|
|
İşçilerin Tarihi | Elli yıl önce elli yıl sonra 15-16 Haziran 1970Kategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 13 Haziran 2020 05:08:41 1970’e vardığımızda sendikal hareket ve iktidar arasındaki manzara şöyleydi: Birkaç yıldan beri Türk-İş (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) konfederal (üst) yönetimi, patronlar ve Süleyman Demirel’in yönetimindeki AP (Adalet Partisi) hükümeti, 1967’de kurulduğundan beri gittikçe güçlenen ve etkisi Marmara Denizi’nin eteklerinin çok ötesine yayılan DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve bağımsız radikal sendikaları kapatmanın yollarını arıyorlardı.
Bu takımlar değişik birçok yöntem denedikten sonra bir de yasa çıkarma yolunu kullanmak istediler. O yıllarda AP milletvekili, Türk-İş yöneticisi (daha sonra Türk-İş genel başkanı bile oldu) Şevket Yılmaz’ın öncülüğünde bir yasa tasarısı hazırlandı: Sendikal örgütlenmeye birçok yasak ve sınırlama getiren tasarının amacı DİSK’i ve radikal bağımsız sendikaları kapatmak, işçi hareketini Türk-İş’n tekeline bırakmaktı. Nitekim dönemin Çalışma Bakanı, bu isteği bir Türk-İş kongresinde açıkca dile getirmekten kaçınmadı. İşte bu yasa tasarısına radikal ve bağımsız sendikaların, DİSK’in ve işçi sınıfının tepkisinin adı 15-16 Haziran direnişidir. O iki gün boyunca, İstanbul ve İzmit başta, birçok kentte, kadın, erkek, genç ve çocuklar, evet evet çocuk emekçiler, yüz binlerce işçi işi durdurdu: Oturma grevlerini dev yürüyüş ve gösteriler izledi. İşçiler sokakları fethettiler. O iki gün boyunca İstanbul ve İzmit’in gecekonduları yürüdüler: İzmit’ten Ankara yolu izlenerek İstanbul’a akın akın işçi kitleleri geldi. İstanbul’da İstinye, Eyüb, Edirne yolu ve diğer yörelerdeki sanayi sitelerinden işçiler kent merkezine aktılar. Bu maalesef gerçekleştirilemedi. Çünkü iktidar ve İstanbul valiliği ellerindeki her türlü olanağı son dirhemine kadar ve kimi kez yasalara bile aykırı biçimde kullanmaktan çekinmediler: Haliç ve Galata köprüleri açıldı. Anadolu yakasından gelecekleri önlemek için ise Kadıköy, Üsküdar ve Haydarpaşa rıhtımları boşaltıldı. Vapurlar Marmara Denizi’ne çekildi. Deniz ulaşımı durdu(ruldu): Kimi sandal ve motorları saymazsak. Caddebostan, Altıyol, Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Vilayet önü polis ve askerle dolduruldu. İstanbul olağanüstü iki gün yaşadı. Ama işçilerin, devrimci öğrencilerin ve bilhassa genç emekçilerin yürüyüşü önlenemedi. Caddebostan’ın zenginleri ve burjuvaları pencerelerine, balkonlarına ve aklınıza gelebilecek her yere bayraklar asarak, işçilerin, basın-yayın organlarından kiminin uydurduğu güya “yağmasından” korunmaya çalıştılar, oysa işçiler protesto için yürüyorlardı başka şey için değil: Nitekim o günlerde adları bir dizi yolsuzluğa karışmış olan Başbakan Süleyman Demirel’in kardeşlerinin birkaç fabrikası, AP il ve ilçe binaları dışında hiçbir binaya bir şey olmadı. İşçiler hiç kimseye tek fiske vurmadılar. Anımsatmak için yazıyorum : 9 Haziran 1970’de dönemin Başbakanı Demirel’in iki kardeşi Ziraat Bankası’ndan 19 milyon TL kredi aldıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı ve kamuoyunun ilgiyle izlediği ve o günlerdeki