|
|
Kötülüğün Sıradanlığı: Sıradan İnsanlar Neden Gaddarlık Yapıyor?Kategori: Makale | 0 Yorum | 22 Şubat 2020 08:46:59 Okullardaki tarih kitaplarının içeriğini hatırlayın; eğitim süreci içinde size öğretilen tarih sanat tarihi ya da bilim tarihi değil, ağırlıklı olarak savaş tarihidir. İnsanlık tarihi gerçekten de büyük savaşlar ve katliamlarla doludur. İnsanlığın tuttuğu kayıtların atılım yapması dolayısıyla yirminci yüzyıl içinde yer alan bu korkunç şiddet olaylarına daha detaylı olarak tanıklık etmekteyiz. Görsel ve işitsel belgeler, savaşların ve katliamların sarsıcı dehşetine ilişkin bizlere daha çok bilgi veriyor.
Örneğin Japonya’nın, Nanking Katliamı’nda 300.000’den fazla sivili öldürdüğünü biliyoruz. Sovyet askerlerinin Doğu Avrupa’da en azından binlerce, potansiyel olaraksa yüz binlerce kadına tecavüz ettiğinden haberdarız (Rzheshevsky, 2002), (Beevor, 2002). ABD tarafından Hiroshima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yüz binlerce insanın ölümüne, daha fazlasının ise sakat kalmasına neden olduğuna tüm dünya şahit oldu. Hitler savaşı kaybettikten ve faşist Nazi ideolojisi çöktükten sonra, milyonlarca “aklı başında” insanın bu denli şiddet dolu bir ideolojiye kapılması ve uyum sağlaması bilim dünyasının ilgisini çekti. Dolayısıyla buna neden olan faktörler araştırılmaya başlandı. Bu bağlamda 1951 yılında Solomon Asch insanların, bir çizginin ne kadar uzun olduğuna ilişkin değerlendirme yaparken bile diğer insanların yanlışlığı apaçık olan yargılarından etkilendiğini gösterdi. Buradan da okuyabileceğiniz Asch’in bulgularına göre, insanların yaklaşık dörtte üçü, gerçek tüm çıplaklığıyla ortada olsa bile çoğunluğun yanlış yargısına uyum gösterip, buna uygun hareket ediyordu 1. Adolf Eichmann, Hitler’in emri altındaki üst düzey bir komutandı. Görevi, Yahudilerin toplama ve imha kamplarına nakil işlemlerini organize edip, yönetmekti. Savaş sona erince Eichmann kaçarak ortadan kayboldu. Ancak 1960 yılında İsrail Gizli Servisi MOSSAD tarafından Arjantin’de yakalandı. Milyonlarca insanın ölümünden ve tarifi zor acılarından sorumlu olan Eichmann’ın yargılanması İsrail’de yapıldı. Dünyanın her tarafından duruşmaları ilgiyle takip eden insanlar, mahkeme heyetinin karşısında bir canavar, gözü dönmüş bir cani görmeyi bekliyordu. Ancak karşılarında sakin ve yumuşak başlı bir adam hatta sıkıcı bir bürokrat görmeleri şaşkınlığa neden oldu. Eichmann’ın tanıdıkları da onun cana yakın, güler yüzlü ve sevilen bir insan olduğunu söylüyordu. Eichmann’a tüm bunları neden yaptığı sorulduğunda başlıca savunması şuydu: “Çok sayıda insanın yer aldığı, muntazam işleyen bir sistemimiz vardı ve ben o sistemin bir parçasıydım. Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum.” * Eichmann’ın davasından birkaç ay sonra Philip Zimbardo yaptığı ünlü araştırmada insanların otoriteye ne dereceye kadar itaat edebileceğini şık bir deneysel düzenle gösterdi. Detaylarını buradan okuyabileceğiniz deneyin sonucuna göre insanlar, başka insanlara psikolojik acılar çektirmek pahasına otoriteye itaat etme konusunda kuvvetli bir eğilime sahipti2. Üstelik itaat etmedikleri durumda kendilerine herhangi bir yaptırım uygulanmayacaktı. Zimbardo defalarca tekrarlanıp benzer sonuçlar veren deneyiyle ilgili daha sonra şöyle yazacaktı: “Sadece işlerini yapmakta olan sıradan insanlar herhangi bir düşmanlık hissetmiyorken bile, çok yıkıcı bir sürecin aktörleri olabilirler. Dahası, yaptıkları şeyin yıkıcılığı ayan beyan olduğunda bile, ahlakın temel standartlarıyla uyumsuz şeyler yapmaları istendiğinde, pek az