Olumlu gelişen her olaydan sonra, elde edilen başarıya katkıda bulunan herkes alkışlanır, kutlanır. Kimi zaman bu başarılar ödüllendirilir. Örneği, İsveç’te her sene toplanan bir derneğin çeşitli kurulları, önemli alanlarda başarılı kişileri NOBEL ödülü ile ödüllendirir. Alfred Nobel’in 27 Kasım 1895 tarihli ve 1896 yılı 30 Aralıkta açıklanan vasiyeti doğrultusunda kurulmuş bulunan dernek tarafından, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacı ile onurlu bir paye verilmektedir. Ama her alanda değil, yalnızca Edebiyat, Ekonomi , Fizyoloji veya Tıp, Fizik, Kimya ve Barış dallarında ödül vermekte.
Kimi zaman bu ödüllere layık olan kişiler, ödülü almayı reddetmiş, kimi zaman da Nobel ödülü almaya seçilen kişilein, ülkelerindeki hükümetler tarafından, bu ödülü almaları engellenmiştir.
Richard Kuhn’un 1938 yılında Kimya dalında Nobel ödülü almayı hak ettiği İsveç’te ilan edilmiş ancak, Adolf Hitler hükümeti buna izin vermemiştir.
1958 yılında ise Boris Pasternak Edebiyat dalında Nobel ödülüne layık görülmüş, fakat Sovyetler Birliği’nin başında bulunan Nikita Kruşçev tarafından bu ödülü almasına izin verilmemiştir.
1964 senesinde İsveç’teki kurul, Edebiyat ödülünü Jean-Paul Sartre’a verilmesine karar verir. Jean Paul, ödülü almayı reddeder.
Bugüne kadar 800 den fazla kişi veya kuruluşa Nobel ödülü verilmiştir.
Türkiye’de bu ödüllerden nasibini alan bir edebiyatçı ve bir de bilim adamı bulunması bizleri gururlandırmaktadır. Bence bu göstergede, bir ders yattığını düşünmekteyim. Bizim bir çok bilim insanımız Nobel ödülüne layık değil mi, diye bir soru sormaya kalksam, cevabın çok dallanıp budaklanacağına inanırım. Bir bilim insanı yetişmesi için araştırma yapması gerekir. Araştırma yapmak hava veya çeşmeden akan su ile olmamakta. Önce bilim adına bir kuram yaratması gerekir. Bu kuram üzerinde deneyler yapabilecek bir araştırma laboratuvarı olması gerekir. Ham madde ve diğer girdilerin bulunması gerekir. Araç ve gereçler bu konuda olmazsa olmazları teşkil etmekte. Tamam işte burada bu bilim adamına araştırması için bir bütçe gerekir. Kuramı üzerinde düşünürken ülkedeki enflasyonu, işsizliği, evindeki mutfağın yangınını düşünmemesi gerekir. Çalışmalarını yaparken ek göstergeden elime ne geçecek diye düşüncesi olmaması gerekir.
Bilim insanının, siyasi iktidarın PROFÖSÖRLÜK payesini, araştırma ve yayın yapmadan ulufe dağıtır gibi dağıtan bir ülkede, ‘siyasi eğilimimden dolayı yayınım kabul görmezse’ endişesi taşımaması gerekir. Sadece bilim üzerinde çalışması ve yoğunlaşması gerekirken, ülke içinde her an değişen gündemde çırpınan yurdum insanları, bir konuya teksif olmaktan uzak kalmaktalar.
Aylardır evlerde hapis yaşamı sürdürdük. Ekmeği bile alıp yıkadığımız oldu. Merdiven inerken tırabzanlara tutunmamaya gayret ettik. Evde kaldığımız 3 haftada dışardan içeri hiçbir çöp girmemesine dikkat ettik. Torunlarımıza bile sevgimizi farklı göstermeye gayret edip, bağrımıza taş bastık. Her gün salgının durumunu ekranlardan izledik. Kimseye zararımız olmasın diye evden dışarı çıkmadık. Bilim kurulu adında bir kurumun teşkil edilmesi, çok olumlu bir adım olduğunu toplum kabul etmekte. Ancak ‘ Bilim kurulu tavsiye eder, siyasi irade son sözü söyler ‘ diye aptalca bir cümle olmasını hayretle karşılamaktayız.
‘Bilim kurulunun tavsiyesine uymayacaksan, neden bu kurulu tahsis etmektesin?‘ diye adama sorarlar. Kurulun tavsiyesine uymadığından dolayı hayatını kaybeden her vatandaşın vebali, siyasi iktidarın eline bulaşır, diye düşünmekteyim.
Atatürk Hava Limanı adının ortadan kalkmasına yönelik pistin ortasına yapılan sahra hastanesinden tutun da, Ayasofya’yı ibadete açıyorum diyerek 320,000 insanı Anadolu’dan kaldırıp İstanbul’a taşıyarak, salgın hastalığın yayılmasına neden olan zekadan yoksun kafalarda, Giresun’da miting yaparak halka 5 liralık çay dağıtan zihniyetin aynı olduğu müddetçe, bu ülkede ne Pandemik hastalık süreci sona erer , ne de NOBEL ‘e aday çıkar diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.