en büyük mali skandallardan biri olan bu olay üzerine Demirel’in dokunulmazlığının kaldırılması gündemdeydi, 15-16 Haziran olayları sırasında. Bu nedenle göstericilerin “Demirel istifa” sloganı anlam kazanıyor. (19 Aralık 1970’de yapılan oylamada 276 parlamenter Demirel’in dokunulmazlığının kaldırılması için oy verdi. Ama 309 AP’li karşı yönde görüş belirtti. Ancak bu oylama sonucu son derece anlamlıydı ve tarihi önemini de yadsımamak lazım: Çok açık üç yüze yakın sayıda parlamenter Demirel’in karşısındaydı o günlerde. Ve herkes AP’den ve hükümetinden yaka silkiyordu.) 15 ve 16 Haziran’da gösteriler siyasi ve mali skandallar sürerken yapıldı: İstanbul ve İzmit’i, Sakarya, İzmir, Ankara ve Adana illerindeki gösteri ve yürüyüşler izledi. Kadın erkek yüzbinlerce işçi AP hükümetini, başbakanını ve bakanlarını kınadı, sendikal özgürlüğe getirilmek istenen yasak ve kısıtlamalar protesto edildiler. Yasa tasarısına karşı olduğu kadar, patronların tek yanlı kararlarına, patronların otoriterliğine ve işten çıkarmalara karşı da düzenlendi bu gösteriler. Ancak, iki günlük direnişin siyasi niteliği çok açıktır. Direniş, yasa tasarısı Millet Meclisinde görüşülürken düzenlendi. Meclis’in alacağı ya da almak üzere olduğu siyasi bir kararı, bir tüzel (hukuki) düzenlemeye yönelik kararı doğrudan doğruya etkilemeyi amaçladığı için açık siyasi bir eylemdir. Ayrıca birçok işkolunu, fabrikayı, işyerini, işletmeyi, mahalle, kent ve hatta bölgeyi kapsayan kitlesel boyutta yapılması açısından da genel grev niteliğindedir. 15-16 Haziran direnişi, siyasal genel grev özelliğini taşımasının yanı sıra, işçilerin yoğun kitleler halinde yaptıkları grev, gösteri, yürüyüş, miting ve gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılması için karakollara girilmesi türü eylemleri içeren geniş boyutlar taşıyor. Türkiye işçi hareketi tarihinde önemli bir dönemeci oluşturan bu eylemler dizisi, burada ayrıntısına giremeyeceğim çok daha derin ve birbiriyle ilintili siyasi, ekonomik ve toplumsal nedenlerden kaynaklanıyor: Örneğin işçi sınıfının 1960 başından beri siyasi bilinçlenmede devrimci nitelikli bir yol alması, gençlerin bilhassa öğrenci gençlerin ağırlıkta olduğu devrimci örgütlerin işçilerle somut ve organik ilişkilerinin bulunması gibi; TİP (Türkiye İşçi Partisi) ile DEV-GENÇ arasındaki reformist-devrimci ayrışmasının en canlı günlerinin yaşandığı bir ortamda ortaya çıkması gibi. Nitekim iki günlük gösteri ve yürüyüşte ve sonrasında bu ayrışma hep gündemdedir. Daha sonraki zaman diliminde devrimci örgütlerin lider kadrolarını oluşturacak gençler en ciddi/en kapsamlı devrimci deneyimlerini bu direniş süresince yaşadılar: Burada olayların içinde olayları yönlendirmek için ugraşan devrimci liderlerden biri olarak İbrahim Kaypakkaya’nın olayları aktaran dizi yazısında anlattıkları anımsanabilir… İstanbul’daki gösterilerin ikinci günü polisin müdahalesi ve ateş açması üzerine ölen ve yaralananlar oldu. Olaya müdahale eden askeri güçlerle göstericiler arasında çatışmaya varmayan karşılaşmalar yaşandı. Taraflar arasında sempati belirtileri görüldü: Özellikle genç subaylarla göstericiler arasında. Subayların bir kısmı askerlerin ateş etmemesi