insan kendisinde otoriteye karşı çıkacak gücü bulur.”Zimbardo'nun deneyi, ondan on yıl kadar önce yapılan ve insanların sadece psikolojik değil, fiziksel acı çektirmek pahasına bile otoriteye itaatlerini doğrulayan, detaylarını buradan okuyabileceğiniz Milgram Deneyi'nin sonuçlarını bir başka açıdan yankılıyor gibiydi. * Sosyal psikolojideki benzer deneyler ve araştırmalar paralel sonuçlar vermektedir. İnsanların büyük bir kısmı kendi yargısından çok çoğunluğun yargısına güvenir, ahlaki olarak yanlış bulduğu eylemleri bile eğer çoğunluk ya da otorite onaylıyorsa yapar (Kaldı ki otorite çoğu durumda çoğunluğu temsil eder). İçinde bulunduğumuz sosyal yapıya ve kültüre uyum sağlama yeteneği, insana kendisinin bile inanamayacağı derecede etki eder. 2012 Kanada yapımı “The Act of Killing” isimli belgeselde, 1965-1966 yıllarında Endonezya’da komünist olarak görülen yaklaşık 1 milyon kişinin, sıradan sivil vatandaşlar tarafından öldürülmesi anlatılır. Yönetmen Joshua Oppenheimer, bu katliamı gerçekleştirip günümüzde halen sağ olan –ve yaptıklarından dolayı hâlâ hiç ceza almamış- insanlarla görüşür ve öldürme olaylarını anlatmalarını ister. Özellikle ismi Anwar olan ve yaklaşık 1000 kişiyi öldürmüş bir adama odaklanır. Anwar yaptıklarını gülerek, eğlenerek ve gururla anlatır. İnsanları kan çıkarmadan nasıl öldürdüğüne ilişkin kendi geliştirdiği yöntemleri açıklar. Belgesel boyunca yönetmen, Anwar’ın zihninde katliamın nasıl meşru hale geldiğini ve ne kadar sıradanlaştığını gözümüze sokar. İzleyiciyi afallatan, yaklaşık 1000 kişiyi öldüren bir insanın ürkütücü sakinliğidir. Sosyal psikolojide “Temel Atıf Hatası” (Fundamental Attribution Error) olarak adlandırılan eğilim, insan davranışlarının nedenine ilişkin öngörülerde bulunurken içine düştüğümüz yanılgı ile ilgilidir. Davranışlara ilişkin gerekçelerin iç kaynaklı mı yoksa dış kaynaklı mı olduğu konusunda hatalı yargılarda bulunma eğiliminde oluruz. “Kötü” davranışları başkası yapmışsa nedeni genelde yapanın kişiliğine, biz yapmışsak çevresel faktörlere atfederiz. Oysa “iyi” davranışlar sergilemişsek bunu kişiliğimizin bir ürünü olarak görürken, başka bir insanın yaptığı iyiliklerin nedeni olarak dış faktörler arama eğiliminde oluruz. Örneğin, çalıştığımız şirkette hızla kariyer yapan bir insanın başarısının nedenini onun yüksek yerlerdeki tanıdıklarına, kurduğu ilişkilere ya da basitçe şansına bağlarız. Oysa biz kariyer basamaklarını hızla tırmanıyorsak bunu yeteneklerimize ve çalışkanlığımıza atfederiz. Ya da sınavdan kötü not almışsak bunu hocanın kıt notuna, soruların kalitesizliğine, gözetmenin ayak seslerine bağlarız. Ancak bir başkası kötü not almışsa bunu doğrudan onun hak ettiğini düşünürüz. * Temel Atıf Hatası’nın da etkisiyle çoğu insan, Eichmann’ın davranışlarını onun kötü kişiliğiyle, gaddarlığıyla, sadistik eğilimleri ile açıklamaya çalışır. Ya da soykırım suçu işleyenlerin “gaddar, kötü insanlar” olduğu düşünülür. Aynı şekilde Anwar gibi katillerin davranışlarının nedeni onların sadistik kişiliğiyle ilgili görülür. Bize göre diğer insanların yaptığı kötülüklerin nedeni onların kötü insanlar olmasıdır. Bu bakış açısındaki temel sıkıntı bizim o “diğer” insanlar olmamızdır. Çoğu insan belirli koşullar altında diğer insanlara haksızlıkta bulunur, kötülük yapar, hatta onları öldürür. Bu tüm insanlar için geçerli olmasa bile insanların ezici bir çoğunluğu için geçerlidir. Çevre kirliliği ile ilgili serzenişte bulunup yere çöp atanlar, yayalara yol vermeyen araçlar, sınavlarda kopya çekenler, diğer insanların çoğu benzer şeyi