Şimdi tam sırasıdır gelin birlikte bakalım: Acaba sözü gösterme(k) olanağını bulabilecek miyiz? Türkiye’de, bildiğimiz gibi, neredeyse her şey sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Ama bununla birlikte, bir önceki yazımda değindiğim gibi, sözlü tarih çalışmalarımız maalesef gelişmemiştir. Hatta hemen hemen hiç yoktur. Veya epey sınırlı da olsa son on yıllarda bir kıpırdanma söz kosunudur diyelim. Evet son yıllarda sözlü tarih söz konusudur kimi üniversite çevrelerinde.
Ortak hafızamızın canlı tutulması, ortak gelenek ve göreneklerimizin yaşatılabilmeleri için sözlü tarih gereksinimi birincil önemdedir. Hele bizimki gibi, “kalkınma”nın ve “avrupai” / ”batısal” / “yabancı” yeni yaşam biçimlerinin her yönden saldırdığı, gelenek ve göreneklerimizi sarstığı hatta yıktığı, yokettiği toplumlarda.
Evet yeni tür yaşam biçimleri bütün araç gereçleriyle, reklam, video, televizon, her türlü medya, sinema ve filmlerdeki dolaylı reklamlar ve daha binbir yol ve yöntemle hücumdadır:
Örneğin ABD çıkışlı içecekler, örneğin yine ABD çıkışlı “köfteler” bütün toplumların içecek ve yiyecek alaşkanlıklarını allak-bullak ettiler, ediyorlar. Hemen hemen her cografyada, her ülkede, her memlekette yerel gelenekler, yerel yemekler, yerel içecekler savunmadadır:
Örneğin lahmacun (ekmek içinde et anlamına geliyor Arapçada. Arapçadan diğer dillere geçince, doğuşsal anlamı unutuldu) neredeyse “tu kaka” konumuna getirildi.
“Döner Kebab” / “Kebab” dayanıyor, ismini herkese duyurdu, yeni mekanlarda da “oynuyor”, yeni fanlar kazanıyor ama “İskender Kebab”lar, Adana kebablar, Urfa kebablar maçı yitirmek üzere...
Oysa adını andıklarımın tümü ve daha niceleri yemek kültürümüzün ve giderek bizzat kültürümüzün önemli birer unsurudur. Sahip çıkılması gereken. Ulusal zenginliğin parçalarıdır yemek alışkanlıkları, yemek türleri.
1900’lerde “Beyazlar” Kanada’nın kuzeyinde yerleşik İnuit’lere (“Eskimolar” adı takılan halk) şekeri karşılıksız dağıtıyorlardı. O günleri bir İnuit bakın nasıl anımsıyor:
“Başlangıçta hiç hoşumuza gitmiyordu şeker. Bir türlü sevemiyorduk. Bunun için şekeri bize beleş veriyorlardı. Yıllarca ugraştılar. Sonra şekeri beğenip kullanmaya başlayınca, fiyatını artırdılar. Şimdi şeker fiyatı çok yüksek.”
Uluslarüstü, devletlerötesi dev şirketlerin artık insanları şekere alıştırana kadar ücretsiz dağıtılanların da karşılığını aldıklarında kuşkumuz yok.
Bir halkın yemek alışkanlığının nasıl altüst edildiğinin başka örnekleri de var: Türkiye’den çocukluk günlerimden bir anımı aktarayım:
1960’lı yılların başında, ilk getirildiği sırada, margarinin fiyatı son derece düşüktü.Yemek yapmakta kimse margarin kullanmazdı. Ama ardı arkası kesilmez reklamlar, zaman zaman “hediye” adı alında beleş dağıtımlar sonucu insanlar, “Bir de bunu deneyeyim” diyerek, ufak ufak ta olsa margarin kullanmaya başladılar. O zamanlar süresince fiyatının düşüklüğü de bu tercihte belirleyici oldu elbette.
Ve margarine alışıldıkca, tüketimi arttıkça ve ülke içinde yayıldıkça fiyatı yükseltildi.
Piyasaya gittikçe eğemen olan devletlerüstü şirket (adını reklamını yapmamak için yazmıyorum) 1970’lerin ortasında yapay kıtlık bile yaratarak Bülent Ecevit hükümetinin düşmesine katkıda bulundu. Hem yemek alışkanlıkları değiştiriliyordu, hem de, gerekirse, hükümetler ... Böylece yemekteki göreceli tekel siyasi araç biçiminde de kullanılmış oluyordu.
Bunları böylesine yazıp, anlatmak yerine elimde annemin, ninemin, ablalarımın, teyze veya halalarımın bunları anlattığı bir film olsaydı ve bu filmi size gösterebilseydim, algılamamız, o günleri anlamamız mutlaka daha kolay olurdu.
O yıllardaki reklamları, beleş margarin dağıtım kampanyalarını, yurttaşların takındıkları tavırları, adı geç(mey)en şirketin yarattığı yapay kıtlığın basın ve yayın organlarınca nasıl yansıtıldığını da belgelemiş olurdum.
İşte söz o zaman gösterilmiş (de) olacaktı. Aradığımız da budur. Sözün gösterilmesi sözlü tarihimiz için. Ortak hafızamızın kalıcılaşması umuduyla.