|
|
YAŞAR!Kategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 26 Şubat 2021 00:30:10 Abidin Dino’nun Kemal Sadık Göğceli’ye Adana’da ilk tanıştıkları günlerde taktığı isim “Türküler Müfettişi”dir. Yirmi yaşındaki delikanlı Çukurova ve Torosları dağ taş, dere tepe dolaşıp deviren bir gezgin, türküleri toplayan heybesine özenle yerleştirendir. Abidin’in 1978'de, tanışmalarından epey zaman sonra hafızasında kalanlarla çizdiği bir desen/portre var: Abidin imzalamış ve kenarına sadece “Göğceli” diye bir not düşmüştür: Bu desen o delikanlının 1940’ların başındaki resminin ta kendisidir.
Evet Arif’ler, Abidin’ler, Güzin’ler olmasaydı, 1940’ların gönüllü sürgünleri veya kısaca sürgünleri, ya da resmi dildeki biçimiyle “ikamete memur”ları olmasaydı Anadolu’da ateşi kim yakacaktı? Orhan Kemal’lerin Yaşar Kemal’lerin ve daha nicelerinin yetişmelerinde, gelişmelerinde bu trajik siyasi olgunun belirleyiciliği yadsınabilir mi? Kemal Sadık Göğceli daha sonra Abidin Dino’nun önerisiyle Yaşar Kemal adını aldı. O’nu anlatmak elbette haddimiz değil. O’nun Abidin, Güzin ve Arif Dino ile tanışma faslını, dostluklarını ve sonrasını Arif dışındaki bütün kahramanlar anlattılar. Hem de değişik nedenlerle değişik biçimlerde ve birçok kez. Yazdık. O zaman burada “Yaşar’ı” anmak için ne yapmalı? Abidin’den, yazdıklarından başlayarak kimi noktalara değinmek. Evet Kemal Sadık Göğceli o günlerde çevre köyleri dolaşıyor ve “Âşık Kemal” adıyla destanlar anlatıyor. Destan anlatıcılığı yapıyor. Dengbejdir. Destancıdır. Âşıkların her biri ayrı ayrı destan anlatır. Âşık Kemal Köroğlu'ndan şaşmaz. Peki sonra ne olur? Sonrasını bizzat kendisi anlatıyor: “Destanı anlattıktan sonra cebimdeki sarı defteri çıkarırım. Ağıt topluyorum derim. Analar, bacılar başıma üşüşür, ağıt yazdırırlar. Herkes yarışırdı bana ağıt vermek için.” Burada sözü Abidin Dino’ya bırakmalıyız, o günlerin Kemal’ini anlatması için, farzedinki bu makalenin tümü Abidin’in kaleminden çıktı: “Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kağıtlar üstüne yazılmış. Peki neden toplamıştır bunları? Anadolu bacılarının hep birlikte yaktıkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti, bu zorunluluğu duyuyordu, esnek ve kararlı yazısı ile. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderi ile kaderimiz buna bağlıymışçasına... Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünmeleriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezilenin yitikliği, söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan kurtuluyordu. Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova'nın avaz avaz ağıtIarından sorumluydu bu çocuk. Bu sorumluluğu paylaşmak için Göğceli, ilk ağızda bizi seçmişti nedense, üç beş kişiyi ilkin. Tartışılacak bir yönü yoktu bunun, işimiz, gücümüz, yorgunluğumuz, uykumuz, kendi derdimiz nolursa olsun, kışın çamurlarını, yazın tozlarını saçarak delikanlı sökün ediyor ve hemen orda, oturduğumuz kümes misali barınak odamızda ya da Türk Sözü gazetesinin gümbür gümbür işleyen baskı makinesinin yamacında, daha olmazsa ayaküstü sokakta bizi kıstırıyor, tepkimizi merakla bekliyordu. Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma. Kurtarmak gerekti Çukurova ve de Toros doğasının, insanının söz serüvenini. Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini ‘avlıyordu’. Folklor derlemesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova'nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. Biliyordu ki gün gelir, sigaya çekerler adamı, ‘lan hırpo, nerdeydin, neden yazmadın bizi?’ Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gavurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabilmek için Göğceli yürüyordu tabana kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı dizelerle yürümek arasında doğrudan bir ilişki vardı. Bir sözcük on adım, bir adım karşılığı, bir tümce kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre. Erenler bir tek söz duyma uğruna az mı yürürlerdi Horasan’a, Kahire’ye dek, ya Çukurovalı Karacaoğlan az mı yürümüştü, tüm Yürükler, Türkmenler... Ovalardan yaylalara, yaylalardan ovalara in çık, az mı ‘koşmalar’, maniler düzmüşlerdi yol boyunca? Bizim edebiyat dediğimiz bir uzun yürüyüş. Göğceli bu okulun öğrencisiydi.” O’nu ve “öğretmenlerini” özlüyoruz.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|