|
|
Akıl Önyargıda KalırsaKategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 22 Şubat 2021 01:47:01 Canlı cansız tüm varlıklar; nesneler, olaylar dışardan görülen sınırlarının içinde sırlarla dolu dururlar. Görünüşler sadece bir biçim olmaktan öte kendi içsel niteliklerini bir arada tutan örtücü bir yüzeydir. Bu yüzeyin altında onun özü, niteliklerinin, varlık enerjilerinin tamamı saklıdır. Bu anlamda tüm görünüşler bir anlamda “sır küpleridir”.
Nesneler, olgu ve olaylar insanlar karşısında tarafsız, onlara eşit mesafede durarak kendini sergiler. Onun için gerçekler insanlara gelmez, insanlar gerçeklere giderler. Ona kavuştukları oranda sırlarına vakıf oldukları ölçüde de gerçeği ele geçimiş olurlar. Evren, genel olarak yaşam bir ilişkiler bütünüdür ve kendini bu bütünlük içerisinde bize sunar. Evrensel durum bize her şeyin başka şeylerle ilişkili olduğunu söyler; dahası bu ilişkinlik, kendisi bağımsızmış gibi görülen her şeyin varlık koşulu olduğunu da söyler. Bilmek-anlamak, söz konusu bağıntılı ve bütünlüklü sürecin ritmini, bileşenlerini, kaynağını ve yönelimini açığa çıkarmak, görünüşlerin sakladığı sırları nesnel kılmaktır. İlişkinliğin, karşılıklı bağıntının olması orada bir düzenin, kendi içinde zorunlu ritmik ilişkilerin olduğununu gösterir. Bu zorunluluk bilinçte “yasa” olarak belirlenir ve bilinir. Pozitif bilimlerde “determinizm” olarak ifade edilen ilke doğal süreçlerde evrensel olarak hükmünü sürdürür. Toplumsal yaşam alanı doğada olduğu gibi determine olmasa da her şeyin başıboş, keyfi, önzel iradelerin kaprisleriyle varolduğu söylenemez; tarihin de, tinsel alanın da kendine özgü içsel yasalılığı olduğu unutulmamalı. Genel olarak iki tür yasadan söz edebilriz. Birincisi doğa yasaları: bunlar oldukları “halleriyle geçerlidirler, değiştirilemezler, çiğnenmeye olanak vermezler”. Başka bir ifadeyle insanların iradesi ile kaldırılamaz, yenileri eklenemez. Kendi hükümlerinde toleransları yoktur. Ama hem zorunlu, tavizsiz hem de uysaldırlar; bir koşulla, kendilerinin kudretine-iradesine oyun eğildikçe. Onlar keşfedildikçe ve iradelerine boyun eğildikçe olduğu halleri ile koşulsuzca hizmet ederler. Bilgece bir söz bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Hakimiyetimiz mahkumiyetimizdendir”. İkinci olarak toplumsal yaşamı düzenlemek için üretilen politik düzenlemeler ve hukusal yasalar. Bu yasalar insan iradesiyle belirlenip uygulandığı için keyfiliğe açık, kişilerin isteğine göre uydurulmuş karar ve uygulamalar olarak görülebilir. Böylesi bir keyfiliğin mi yoksa tarihsel zorunlulukların dayattığı düzenleme ve üretilmesi gereken yasaların mı geçerli olduğunun kanıtı toplumsal yaşamın akışı içinde görülür. Toplumların sosyolojik, ekonomik, politik yaşantıları tarihsellik taşırlar, ama bu alanlarda da zorunluluklar kendini dayatır. İnsanların üretip uyguladıkları yöntemler ekonomik ve hukuksal yaşamın yasaları ile bir çatışma içine düşebilirler. Bu çatışmaları çözme biçimleri hakka dayalı, tarihsel akışın taleplerine uygun olarak olabildiği