|
|
Anemnesis / AnımsamaKategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 02 Kasım 2020 21:00:37 Bir kapı görüntüsü ile geçmiş aralandı, bir şeyleri anladım. Uzaktan izleyen olmak. Acının olduğu -içeride -durmaktansa, kapıların dışında, belki tam da eşiğinde durarak, kasılan bedenimi gevşetebilirim umuduyla, güvenli bir yer olarak hep uzakları hayal ettim. Hayal etmekle kalmadım, ya çok yakın ya çok uzak hissedeceğim uçlarda ilişkiler kurdum. Her yerden gitme planları yaptım. Kendimi alıştığım o acının olmadığı zamanlara hiç hazırlamamıştım.
En iyi bildiğim duyguların pişmanlık, suçluluk, utanç, üzüntü, korku, endişe, kararsızlık, huzursuzluk, yalnızlık olduğunu düşünürdüm eskiden. Hep bir felaket beklerdim, bir öncekinden daha kötü. Öyle arada mutlu olunan günler olduğunda, aklıma hep mutsuz ve zorluklar içindeki insanlar geliyor diye yakınırdım güya. Iyi bir özellikti ne de olsa empati. Vicdanım biraz rahat ediyordu böyle düşününce. Oysa anlıyorum ki basbayağı nasıl mutlu olunacağını bilmediğim için kendimi kasacak senaryolara bırakıyormuşum. Ne de olsa bu mutluluk gerçek olamazdı, geçiciydi. Eğer kendimi kaptırırsam belki daha büyük bir sınavla sınanmak gerekecekti. Kurduğum kötü senaryolar yeterince üzüyordu beni. Hayata geçse gafil avlanmamak için hazırlıyordum kendimi sanki. Ama hep bir üst seviye dert sırada beklerdi. O zaman da o seviyede hazır olmak gerekiyordu. İyiyim demeye korku veya utanç duyulan zamanlar gerçekten kötü olunan günlere oranla ne kadar fazlaydı? Yaşlı bir adamın aynadaki görüntüsüne baktığı an babamı düşündüm. Her insan hata yapabilirdi. Hatasızlık Allah’a mahsus, diye bir söz vardı bizim oralarda. Hata yapanları affedememek kendimi affedememenin sarmalıydı. Hangisi hangisinin nedeni hangisi sonucu umurumda değil. Hatalarım yüzünden kendime öfkelenmesem başkalarına da bu kadar kızmayacaktım. Korkmayacaktım kaybedeceklerimden. Bilinen tek sonucun ölüm olduğu deneyimler deryasında, seçimlerin ve sonuçların ötesinde onlara nasıl baktığının da önemli olduğunu anlayacaktım. Bir felaket ya da bir övgü ile sonuçlanmayan sade hayatlarda da ortaklıklar bulunurmuş. Bu kaosun gerisinde logosu barındıran kosmos varmış. Dil ile bilmek kalple anlamaya yetmiyormuş. Yağmur yağmaya başlamadan önce pazarın otoparkında sıkışmıştım. Birkaç araba giriş yönüne park edip yolu kapatınca çıkış yönünde buldum kendimi. Kendi önden yürüyen karısını arkasına takmış bir adam, “geliş yönüne tersten girip trafiği ne hale getirdiğinize bir bakın” deyip bir de sonuna “hanımefendi-yi” ekleyince bir anda tetiklendim. Arabadan fırladığım gibi “bir arkanıza bakın kim yolu kapamış ve ben neden burada sıkışmışım, anlarsınız” diye yüksek tonda cevap verdim. Hayır bağırmadım. Ona bağırma demem ben. Azıcık mahçup olan adam, lafını geri almaya çalışan ne olduğunu hatırlamadığım bir kaç cümle kurunca, karısı da kahkahasını anlamsız bir yerde patlattığı gibi geri aldı, dağılan ağzının burnunu toparlayarak. Belki de bunların hiçbiri böyle olmadı. Ben öyle gördüm. Ama beni alıp eski bir kızgınlığıma, bildiğim bir mağrurluğa ve hakkımı yiyerek üstüne beni rencide eden sözde yargıçlarıma götürdü. Düzenim bozulmuş, bir sonraki anlarımla ilgili tüm planlarım altüst olmuştu. Çocukken annemle gittiğimiz pazar gibi şimdi yaşadığım köyün pazarı da Çarşambaları kuruluyor. Meşhur Çarşambaların bizim köydeki pazarı duygu pazarı gibiydi bu sabah. Ama sakindim. Yağmur başladığında hala sakindim. Alışverişi bitirdikten sonra arabaya giderken biraz ıslanmayı göze aldım. Bir an önce eve gitmek, oğullarıma kavuşmak istiyordum. Yolda kendimi annem hakkında konuşurken buldum. Birine anlatır gibi. Ona yakıştırdığım tüm özellikler, sıfatlar ağzımdan düşünmeden çıkıyordu. Ne yalan söyleyeyim bayadır böyle ağlamamıştım. Hafızamın karanlık koridorlarında tozlu bir ampulü yakıp kıyıda köşede kalmış güzel anılarımın da, sevdiklerimle güvende hissettiğim sahnelerin de olduğunu görünce içim sevgi ile doldu. Belki de yağmurun yağması, sonbaharı başıma kakması, belki içime bir anda sevdiklerimi göremeden sarılamadan kaybedersem korkusunun düşmesi ya da hepsi ve camdan içeri dolan toprak kokusu, ölüm gerçeğini hatırlattı. Kendi ölümümü artık pervasızca karşılayamadığımı yıllardır farkındayım. Özellikle anne olduktan ve gurbeti yurt belledikten