|
|
Hayatının Öznesi OlmakKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 18 Aralık 2020 22:38:41 Başkaları tarafından kabul görüp onaylanmak insana değerli olduğunu hissettirir, kendine olan güvenini arttırır. Kabul görmek ve kabul edilmek, karşılıklı ilişki sürecinde bireylerin varlık sınırlarını fark edebilmelerine, dirençlerini ve dönüşüme açıklık derecelerini deneyimleyerek test etmelerine yol açar.
Her ilişkinin kendine göre bir enerji düzeyi ve bu enerjinin aktığı kanalları vardır. Bu düzey ilişkide bulunan tarafların anlayışına, düşünce açıklığına, kendini hesaba çekme konusundaki samimiyetine bağlı olarak şekillenir. Söz konusu düzey insani içgüdülerin, doğal arzuların; alışkanlıkların yol açtığı bencilliğin yıkıcı, öfkeli dünyasına düşüreceği gibi sevinç, huzur ve mutluluk dolu bir düzeye de çıkarabilir. Her insanın çok yönlü ilişkisel ağ içinde kendini nasıl konumlandıracağı, çelişkilerle dolu varoluşsal süreçlerde iradesini hangi yöne niçin çevireceği kararı kendisine bağlı olacaktır. Bu onun her zaman “son özgürlük alanıdır”. Son özgürlük alanı, ancak kendisinin belirleyeceği, kimsenin karışamayacağı, kendisi istese bile başkasına devredemeyeceği niyet belirleme, karar verme ve anlamlandırma iradesine sahip olmasıdır. Bu, insanın tinsel bir varlık olarak kendisini anlamlı kılmanın, böylece doğal dürtü ve arzuların hükmü altında değil, belirlediği erek ve bağlandığı değerleri üzerinden benliğini inşa etmesinin zeminini oluşturur. Beşeriyetten insaniyete giden bitimsiz ve döngüsel yolculukta benlik bir form kazanır, bu onun “ahlakıdır”. Ahlak derken kast edilen, günlük yaşamın alışkanlıklarına, geçici kültürel değerlerine bağlılık değil; Hakka bağlı, vicdani duyarlılık, varoluşa karşı sorumluluk bilinci ve özgür iradesiyle oluşturulmuş değerler sistemine bağlı bir yaşam biçimdir. İnsana dair pek çok belirlenim, tanım yapılabilir. Temelde bir yanıyla doğal-fizyolojik, bir yanıyla düşünce ve özgür irade sahibi olması, söz konusu belirlenimlerin çeşitliliğine kaynaklık eder. Ona edimsel bir varlık olması yönünden bakarsak; bir irade-eylem-ahlak bütünlüğü oluğunu söyleyebiliriz. Ancak bunlar peş peşe gelen merdivenlermiş gibi algılanmamalı. Her birisi, diğeri ile özsel olarak bağıntılı ve bitimsiz devingenliğini sağlayan bileşenleri olarak görülmeli. İradesiz eylem başıboş etkinliktir. Eyleme dönüşmeyen bir irade boş bir niyet olarak kalır. İrade ve eylemin devindirici gücünün dışlaşması, suret kazanmış nesnelliği vardır. İrade sahibi olmakla beraber her birey kendi eylemlerinin ürünü olmakla benzersiz, özgün ve biricikliğini kanıtlamış olur. Kadim bilgeliğin, filozofların ve dinsel metinlerin söylemlerinde şu ayrıma hep rastlanır. Genel olarak ruh ve beden ayrımı yapılır. Bilgelik tarihi ve onun yetkinleşmiş aşaması tasavvuf öğretisi insanın temelde beden-ruh ikilemine özel bir önem atfeder. Tasavvuf bunu Kuran kökenli olarak nefs olgusu üzerinden beşer-insan bütünlüğü içinde insanın tüm varoluşsal problemlerinin merkezine koyar. Muhatabını bu ayrım ve benlik mertebesine göre uyarır ve çağrıda bulunur. Kuran ne zaman “Beşer” kavramını kullanmışsa orada insanın doğal-içgüdüsel, beden kaynaklı arzularından ve buradan türeyen hallerinden söz eder. “İnsan” derken de akli yanını, özgür irade sahibi olduğu, kendisine ve dışındaki tüm varlığa kaşı sorumluluğunu hatırlatır. Onun için “emanet” ona verilmiştir, “yeryüzüne halife” kılınmıştır, “okuması”, “akletmesi”, “zulme ve adaletsizliğe karşı” ayağa kalkması istenmiştir. “Rabbinin adıyla okuması”, okuduğunu uygulayıp duyurması” önerilmiştir. Yansımalı olarak “kendine dönmesi”, kendini bilmesi için “kendi kitabını okuması”, yaşam sürecini sorgulaması yolunda “şahit olarak nefsinin yeterli” olduğu bildirilmiştir. Kuran’da insan için üç kavram kullanılır: Beşer, İnsan ve Nâs. Birincisi bedensel, doğal arzularının eğilimleri; İkinci olarak akıl sahibi, iradi eylem yeteneği olan sorumlu yanı; üçüncüsü ise canlı bir tür olarak genel belirleme. Felsefe de tarihi boyunca insana, onun doğasına özgü belirleme yapmaktan uzak duramadı. Varlığa, evrene, yaşamın anlamına dair yapılan düşünsel yolculuk bu sorunla yüz yüze gelmekten kaçınamazdı. Tarihsel arayış boyunca kendi içinde tek yanlı belirlemeler yapılageldi. Her birisi farklı bir yana işaret etse de bütünlüklü belirlemeye Kurgul felefede erişti. Düşünce varlığı olması insanın özsel ayrımıdır. O’nu anlamak bilincinin yetkinleşmesi sürecini izlemekle mümkün olacağı ve bunun tarihsel bir süreç içerdiği gerçeği Hegel yoluyla ortaya konuldu; şöyle ki; “İnsan birbiriyle çelişen iki dünyada yaşamak zorundadır, öyle ki bu çelişkide bilinç de çırpınır durur, bir yandan öbür yana itilip çekilerek, şurada ya da burada doyuma ulaşma gücünü bulamaz… Gerçekten de insanı bir yandan gereksinim ve sefillik altında ezilmiş, doğanın tehdidiyle yüzyüze kalmış, doğal içgüdülerinin ve tutkularının egemenliği altında sürüklenir durumda görürüz. Öte yandan insan, kendisine irade olarak yasalar ve tümel belirlenimler verir; …Tin doğanın, kargaşası ve hoyratlığı karşısında hakkı ve onuru olurlar, doğanın kendisine çektirdiği sefillik ve zorbalığı doğaya geri yollar. (Seme Parçalar. Onur yay.sf.10) Çelişkili dünyası insanı kendini tanımaya ve anlamlandırmaya zorlar. O, bunu verili donanımlarını kullanarak kendini anlamlandırır ve varlığını devam ettirir. Aslında İnsan gibi her canlı kendi varlığını sürdürecek ve işlevini yerine getirecek donanımla doğar. Ancak onlar önceden belirli yasalılık altında varlıklarının devam ettirirler; içgüdüsel kuvvet ve buna uygun organların işlevsel kapasitelerinin sınırını aşamazlar. İnsan ek olarak doğal varlığının ötesine geçme, kendi çabasıyla yeni bir dünya yaratarak yaşamak zorundadır; çünkü tek başına ayakta kalamaz. Onun için organize olması; toplum, kültür, uygarlık yaratmak, birlikte yaşamanın ilke ve kuralları belirlemesi bunu uygulayacak otoriteyi, yani devleti örgütlemesi gerekir. Organize olmuş birlikte yaşam başkalarına bağımlı olmayı, belirli sınırlar içinde birbirine boyun eğmeyi gerektirir. Bu durum “Ahlak Kavramı”nın nesnel temelini oluşturur, diğer tinsel ilişkilerin olduğu gibi. İnsan hem sosyal, hem tarihsel, hem de özgün kişisel varlık olarak başkasıyla yaşamakta pek çok sorunla karşılaşır. Sosyal ve tarihsel boyutun sorunları töre, hukuk ve devlet otoritesinin alanına girer. Öte yandan bu dışsal güçlerin el atamayacağı; bireyin inanç, düşünce, alışkanlık gibi özel bir yanı vardır ki, kendine en yakın ve emin olduğu özünü burada duyumsar ve deneyimler. Bu içsellikte sorumluluk tümüyle kendine aittir. Hiç kimse dış koşulları tümüyle kendine göre oluşturamaz, ama koşullar içinde anlayış ve tutumlarını kendisi belirler. Bu noktadan sonra insanın bir