gibi keyfi, haksız, dayatmacı biçimde de olabilir. Birinci yol toplumun rızasını kazanmış olarak insanların katılımına yol açarak onların enerjilerini sorunların çözümü yönünde harekete geçirebilir. İkinci yol ise çatışmalı, dayatmacı, baskı ve zulme varan yöntemlere başvurur. “Olması gerekenle var olan, doğal hak olanla olması gerekenin belirlenmesi ve bunun uygulanması arasında bir karşıtlık olabilir”. Toplumsal alanda bu karşıtlık tarihi devindiren dinamizmi oluşturur. İnsani gereksinimlerin artması, kültürel, düşünsel, sosyolojik olguların dayatması ile toplumsal yaşamın bütünlüğü kabuğuna sığamaz duruma gelir; yeni ilkeler, düzenlemeler, kurallar, ekonomik ve hukuksal yapılanmaları kaçınılmaz olur. Bu durum farklı talepleri, inançları, politik iradeleri karşı karşıya getirebilir. Keyfiliğin; ideolojik, dinsel tarihsel önyargıların kendi duruş noktalarını korumak isteyen kesimlerin direncini doğurur. Bu anlayışın geleceği nokta keyfilik, dayatma, hukuksuzluk ve baskı olacaktır. Buna karşın bilimsel anlayış ve tutum, gözü kara hırsın yerine nesnelliğe dayalı tutku, belirli kesimlerin ve güçlerin ayrıcalığı yerine tüm farklılıkları kucaklayan adil, şeffaf, hakkaniyetli, sorgulamaya açık yöntemler kullanabilir. “Olabilir”, “yapılabilir” gibi ifadelerin kullanılması karşıtının da denenmesinin mümkün olacağından dolayıdır. Çünkü toplumsal yaşamda düzenleyici uygulamalar yapmak bir irade ortaya koymaktır. İrade ise belirli bir düşüncenin kendince belirlediği yöntemi belirlediği hedefe ulaşmak için kullanmasıdır. *** Ülkemiz yönetiminin AKP’nin uygulayageldiği politikalara bu çerçevede bir göz atılabilir. Günübirlik, gelip geçici çekişmeler ve olaylardan uzak durarak toplumsal yaşamımızın yapısında yol açtığı tahribata bakarken göze ilk çarpan sorun ekonomideki çöküş görülüyor. Bilindiği gibi Türkiye’nin enflasyon-faiz-döviz üçgeninde kendini gösteren ekonomik çöküş herkesin günlük yaşamını çekilmez hale getiriyor. Ekonomi kişilerin, partilerin, devletlerin kısaca insanların keyfi kararları, ideolojik kalıpları ve dinsel önyargıları ile şekillenmiyor. Çünkü bu alanın da tarihsel-toplumsal bir süreç olarak kendine göre yasalılıkları var. Marx tarihin ve ekonominin keyfi seçimlerle değil kendi içsel yasalılıkları ile akıp şekillendiğini bilimsel olarak ortaya koydu. Yıllardır Türkiye’de “faiz-enflasyon” bağlamında ekonomik sorunların çözümüne yönelik arayışlar ve uygulamalara şahit olduk. Her şeyi bilen, “herşeyinlogu” olan Erdoğan’nın bir tekerlemesi var; “faiz sebep enflasyon sonuçtur”, der. Böylesi bir iddia ekonomi bilimi karşısında gülünç, tamamen bilim dışıdır. Ekonominin bir bilim olduğunu ortaya koymuş olan bilim insanları mezarlarında ters dönüyorlarsa eğer, gülmekten kırıldıkları içindir. Hızını alamayıp insanlığa da önerisini sundu, “islami ekonomi” diye bir “kelam” eyledi. Erdoğan’ın bu konularda ısrarı diplomasız olduğundan ya da mantıksal sorgulaması sonucu vardığı “akli” bir sonuç değil. Onun özellikle faize karşı oluşu tamamen “saygılı”, “gönülden