için çaba gösterdiler. O saatlerde işte “Ordu işçi elele!” sloganı atıldı.16 Haziran’da olayların içinde yer alan Hasan Basri Gürses, Kadıköy’den Haydarpaşa’ya doğru yürüyen göstericilerin Haydarpaşa köprüsü üzerinde önünü kesen askerlerin, makineli tüfeklerle havaya ateş ettiklerini yazıyor. (“Büyük Direniş, Tarihi Yürüyüş, 15-16 Haziran 1970”, Toplumsal Dayanışma, 15 Haziran 1993, s. 6). Grev, gösteri ve yürüyüşler özellikle sendika yöneticilerinin, gereken işbirliği ve sorumluluğu gösterememeleri/üstlenmemeleri/üstlenmekten çekinmeleri/hatta korkmaları sonucu, büyük bir isyana dönüştü: Denetlenmesi, belli bir biçimde yönlendirilmesi olanaksız. Olayların bu biçimi almasının altında sendikacıların olayların başından itibaren amaç, araç ve yapılacaklar konusunda yeterince açık olmamaları yatıyor. Onları ille eleştirmek için yazmıyorum. Daha sonraki yıllarda bizzat tanıma olanağı bulduğum sendikacılar, sendika liderleri ve işçiler kendileri de itiraf ettiler. Evet hazırlıksız yakalandılar. Örneğin Haziran başından beri gösteri için hazırlıklar yapan DİSK ve yöneticileri 14 Haziran toplantısından sonra sanki ipin ucunu kaçırmış gibidirler. Bu konuda bugün daha ayrıntılı sonuçlar çıkarabilmek için belge ve bilgi eksikliğini gidermek, polis arşivlerinde araştırma yapmak lazım sanıyorum. Polis arşivlerinde yapılacak araştırmalarla daha belirleyici veriler edinilebilineceğini umuyorum. Gösterileri düzenleyenlerin, katılanların ve izleyenlerin anlatı ve anıları da aydınlatıcı olacaktır. Bu konuda şimdiye kadar yayınlananlar yanında daha yayınlanacak olanlar da bulunuyor mutlaka. Şimdilik şu kadarını ekleyeyim: Sendikacıların beklemediği devrimci bir durum ortaya çıkınca en başta onlar şaşırdılar. Ve olaylar onların denetiminden çıktı. Ama başka kimse ve/veya örgüt(ler) de olayların gelişimini denetlemeye alamadılar. Veya almaya olanak bulamadılar. Dahası sendikacıların böyle bir durumda alacakları tavır önceden belirlenmemişti. Kimi TİP’li olan DİSK yöneticilerinin amacı devrim yapmak, devlet makinesini kırmak değildi. İşçi eylemlerinin yürütülmesi amacıyla oluşturulmuş merkezi bir yönetim yoktu. Veya varolan sendikalararası merkezi komite şaşırdı kaldı: Ne yapacağını bilemedi. Sağcı ve aşırı sağcı basının “Bolşevik ihtilal provası” gibi başlık atması ise en başta düzenle bütünleşmiş/düzenle bütünleşmeyi arayan reformist sendikacıları korkuttu. 16 Haziran akşamı, işçiler gösterilerine ertesi gün devam etmek üzere ayrılırken, hükümet sıkıyönetim ilan etti: İstanbul ve Kocaeli illerinde yönetim askerlere devredildi. Bir aylık sıkıyönetim daha sonra 16 Eylül 1970’e dek sürdürüldü. Saat 21 ile 05 arasında sokağa çıkma yasağı ise 16-17 Haziran gecesi sendika binalarının, TİP ve DEV-GENÇ bürolarının basılıp, aranması için kullanıldı. İşçi önderlerinin evlerine baskınlar düzenlendi. Birçoğu ve DİSK’in 25 yöneticisi gözaltına alındılar. Sıkıyönetim komutanlıkları, 19 Haziran’dan itibaren bölgelerindeki grev uygulamalarını ertelediler. Sıkıyönetimin yarattığı bu koşullardan yararlanmayı fırsat bilen patronlar, yüzlerce işçiyi, öncelikle DİSK üyesi, mücadeleci işçi önderlerini işten çıkardılar. 