sonra. Oysa nerede yaşıyorsan artık orası yurdundur diyen bir ses de var içimde. Çocuklar yağmurda ıslanarak oynamaya devam ederken, teselliye ihtiyacı olan bir dosta çekildim. Kalpten kalbe sohbet açıldı da bana “aradığımın zaten kendimde olduğuna” dair aldığım işaretleri hatırlattı. Aslında ona kendisi için bir şeyler söylüyordum ki kendimle ilgili anılarımda o kapı aralanmıştı. Dar zamanlarımda hissederek yetişen, bu mucizeviliğine sunduğum her teşekküre “Senden sana “ hatırlatması yapan başka bir dost geldi aklıma sonra. Açık olmak boş olmak ile mümkün sanırım. Boş oldukça kendi deneyimine açılıyorsun. O zaman takip ededurduğumuz tüm bilgiler ve saydığımız tüm bilgeler sanki tamamen bize konuşuyor gibi geliyor artık, zaten yaşayıp anlatamadığımızı anlatır, anımsatır oluyorlar Sokrates gibi. Annesinin ebeliği doğurtmaya tecrübe kazanmasına yaradı belki. Kendinden kendini doğurman için, ölmeden önce ölmen gerekir mi, sorgulamamız için. İnsana, bir tek insana ait olan şeyin sorumluluğu neydi, diye sorgulamamız için. Bir şeye inanacaksak bunu en çok kimin için, ne için yapacağız düşünmemiz için. Bir müsibetin bin nasihattan yeğ tutulan öğretisi ne idi – bunu bilmem bana ne getirecek bulmamız için… Bence Sokrates baldıran zehirini onu zindana yollayan yargıçlar tarafından hatırlanmak için içmedi. Kendini duyguları, düşünceleri, sahip oldukları, zenginlikleri, yetenekleri, soyu sopu, ideolojisi, tuttuğu takım, topladığı eşya, edindiği bilgi sanan insanlara, kendi özlerini hissetmeden ölmemelerini hatırlatmak için infazını elleriyle gerçekleştirdi. Onu tehlikeli bulan yargıçlar da öldü ama biz hiç birini tanımıyoruz. Ama 2500 sene önce de yaşamış olsa onu hala anıyoruz. Uğruna yaşanacak bir nedeniniz olmalı. O uğurda yaşamana engel olanlar idamına karar verseler dahi, sırf hayatta kalmak için terketemeyeceğin bir neden olmalı bu, dedi. Yaşamak için ölmek mi, ölmek için yaşamak mı? Siz ne düşünüyorsunuz?
YorumlarM. Alagoz
{ 06 Kasım 2020 06:58:32 }
İnsan düşünsel ilgisini ne kadar dışsal, duyusal uyaranlar cangılında dolaştırırsa kendi varlığından o ölçüde uzaklaşıyor. Aslında her ne kadar dışarıdan uyarılar alsak da onlar bir biçimde algı kalıplarımızın formuna uyarlanarak içselleşiyor. Kalıplar aynı kaldığı sürece neyi algılarsak algılayalım bu kalıpların formuyla yargılarda bulunuyoruz, değerler oluşturuyoruz.
Diğer Sayfalar: 1. “Her fiil çerde bir eser bırakır” diye kadim bir söz vardır. İşte bu fillerin içerde bıraktığı eserler söz konusu algı kalıplarımızın yapısına göre suret kazanıyor. Temel olan bu kalıpların kaskatılığına, donukluğuna esir olup olmamaktır. Bunun bunu kırmanın en etkin yolu seçimsiz farkındalıktır. Farkındalık kendiliğinden değil, ancak içsel gözlemlerle; yapıp etmelerimizin hangi etkenlerle, itkilerle ve uyaranlarla yönlendirildiğini fark etmekle kazanılıyor. İnsan bilincini yönlendirirken, kendi halinin nice olduğunu tanıması ve fark etmesinin en güvenli malzemesi yine kendisidir. Sevgili Berna’nın son derece derin ve o ölçüde bu etkili yazısı insana bir güven, kendiyle yüzleşme konusunda yaşantıya dayalı güçlü gözlemler sunuyor. “Bir felaket ya da bir övgü ile sonuçlanmayan sade hayatlarda da ortaklıklar bulunurmuş. Bu kaosun gerisinde logosu barındıran kosmos varmış. Dil ile bilmek kalple anlamaya yetmiyormuş.” Açık olmak boş olmak ile mümkün sanırım. Boş oldukça kendi deneyimine açılıyorsun. O zaman takip ededurduğumuz tüm bilgiler ve saydığımız tüm bilgeler sanki tamamen bize konuşuyor gibi geliyor artık, zaten yaşayıp anlatamadığımızı anlatır, anımsatır oluyorlar Sokrates gibi. Bence Sokrates baldıran zehirini onu zindana yollayan yargıçlar tarafından hatırlanmak için içmedi. …insanlara, kendi özlerini hissetmeden ölmemelerini hatırlatmak için infazını elleriyle gerçekleştirdi. Kendimizi her zaman “Ben” olarak ifade ederiz. Her “Ben” biçim kazanması, yaşam karşında tutum belirlemesi kendine göredir ama başı boş değil. Kavram olarak evrensel Ben’in koşullara göre oluşmasının hükmüne bağlı olarak. Mutlak olan ve mutlak oluğu için sonsuz suretler halinde ortaya çıkan günlük benliklerimiz arasındaki bağın tarihsel, sosyolojik ve bireysel boyutlarını deneyime dayalı olarak sunan yüklü düşüncelerle dolu bir yazı. Tebrikler.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|