bağlı” olduğunu söylediği dinsel inançlarından dolayı. Evet, faizin yasaklandığı yazılı metinler içinde ilk olarak Tevrat’ta geçer, (varsa da ben rastlamamış olabilirim). Kuran’da da pek çok ayette faize karşı oluş belirtilir. Eğer dikkatlice bakılırsa kutsal metinler diğerleri yanında toplumsal yaşantıda adaletsizliğe ve zulme başkaldırıyı ortaya koyarlar. Daha meta üretiminin gelişmediği, kapalı ekonominin hüküm sürdüğü ve bireylerin yaşamlarını idame ettirmek için günübirlik tüketimlerini karşılamaktan aciz oldukları dönemlerde tefecilik tarih sahnesine çıkmıştı. Çaresiz insanlar rehinci dükkanlarına herhangi bir eşyalarını, kullanım değeri olan herhangi bir ürünlerini, emeklerini rehin olarak veriyorlardı. Belirli bir sürede kararlaştırılan miktarda faiz karşılığında ihtiyaçlarını giderecek eşya alıyorlardı. Cahiliye döneminde köle ve cariye edinmenin dört yolundan birisi tefecilik, faiz ve borç ilişkileriydi. Rehinciye olan borcunu ve faizini zamanında ödeyemeyen borçlu erkekler köleleştiriliyor, kadın ve kızları cariye olarak bir mal gibi alınıyordu. Bu yolun kesilmesi için erkeklerin köleleştirilmesi, kadınların cariye olarak kullanılmasını engellemek adına faiz yasaklanıyordu. Zamanla ekonımik yaşam serpilip gelişince meta üretimi ve dolaşımı yaygınlaşınca para toplumsal emeğin ve meta değerlerinin bir temsilcisi olarak tarih sahnesine çıknca işlevi de çok yönlü olmuştur. Para toplumsal ve ekonomik yaşamı devindiren, birbiriyle yüz yüze gelmesi mümkün olmayan üretici tükeci arasında bağ kurup onları buluşturan bir güç oldu. Para öncelikle bir değer ölçüsüdür, ayrıca dolaşım aracı, ödeme aracı ve birikim aracıdır. Bu dördüncü işlev onun aynı zamanda potansiyel bir üretim aracı olması anlamına da gelir; o artık bir fabrika, ticarethane, emlak varlığı, her biçime giren ve girdiği biçime göre kendi miktarını çoğaltabilen bir üretken güçtür. Bu üretken gücün getirisi de faizdir. Birikmiş sermayenin kredi biçiminde kullanılarak faiz getirmesinin bir ticari kuruluşun kazancından, fabrikanın kârından, emlakın kira getirisinden farkı yok, çünkü hepsi de toplam toplumsal artı-değerin paylaşım biçimi, ondan alınan paydır. Örneklersek; kredi olarak verilen paradan faiz almak yerine aynı miktar parayla bir emlak alıp kira almanın, yatırıma aktarıp kâr etmenin ne farkı var ki? Kredi sistemi sadece donmuş halde bulunan birikmiş sermayeyi akışkan hale getirip kullanıma sokmaktan ibaret. Sonuç olarak bilim ve tarihsel deneyim şunu zaten kanıtlamıştı: “enflasyon sebep faiz sonuçtur”. “Faiz sebep enflasyon sonuçtur”, tekerlemesine sarılıp bunu topluma dayatmanın bedelini ödedik. Ekonominin keyfi kararlarla, önyargılara dayalı hırslarla, egosal şişinme, “güç zehirlenmesi”, kibirle değil, tarihsel koşulların dayatması sonucu belirlenecek yöntemlere göre olması gerektiğini acı sonuçlarıyla görmüş olduk. Kuran’da faizin yasaklanmasını Erdoğan’ın kendi inadının dayanağı yapması onda bir ikileme yol açıyor; ya inancında kuşkuya düşecek ya da hayatın vazgeçilmez yasalılığına