Günümün büyük bir bölümünü okumakla geçiriyorum desem yalan söylemiş olmam. Aklıma takılan birçok konu var, bunların cevabını aramaktayım. Bilhassa tarih en çok okuduğum konulardandır. Tarihsel olaylardan hep ders çıkartmaya çalışmışımdır. Bir tarih öğretmenimiz vardı, rahmet dilerim, hep savaşlar ve neticeler üzerinde konuşurdu. Hiçbir zaman savaş nedenini, ve sonrasında yapılan antlaşmaların etkilerini tartışmazdık. Halbuki tartışılacak en önemli konunun savaş nedeni olması gerekir.
Örneğin, 1711’de yapılan Prut Savaşı ve Osmancık’lı Mehmet Paşa’nın Ruslarla yaptığı antlaşma. Çorum Osmancıklı Mehmet Paşa’yı biz Baltacı Mehmet Paşa olarak biliriz. Savaşa ne olmuş, ve Rusya’nın sayıca az olan ordusu karşısına çok büyük bir ordu ile yürüyen Baltacı Mehmet Paşa neden Rus ordusunu imha etmemiş? Neden anlaşmayı kabul etmiş, bunu kimse bilmemekte.
Osmanlı Devleti’nin, tarih boyunca hiçbir zaman Rusya ile iyi geçinemediğini görmekteyiz. Osmanlı orduları her yüz yılda birkaç defa Rusya ile karşılaşmış, kimisinde kazanım, kimisinde kayıplar yaşamıştır. Tarihsel bakımdan analiz edildiğinde Osmanlı Devleti, güçlü dönemlerinde hazinesi dolu, Avrupa’daki ülkeleri bir şekilde haraca bağlamışken, gelirlerinin büyük bölümünü ise saraylar yapmaya harcamış. Osmanlı’nın topladığı vergilerden, yatırım olarak Anadolu’ya gözle görünen kalıcı bir yatırım yapılmamış. Bu yapılan eserler içinde sadece Mimar Sinan’ın 375 eserinin büyük bölümünün İstanbul’a yapıldığı bir gerçektir.
Saltanat, Sultan Süleyman’dan sonra, daha çok saraya kapanmış, beylikleri uzaktan kumanda ile yönetmeye çalışmıştır. Yeniçeri sefere çıkılmadığı için yağma yapamadığından huzursuz, geliri kısıtlanmış, asker yoksulluk çeker, Ocak içerden kaynamaya başlamıştır. Bu kaynamada çeşitli isyanlar İstanbul’da oluşur. Her isyanda Saray’ın verdiği tavizlerle daha da batağa doğru yol alnıır. Başka ülkelerden borç almaya başlar. Alınan borçların ödeme zamanı geldiğinde, boş olan hazine tekrar borçlanır.
Bu arada, alınan borçların karşılığı olmadığından, ve Osmanlı Devleti üretimi olmadığından borç batağına daha da batar. Osmanlı sultanlarının anneleri, genelde yabancı ırktan geldiğinden mi neden, ülkeyi sevmediklerine inanırım. Ermeni Virjin, Arnavut Sofi, Yahudi Suzi olarak temayüz eden Padişahların annelerinin, çocuklarına Lalalardan evvel Vatan ve Millet hakkında neler telkin ettiklerini bilmemekteyiz.
İslami açıdan bakarsak, Muhammed’in ardından gelen 4 halifeden sonra, dini başkanlık mertebesine sahip son Abbasi halifesini, Mısır seferinde himayesine alan Yavuz Sultan Selim, halifenin ölümünden sonra halifelik payesini üzerine almıştır. Sultan Selim’den sonra gelen her Padişah, halifelik görevini üstlenmiştir. Yavuz Sultan Selim’den bu yana gelen, Halifelik vecibeleri, dini liderliğin icaplarını da yerine getirmek mecburiyeti doğurmuştur.
Son Halife Abdulmecid Efendi 19 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi tarafından oy birliği ile Halife seçilmiştir. Ancak 1 Kasım 1922’de yine Büyük Millet Meclisi, Saltanat’ın Hilafet’ten ayrılmasına ilişkin yasayı da kabul etmiştir. Bu iki işlemin yapılması konusunda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, buna mezun muydu? diye hep düşünürüm.
Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisi 03.03.1924 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 431 sayılı yasada ilk madde aynen şöyle demekte:
1. ‘’ Halife hal’ edilmiştir. Hilafet Hükûmet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.’’
Şimdi Türkiye’de her söylediği söze kanun çıkartan, ancak kanunen sorumlu olmayan, ülkeyi dilediği gibi yönetmeye kalkan birisi çıksa, “mademki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hilafet hakkında karar alabiliyor, öyleyse ‘Ben Halife olacağım,’” dese, bununla ilgili Büyük Millet Meclisi’ne bir de kanun tasarısı gönderse, böyle bir olasılık karşısında Milletvekilleri ne diyebilir, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.