|
|
Parça Parça Yaşam (2)Kategori: Yaşam | 4 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 26 Nisan 2008 09:18:07 İtalyan asıllı arkadaşım "suç bu, suç, cezayı hak ediyor, makarnayı yumuşayana kadar pişirirseniz cinayet işlemiş olursunuz, makarna çok az pişmiş olmalı, bir İtalyan asla bunu yapmaz" diye abartarak bağırırken bir yandan gülüyordu. İtalyan geçmişinden hoşnut bir hali vardı.
Ona bakarken herkesin kültüründen hoşnut olmaya, kültürüyle övünmeye gereksinimi var diye düşündüm. İlk kez farketmedim bunu elbette. Daha önce birçok defa gördüm. Yunan asıllı bir arkadaşım eski Yunan filmlerine bayılırdı (eski Yeşilçam filmlerine benzer filmler) ve gururla herkese söylerdi bunu. İtalyan arkadaşımın geçenlerde doğan ikiz yeğenlerine Dante ve Antonio adları verildi. İkizlerin bir de 2,5 yaşında Alessio adlı abileri var. Üçüncü kuşak olarak Avustralya’da yaşayan, İtalya’yı yalnızca bir kez yaptıkları Avrupa seyahatinde görmüş, birçok bakımdan artık Avustralyalılaşmış bu İtalyan karı kocanın, büyük olasılıkla İtalyancayı doğru dürüst konuşamayacak olan çocuklarına İtalyan adları vermesini neyle açıklayabiliriz? Bir de birbirine yakın kültürlerin, bu yakınlıktan, ortaklıktan keyif alması var. İşyerindeki Mısırlı Ermeni arkadaşımın, sandviçine koymak için işe pastırma getirdiği bir gün, pastırmanın tadını bu şirkette ancak sen takdir edersin deyip bana tattırması gibi. Yemek, çok kültürlü bir toplumda, kültürler arası ilişkide önemli bir yer tutuyor. Kültürün her an diri, yaşayan bir parçası olması nedeniyle, kültür ortaklığının yakalanmasında en hazır durumdaki öge olması nedeniyle... Övgü ve övünç kaynağı da olarak... Bir de müzik... Çok zaman önce bir gün Ulusal Sanat Galerisindeki İslam Eserleri sergisini görmeye gitmiştim. Başka sergilerin yer aldığı giriş kısmından geçip, arka bölüme doğru ilerlerken ansızın karşılaştığım tanıdık ezgilerle durakladım. Bitlis’te beş minare beri gel canan beri gel... İnce bir heyecan, bir sevinç duyumsadım içimde. Sergi İslam Eserleri sergisiydi ama Türk müziğiyle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Müziğin yönüne ilerleyince Avustralyalı sanatçı Kim Sanders’i sergi girişinde bir köşeye, bir Uşak halısının yakınına oturmuş, ney’ini üflüyor gördüm. Daha pek çok türkü çaldı o gün Kim Sanders, müziğinin yarattığı havayı soludukça, ezgiler yüreğime dokundukça günüm serpildi güzelleşti. Kalabalığın arasında yürürken bu ezgilerle büyümüş olmak sanki bir ayrıcalık veriyordu bana. Kim Sanders çalıyordu. Muhabbet bağına girdim bu gece... açılmış gülleri derdim bu gece... Ezgide saklı dizeleri yalnızca ben işitiyordum ve bu, beni sergideki birçok kişiden ayırdığı gibi, eğer varsa, benimle ortak geçmişe sahip birkaç kişiyle de aramda bağ oluşturuyordu. Beklemediğim bir anda karşıma çıkıveren ney sesinin, tanıdık ezgilerin