemiz, gözlerini açıyor ve soruyor :
“Yağmur yaği ?”
He Ana yağmur yaği. Bilisen yağmur berekettir. Anaaa...
Buralarda sonbahar, Paris'teki baharı hissettim. Sıcacık bir yazı. Elinize, zihninize sağlık sevgili Şehmus Güzel.