akıl-bilinç varlığı olduğu zemininden hareketle onun mahiyetini, varlığındaki kutupsal güç kaynaklarını anlamak gerekir. Onun içindeki karşıt yaşamsal enerji kaynakları yaşamı boyunca kendisine eşlik eder, düşüncelerine baskı yaparak tutum ve davranışlarını belirlenmesinde etkili olur. “Ahseni Takvim”(en güzel kıvamda) olarak yaratılmakla beraber “esfeli safilin”e de (aşağıların aşağısına) atılabilir; en güzel kıvamdan nasıl bir form oluşturulacağı, kutupsal yaşam enerjilerinin uyumlu hale getirilip getirilmemesi bireyin gayretine bağlı. Bu içsel çelişkiler varoşsaldır, yaşam boyu insanın içinde etkilerini sürdürürler. İnsan olarak varlığımızda içkin olan bu kutupsallığı birkaç ana başlık altında toplayabiliriz. Birincisi BEŞER-İNSAN, başka bir ifadeyle BEDENSELLİK-TİNSELLİK karşıtlığı. Beşer dediğimizde doğrudan beden ve ondan kaynaklı arzuların talepleri ve bunların akla yapmış oldukları baskılar anlaşılır. İçgüdülerin ve doğal arzuların başıboş bırakılması durumunda toplumsal yaşamda her türlü zulmün, kötülüğün, yaşama yıkıcı etkiler yapması kaçınılmaz hale gelir. Bireysel olarak da insanda kibir, öfke, nefret, kıskançlık, şiddet eğilimi gibi olumsuz duygu ve davranışların kaynağı olur. Bilgelik dünyası bu gerçeği fark etmiş ve nefsin hoyratlıklarının engellenmesi, disipline sokulması terbiye edilmesi için yöntemler keşfedip pratik uygulamalar ortaya koyabilmiştir. Yoga, meditasyon, oruç, namaz daha başka ritüeller öz olarak bunu hedeflemişlerdir. Bunun karşıtı olarak tinsel güç bulunur: erdemler, ahlaki değerler, arınma,.. gibi kavramlar beşeriyetin doğal-verili güdülerinin hoyratlığını disipline edilmesinin yönlendirici iradesi olarak işlev görürler. İkinci olarak; ÖZGÜRLÜK-GÜVENLİK diyalektiğinden söz edebiliriz. Güvenlik varlığımızın ayakta kalması ve devamlılığının korunması kaygısıdır. Elde olanın korunması, onu kaybetme riskinin yarattığı tedirginlik insanın bilincine baskı yapar. Bu, varlığımızın temelinde bulunan etkisini sürekli duyumsatan en güçlü kaygıdır. Öte yandan insan kendi seçimlerini yapmak, yetenek ve özlemlerini gerçekleştirerek varlığına anlam katmak, güvenliğini güvenlik altına alarak onun yarattığı tedirginliği aşmak ister. Bu durumda güvenliğini riske atmak durumuyla karşılaşır. Özgürlük-güvenlik kutupsallığı insanın en çok tedirgin olduğu, kararsızlıklar yaşadığı gerilimli süreçtir. Bu gerilim her an gücünü hissettirir; ancak öznede yarattığı tedirginlik kadar onun dönüşümünün, hayatının öznesi olmasının dinamosudur da. Karşıtlıklar birbirinin dışında mekanik olarak değil tersine birbirine bağlı, birbirinin varlık koşulu, birbirine muhtaç olarak özsel ilişki içinde bulunurlar. O halde özgürlüksüz güvenlik, güvenliksiz özgürlük olamaz. Özne olan, iradesinin ilgisini, eylemsel gücünü nereye bağlarsa ona göre sonuçlar yaşar. Güvenliği önemsemeyip sadece “özgürlük” hevesine kapılmak özgürlüğe değil onu keyfiliğe, akıl dışı maceralara, sorumsuzca savrukluğa sürükler. Diğer yandan güvenliğe fazla yatırım yapmak insanı kurutur, onu tedirgin ve her şeye karşı kuşkulu kılar. Üçüncü olarak; ANDA OLMAK-ZİHİNDE OLMAK. Bu çelişik durum sıradan günlük yaşamın doğal akışı içinde yaşanan bir süreçtir. Özellikle günümüzün modern dünyasında yaygın ve derinlikli biçimde insanların yaşamında etkin oluyor. Aslında pratik olarak istesek de istemesek de anda yaşarız; anı deneyimleriz, anı