gücüyle hissettiklerimi, ilkokul yaşlarındaki çocuğuyla birlikte minyatürlere bakan kadının ya da Hindistan’dan gelen oymalı ahşap kapıyı inceleyen yaşlıca erkeğin hiçbir zaman hissetmeyeceğini düşündüm. Çevreme bakındım, bu ezgilere aşina olan benden başka birileri var mı diye... Olsaydı, gözlerinde, yüzlerine yerleşecek belki gülümseyen, belki doygun, belki mutlu, belki hüzünlü ifadede tanıyacaktım onları, bana öyle geliyordu. Sonra birinin mırıldanarak şarkıya eşlik ettiğini duydum. Gülümsedik birbirimize. Bir kültürle birleşmek... Bu birleşime gereksinim duymak... Daha çok yurt dışında yaşıyor olunca hissedilen, ayrımına varılan duygular. Bu duyguları yaşamada müziğin nasıl da etkili olduğunu geçen haftalarda yeniden izledim. Bu defa bir Türk sanatçının konserinde. Ömer Faruk Tekbilek o çok tanıdık ezgileri üflemeye başladığında Opera Binasının konser salonunu sevinçli bir esinti kapladı sanki. Ben yürürem yane yane... aşk boyadı beni kane... dizeleri ney’in sesiyle birleşiyor, yükseliyordu... Dışardan belli olmuyordu ama sessiz, kıpırtısız dinleyicilerin yüreklerinde fırtınalar kopuyor olmalıydı. Konser bitiminde gördüğüm arkadaşımın “nerelere gittim geldim bilsen” sözlerinden de belliydi böyle olduğu. Müzik herkesi bir ortak noktada birleştiriyor, bir bütün kılıyordu sanki önce, sonra herkesi kendi açılımlarına yolluyordu. Türk kültürüne yabancı kişiler de vardı konserde. Onların sanki çizilmeden hissedilen bir çemberin dışından, hafif bir ilgiyle ama o aşina olma duygusundan yoksun olarak, bu nedenle belki de çok zevk almayarak izlediklerini düşünüyorum konseri. En azından bizimle birlikte konseri izleyen Avustralyalı arkadaşımız için böyle olduğunu biliyorum (ve zurna sesinden hiç hoşlanmadığını). Yemekten ve müzikten sözettim ama kültür ortaklığında elbette her şeyden önde gelen dil. Dil, bireysel ve toplumsal kimliğin en önemli ögesi. Anadilimizi konuşmak, okumak, anadilimizde şarkı türkü dinlemek, söylemek bir gereksinim. Türk göçmenleriyle yabancı(!)ların bir arada bulunduğu topluluklarda çok kısa bir süre içinde ikişer üçer kişilik gruplar halinde Türkçe konuşmalar, şakalar başladığını, Türkçe bilmeyenlerin, onları bırakıp kaçamayan ya da nezaket anlayışları buna engel olan birkaç kişiye terkedildiğini çok gördüm. Türkçeyle ne zaman ve nerde karşılaşırsam karşılaşayım hoş bir sürpriz oluyor. Geçen gün televizyonu açtığımda karşıma çıkan yemek programında Gaziantep’teki bir lokanta, Metanet lokantası vardı. Program bitmek üzereydi. İngiliz yapımı programın sunucusu lahmacunu anlatırken televizyonu niye daha önce açmadım diye söylendim kendi kendime. Tadını, kokusunu bildiğim yemekleri, hiç gitmemiş de olsam tanıdık Gaziantep’i biraz daha uzun görebilseydim, Metanet lokantasının ahçısıyla yaptıkları söyleşiyi biraz daha uzun dinleyebilseydim keşke.