5 ile 6 bin arasında işçinin işinden edildiği biliniyor. Birçok işçi kara listelere alındılar. Bir daha özel sektörde çalıştırılmamak için. DİSK militan ve üyelerinden tutuklananlar, gözaltına alınanlar aylarca hapis yattılar. Özgürlüklerine kavuştuklarında işsiz bırakıldılar? Bu yıllar aynı zamanda DİSK’in en çok sayıda militan ve kadro oluşturduğu yıllardır. Gözaltı, tutuklanma ve işten atılma sonucu, işçilerde DİSK bünyesinde çalışmak ve bilinçlenme arzusu arttı. 15-16 Haziran’ın göz ardı edilmemesi gereken bir sonucu da bu gelişmedir. Sıkıyönetim, askeri ve polisiye baskılar üzerine İstanbul ve İzmit’te grev, gösteri ve yürüyüşlerin durdurulmasına karşın, işçiler protesto eylemlerini, İzmir, Ankara, Adana ve Gaziantep gibi kentlerde sürdürdüler. Bu illerdeki gösteriler, yasa tasarısı 29 Haziran 1970’de Senato’da kabul edilince ve Yasa 12 Ağustos 1970’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürülüğe girince, daha geniş boyutlar kazandı. Bu arada Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri Yasa’nın Anayasa’ya aykırı olduğunu bir bildiriyle kamuoyuna duyurdular. İşçi sınıfı ve gençliğin birlikte ve ortak mücadelesi vesilesiyle bilim kadın ve adamlarının, aydınların girişimi tarihi önemi açısından vurgulanmayı hakediyor. Direnişin ilginç yönlerinden biri de şudur: Türk-İş konfederal yönetiminin, sağcı basınla ağız birliği içinde, “kızıl ihtilal provası” diye niteleyerek, Direniş’e karşı çıkmasına rağmen, bu konfederasyona bağlı birçok sendikanın yönetim kadrolarının ve bilhassa üyelerinin Direniş’e katılmasıdır. Yürüyüşçülerin toplu olarak girdikleri ve greve/gösteriye çağırdığı fabrikalarda işçilerin katılmaktan başka çaresi yoktu; ama birçok kez Türk-İş’e bağlı sendika üyesi işçiler eyleme bizzat katıldılar. Hatta kimi yerde eylemin öncülüğünü üstlendiler. Bu gelişme, tabanda sosyalist, radikal ve devrimci işçilerin bulunmasıyla ilgilidir. Öte yandan, Türk-İş üyesi bazı sendikalar, üst yönetimi kamuoyu önünde eleştirme cesaretini bile gösterdiler. Sosyal demokrat sendikaların bu tavrı daha sonra DİSK’e katılmaya giden yolun açıcısıdır. Radikal sendikaların da bir süre sonra DİSK’te birleşmelerinde Direniş’in etkisi yadsınamaz. Bu arada bağımsız sendikalar da Direniş’i desteklediler, gösteri ve yürüyüşlere katıldılar. Kendi geleceklerini ipotek altına alan tüzel düzenlemeye karşı DİSK’le ortak hareket etmeleri, birkaçının daha sonra DİSK’e katılmasıyla sonuçlandı. Bu bağlamda bağımsız sendikaların mücadele içinde kurdukları “Bağımsız Sendikalar Direniş Komitesi” de anılmaya değer. Türk-İş’in yasa tasarısının hazırlanmasındaki rolü, AP hükümetini ısrarla desteklemesi, Direniş nedeniyle DİSK’i “kızıl sendika” diye karalama kampanyası, bu konfederasyonun onur ve inandırıcılığından çok şey yitirmesiyle sonuçlandı. Birçok sendika ve işçi ondan yüz çevirdi. DİSK’i yok etmek amacıyla çıkarılan yasa bir yerde DİSK’in güçlenmesine, Türk-İş’den ayrılan sendikaların DİSK’e katılımıyla büyük bir işçi örgütüne dönüşmesine yol açtı. Hür İşçi Sendikaları Uluslararası Konfederasyonu (İCFTU) bile üyesi olmasına rağmen Türk-İş’i eleştirdi. İCFTU ve bağlı sendikaların bazısı, Türk-İş’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin bile bizzat imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırı bir tüzel düzenlemeyi desteklemesini hoş görmediler. Bu örgüt temsilcilerinden Türkiye’ye özel olarak DİSK’i ziyarete gelenler, Türk-İş yöneticileriyle görüşmeyi reddettiler. Türk-İş sadece ulusal düzeyde değil, böylece uluslararası düzeyde bile kredisinden yitirdi. Ama ne gam! Türk-İş, DİSK’i sendikal yaşamdan silmeyi hedef seçtiği için, yasa tasarısını ve yasayı sonuna kadar savunmaktan beri durmadı: Bu amaçla ne yaptı biliyor musunuz? : Ağustos ayı boyunca Adana, İzmir ve Bursa’da “Türk işçisine kurulan tuzağı” anlatmak için “uyarı mitingleri” düzenledi. Bu mitinglerde hiç sıkılmadan yasanın Anayasa’ya uygun olduğunu bile savundu. Yasaya karşı çıkanları, sendikacı, gazeteci, öğretim üyesi, hukukçu yani herkesi “komünistlerin ekmeğine yağ sürmekle” suçladı. Türk-İş ne derse desin, ne yaparsa yapsın işçi sınıfının ve akıllı temsilcilerinin karşı koyduğu Yasa Resmi Gazete’de yayınlanmasına karşın UYGULANAMADI. TİP, Birlik Partisi ve trene son anda atlayan CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurup, Yasa’nın anayasal olup olmadığının saptanmasını istediler. 19 Ekim 1972’de Anayasa Mahkemesi, Yasa’nın sendika hakkını sınırlayan maddelerini Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti. Böylece işçi direnişinin haklılığı doğrulandı. Böylece Türk-İş, patronlar ve AP hükümetinin DİSK’i ve radikal bağımsız sendikaları kapatma hayalleri yasal olarak da engellendi ve gerçekleşemedi. Böylece şçi sınıfı, sendikal örgütlenme özgürlüğüne bağlılığını ispat etmiş oldu. Böylece parlamento dışı muhalefet gücünü göstermiş oldu. Parlamento dışı muhalefet, siyasi iktidarı, patronları ve uzlaşmacı sendikacıları yanıtlamasını ve geriletmesini bildi. Böylece yıllarca işçi sınıfının bilinçlenmesini önlemek, mücadele geleneğini unutturmak isteyenlere Direniş’le yanıt verilmiş oldu. Böylece işçi sınıfı sonrası için yol göstericilik görevini de yaptı. Ve nitekim ortak hafıza sakladı : Altı yıl sonra, 1 Mayıs 1976’da işçi sınıfı Taksim Meydanı’na yönelirken 15-16 Haziranda çizilen yolları, sokak ve caddeleri izledi. Taksim Meydanı’nın adı Bir Mayıs Meydanı olarak T büyük harfle Tarih’e böylece yeniden yazıldı. 15-16 Haziran eylemlerinde, işçi sınıfının kırıp dökme, yağmalama ve benzeri en ufak bir olaya bile karışmaması, kent merkezlerine doğru yürümesi, birbiriyle buluşmayı hedeflemesi, birçok yerde sessiz destek alması, önüne gelen tanklı askeri birlikleri, toplum polislerini kolayca geçmesi, polisler ve askerler arasında kafa karışıklıkları yaratabilmesi, DİSK üyesi işçilerle birlikte Türk-İş üyesi işçilerin de yoğun bir şekilde eylemlere katılması 15-16 Haziran’ı önceki işçi eylemlerinden farklı kıldı. 15-16 Haziran, kapsamı ve niteliği itibariyle en büyük, en militan; tarihsel ve siyasal sonuçlarıyla en önemli işçi eylemi olarak Türkiye işçi sınıfı tarihine bir doruk noktası olarak yazılmıştır. 15-16 Haziran 1970’te onbinlerce işçi fabrikalarından çıkıp yürüdü. Türkiye işçi sınıfının gücüne ve varlığına ilişkin hem dostlarının hem de düşmanlarının kafasındaki sorular yanıtlanmış oldu.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|