algılarız, anda etkinlik gösteririz. Gündelik gerçek yaşam böyle, fakat zihin anda kalamıyor. Bu durum insanın iç dünyasında bölünmelere, boşluk duygusu yaşamasına, telaşlı, yüzeysel uğraşlarla zaman öldürmesine yol açıyor. Ne yazık ki “…mış” gibi ilişkiler ve oyalanmalar ruhsal doyum sağlamıyor. Bunun yarattığı boşluk ve anlamsızlık dışsal uyaranlara başvurarak kendine yerli yersiz meşgaleler bularak kapatılmaya çalışılıyor. Nesne ve ”olay” tüketilerek anın verdiği boşluk yükünden kurtuluş çareleri aranıyor. Gelecek, insana hayali bir dünya kurma, orada gezinme şansı veriyor; hayallerde gezinmek yapay ve geçici bir heyecan veriyor olabilir. Ancak gerçek yaşam pratik olarak anda akıyor. Anda olmak sorumluluk üstlenmeyi, kendi gerçeğimizle yüzleşmeyi gerektirir. Anda kalamamanın temelinde bu kaçış yatar. Yüzleşmekten ve sorumluluktan kaçış insanı kendi özünden uzaklaştırır. Bu durum insanı mutsuz, doyumsuz ve anlamsız kılıyor. Dikkat edilirse Doğu Bilgeliğinin tüm pratikleri, insanı zihnin cangılından çıkarıp anın sade gerçeği ve parlak yüzüyle buluşturmaya dayanıyor. Amacı sadece daha uzun ve sağlıklı yaşamanın, iyi beslenmenin yollarını göstermek değil Dördüncü olarak; olduğun halinle olmak istediğin hal arasındaki gerim: özenti, taklit, kendini olduğundan ayrı sunma biçiminde gösterme hoşnutsuzluğun, memnuniyetsizliğin işaretleridir. Her olumsuz durumun kedinde olumlunun tohumlarını taşıdığı gibi tersi de geçerlidir. Bu karşıtlık tüm varoluşsal süreçlerin devinimini sağlayan dinamodur. Bulunduğu durumdan çıkma isteği ya kendine bir model, bir ilah, hayali bir yaşam biçimi kurgulayıp varsayımsal dünyası içinde aradığını bulacağını zannını doğurur, ya da içinde bulunduğu koşulların olanakları ile yetilerini harekete geçirerek kendi çabasıyla kendi özgün-bireysel varlığını inşa eder. Biçimi ne olursa olsun insan sürekli olarak dışsal ve içsel uyarıcı güçlerin dayatması ile dönüşmek zorunda kalığını fark eder. Hayali bir dünya içinde, tatminsizliğinden kurtulacağını zanneden kimse aslında sadece şu anda erişemediği arzu ve isteklerini geleceğe yansıtmış olur. İstekler ve arzular geçmişin özlemlerini geleceğe yansıtmak o kişiyi andan koparır. Bu nokta insanın, özentiye bulandığı, kıskançlık içinde kıvrandığı, hoşnutsuzluk içinde boğulduğu karmaşaya sürüklendiği süreçtir. Yaşamımız boyunca bir insanın başına gelecek sayısız sıkıntı, zorluk yaşayabileceğimiz gibi tersi de olasıdır. Bu anlamda insan bir olasılıklar dünyasıdır. Olasılıkların bizleri belirli tavırlar almaya zorlamsıyla yüzleşmekten kaçınamayız. Hayatın dayatmalarına karşı duruş belirlemek olasılıklar ve kişiliklerin sonsuzluğu ölçüsünde renklidir. Bu süreçte önemli olan farkındalıklı olmaktır; yapılan her eylemde, yaşanan her deneyimde o ana yanıt verebilmektir, tepki değil. Yanıt şimdiden gelir, tepki geçmişten. Sürüklenmek değil yönlendirmek, tutunup kalmak değil, eğişime açık kıvamı koruyor olmak. Akıl, irade, vicdan bütünlüğünü sağlamak insanın kendini kendinde toplasıdır. Nefs talep eder, akıl gerekçelendirir, vicdan onaylar; eğer yönlendirici olan nefsin talepleri ise “esfeli safilin”, yönlendiren vicdan ise “eşrefi mahluk” hali hayata yansır. Akıl ise arada durur, irade hangi konumdan hareket ediyorsa aklı onun hizmetine sokar; irade nefste mi, vicdanda mı olacak.?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|