Yorumlardeniz
{ 03 Mayıs 2008 10:14:07 }
sevgili saba,
yazin bir kac hafta once, ilk kez, cok derinden yasadigim bir farkindaligi animsatti. ise giderken, ABC FM de margaret throsby'nin programini dinliyordum. genc bir aussie diyet uzmani kadinla yaptigi bir soylesi idi. throsby'nin programlarini cok seviyorum, yalnizca konuk seciminden dolayi degil ama bu bir klasik muzik kanali ve her kesimden konuklar kendi muzik secimleri ile geliyor, daha cok da klasik muzik secimleri, ve bu muzigin kendileri icin onemini paylasiyor. beni de en cok bu kisim ilgilendiriyor. bu kez, avusturalyali genc kadin, turkiye'den bir pop sarkicisinin (celik) parcasini da secmisti. sehrin icinden gecerken, ve cok ama cok avusturalyali bir kanal dinlerken, ne klasik ne baska bir sey, tamamen pop tamamen turk, turkce bir ezgi dinlemek beni cok senlendirdi. birden kendimi daha cok evimde hissettim. hayir, kendimi turkiye'de hissetmedim. avustralya'yi daha cok evim gibi hissettim. farkindaliga gelince.... hep soylerler, avustralya medyasinin -bir olcude SBS disinda- gocmenleri ve avustralya'nin cok kulturlu renklerini disladigini, yokmus gibi, sanki saf bir anglo sakson kulturmus gibi yayinlar yaptiklarini. dogrusu bu benim hic de canimi yakmayan cok da umursamadigim bir durumdu. ama, celik'in ABC FM de calan sarkisi ile farkina vardim ki, bu cok yanli, cok irkci, cok ayrimci cok dislayici bir tutummus gercekten de. guc ve paralari oldugu icin gocmenleri bu olcude dislayabiliyorlar. ama bununla avustralya toplumuna bir katkilari oluyor mu? katkilarindan cok zararlari oluyor, hem su anki hem de gecelekteki avustralya toplumuna. avustralya'da yasayan her toplumun, her bireyi ile buraya ait hissetmesi, yalnizca onlarin cabalarina birakilmasi gereken, gocmenlerden beklenmesi gereken bir odev degil. bu, avustralya toplumunu yonlendirmek, bilgilendirmek, sekillendirmekte payi, gucu, sozu olan her kurumun, her orgutun ustune dusen bir gorev. avustralya, mutlu, guclu, vatansever bir toplum olusturmak istiyorsa, bunu da cok fazla para, caba harcamadan yapmak istiyorsa, tum yapmasi gereken, cok kulturlu bir toplum yapisi oldugunu kabul etmek, ve kulturleri dislamayan -ki dislamak dislamamaktan cok daha zor- cabalarda bulunmak. is arkadasim vess'in, butun gun masasinda, ipodunda dinledigi muziklerin icinde tarkan da var! turkiye'de bir kac ay kalmis. tarkan'a ve muzigine bayiliyor. arada bana soruyor,ne diyor burada diye. ben bir baska is arkadasimdan santana'nin ispanyolca sarkilarini aldim. muzikle kaynasmak cok kolay. kacirilmasi yazik bir firsat. ama yalnizca muzik degil. avustralya'da buyuk bir cogunluk kabugunu kirmaya, oradan cikmaya bu kadar hazirken, bunu her alanda zevkle yapmamak cok yazik. Saba, parca parca yasam'larinin gerisinin gelecegini umut ediyorum. ve hevesle bekliyorum. pek cok sevgiler............ deniz Edip CEYHAN
{ 29 Nisan 2008 21:20:21 }
Yazinizi okudumda bir kezde burada dile getirmek istedim dusunduklerimi.
Bize hep kulturumuz yok olacak, yozlaşacağız, biz biz olmaktan çıkacağız diye diken üstünde durmamiz öğretildi. Ama asil olan ban göre şudur ki, kendi kültüründe biyümüş her bireu kendi çocuğuna da bunu aşılayacaktir, yani dünya var oldukca bizim de kültürümüz devam edecek. Bizim kültürümüzü dünyaya kabul ettirmemiz gerekmiyor, dünya kültürü içinde kendi kültürümüzü yaşamamız her şeyi çözecektir diye düşünüyorum . Bu güzel yazinizi okumak ta çok zevk vericiydi. nesli
{ 28 Nisan 2008 10:23:03 }
Ulusal Avustralya TV kanallarindan birinde Turkiye'ye air bi sey gormek ya da Turk asilli olmayanlari Turk muzigi dinlerken gormek... Ben hep kendimi yabancilari caktirmadan gozetlerken yakalarim. Begeniyolar midir acaba? Benim hissettiklerimi hissediyolar midir? Bu hem tum Turk toplumu adina bir onay arayisi -elbetteki yuzyillarin getirdigi genlerimize islemis-, hem de benim yuregimi bu kadar kipirdatisinin nedenlerini arastirmak icindir. Evrim teorisiyle de baglantisi olarak kulturun biyolojik olarak bile, DNA'larimiz yoluyla, kusaktan kusaga, tasinabilecegini dusunuyorum.
nihat ziyalan
{ 26 Nisan 2008 11:43:30 }
degerli saba,
Diğer Sayfalar: 1. ozgurluk, esitlik, kardeslik kokan isil isil bir yazi. yuregine saglik. nice yazilara. sydney`den dostlukla. nihat ziyalan
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|