boyun eğecek. Sonuç ikinci seçim oldu. Kutsal metinler o günün koşullarında tefeciliğin acımasızlığı, yarattığı yoksulluklar, zulüm ve ahlaki çürümeler dünyasında bir önlem olarak ortaya konmuş olduğunu gösteriyor. Mitolojiler ve dinsel metinler nesneleri, olayları, genel olarak dünyanın ne olduğuna dair “bilimsel” anlamda açıklama getirmezler. Doğa hakkında kıssa veya meseller biçiminde bildirimleri insanlara kendi varlıklarının anlamını, kendilerini tanıyıp sorumluluklarını hatırlatma, evren ve toplum içinde yaşarken varoluşla uyum sağlamak konusunda örnekler sunmak ve uyarılarda bulunmaktır. İnsanın doğasına uygun olmayan hiçbir politik yapı, hukusal düzenleme, ekonomik karar sonuç vermez. Artık modern çağda yaşıyoruz. Bu aynı zamanda modern bireyin tarih sahnesinde kendinisini göstermesi anlamına gelir. Ekonomik, politik, kültürel yapılanmaların nasıl olacağına dair seçimler insanlar tarafından üretilip uygulandığı için keyfi seçim ve yöntemlere başvurmaya fırsat verir. Ancak bu uygulamalar bir müddet sonra çökmek zorunda kalır. Ekonomide mucizeler yaratacağına inanılan bilim dışı uygulamaların aynısı bilimsel, kültürel alanda da görüldü. Erdoğan’nın bir tatminsizliği var, “fikri ve kültürel alanda iktidar olamadık”. Bu konuda da iktidar olma adına adımlar atıldı. Bunun için Milli Eğitim bir yaz-boz tahtasına dönüştü. Üniversiteler bilim yuvaları olma yeterliliklerini büyük ölçüde kaybetti. Uluslararası ölçülere göre ülkenin düştüğü durum istatistiksel olarak kanıtlanmış durumda. “Dindar gençlik yetiştireceğiz” iddiasıyla camiler inşa edildi. Diyanetin bütçesi bakanlıkların bazısından daya büyük. Vakıflar, cemaatler, kuran kurslarıyla dini duyguların güçleneceği buradan da insani-ahlaki değerlerin daha da yükseleceği, “islami terbiye” ile donanımlı genç kuşaklar yetiştirileceği, “milli ve manevi, hatta yerli” değerlerin toplumsal yaşamımıza ruh katacağı düşünüldü. Sonuç; çevreye özen, kadına değer verme bilinci, günübirlik ilişkilerde saygı ve sevgi daha mı yükseldi? Farklı düşünce ve inançların sesine kulak verme, onları önemseme ahlakı daha mı kucaklayıcı hale geldi?. Bütün bu soruların yanıtı açıktır; Hayır. Bu sayıp dökülenlerin hepsi herkesin bildiği , görüp izlediği gerçekler. O halde bunları dile getirmenin anlamı nedir? Tarihi özneler yapar: Özneler ki evrensel gerçekliği günün koşullarına uyarlayan, ufuk açıcı fikirleri ve tutumları ile geleceğe ışık tutan açınımlar sunanlardır. Bu özneler önderlerdir, insanlığın evlatlarıdır ve şunu dile getirenlerdir: “Dünyada her şey için; medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
Yorumlarislam doğan
{ 17 Mart 2021 15:59:59 }
Tebrikler ederim. Görüşlerine ve tespitlerine tamamen katılıyorum.
Diğer Sayfalar: 1. Bilim dışılık çağdışılık hepsi doğru ya şiddet ve korku. Korkudan ve şiddetten yıldığımız için defalarca oy da verdiğimiz ve yaratılmasına katkıda sağladığım bu çağdışı yapılanmadan korkuyor ve kendimden utanıyorum. Sevgi ve selamlarımla
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|