yaptığı için kendi yaptıklarını haklı ve meşru görürler. Kadına şiddeti kınayıp sonra kadına vuranlar bunun gerekçesi olarak o kadının “kötü davranışlarını” ve “bunu hak ettiğini” sunarlar. İstediği işe torpille girmeye çalışanlar, sistemin böyle olduğunu doğal olarak da kendilerinin buna mecbur olduğunu söylerler. Sıradan bir insanın birini öldürmesi size daha uçuk bir fikir gibi görünebilir; ancak birini vatan, din, ideoloji vb. “kabul edilebilir” bir gerekçeyle öldürecekseniz, bu sizin için (ve birçok insan için) kahramanlık anlamına gelir. Yaptığınız hemen hemen her kötülüğü, toplumun çoğunluğunda bu kötülük normal olduğu ya da şartlar sizi buna zorladığı için meşru görürsünüz. Kötülük, sıradan insanın içinde toplum tarafından uyandırılıp meşru kılınmayı bekler. Tarih boyunca birçok ülkede etnik azınlıklar ya da farklı ideolojide insanlar, toplum ve devlet tarafından göz yumulduğu –hatta teşvik edildiği- için sıradan insanlar tarafından katledilmiştir. Temel Atıf Hatası hepimizin içinde bir ölçüde mevcuttur ve elbette kişiler arası farklar vardır. Ancak toplumdaki bazı gruplar, olayları değerlendirirken bu türden hataları yapmaya daha çok eğilimlidir. Barnett ve Hilz (2018) yaptıkları araştırmada erkeklerin tecavüz ile ilgili tutumlarını incelediler. Muhafazakâr bir yapıya sahip erkeklerin tecavüzle ilgili atıfları daha çok kadınlara yaptıklarını buldular. Örneğin “kadın da istiyordu”, “aslında bu tecavüz kapsamına girmez”, “tahrik vardı” gibi ifadeler daha çok muhafazakâr erkekler tarafından benimseniyordu. Benzer bir çalışmada ise (Barnett ve Sligar, 2018) erkeklerde dindarlık oranı arttıkça, cinsel saldırıda bulunan erkeğe daha az sorumluluk atfettikleri bulundu. Daha dindar erkekler, erkeğin kadına cinsel saldırısı ile ilgili kadını “suçlama” eğilimdeydi. Sahar ve Weiner (2006) yaptıkları araştırmada, fakirliğin genel nedenlerini sorduklarında muhafazakâr öğrencilerin bunu daha çok fakir insanların özelliklerine (yeteneksizlik, tembellik), açık fikirli öğrencilerin ise çevresel şartlara (aile geçmişi, çevresel koşullar, sosyal dezavantajlar) atfettiğini buldular. Kluegel (1990) Afro-Amerikalıların beyazlardan daha fakir olmasıyla ilgili tutumları inceledi. Muhafazakâr beyazların bu ırkı daha tembel, daha motivasyonsuz ve daha az zeki olarak gördüğü bulundu. Arceneaux ve Stein (2006), muhafazakâr insanların doğal afet mağdurlarını, doğal afetin nedeniyle ilgili daha sorumlu gördüğünü buldu. (Ülkemizde de depremin nedenini, oluştuğu bölgedeki insanların “ahlaksızlığı” ile açıklayanlar olduğunu hatırlatalım.) Benzer araştırmalar aynı doğrultuda sonuçlar vermiştir: Muhafazakâr insanlar; işsizler (Skitka & Tetlock, 1992), evsizler (Pellegrini ve ark., 1997), obezler (O’Brien ve ark., 2007) ve AIDS hastaları (Skitka & Tetlock, 1992) konusunda hep aynı bilişsel yanılgıya düşmektedir. Bu durumları o insanların yeteneksizliğine, hatalarına ve sorumsuzluklarına bağlamaktadırlar. Doğal olarak daha dezavantajlı kesimlerden insanlarla bir çatışma baş gösterdiğinde şiddete başvurmakta bir sakınca görmezler; çünkü bu insanlar kendi seçimleri ve sorumlulukları sonucu bu duruma düşmüşlerdir. Görüldüğü gibi muhafazakâr insanlar Temel Atıf Hatası’na daha fazla düşmektedir. Benzer bir durumu kendi destekledikleri gruplar yaşadığında da bakış açılarını tamamen değiştirerek, ağırlıklı olarak çevresel faktörlere atıfta bulunurlar. Örneğin, Amerikalı askerler Iraklı sivilleri öldürdüğünde bundan askerlerin değil ölen sivillerin, soyu tükenmekte olan vahşi bir hayvan polisler tarafından öldürüldüğünde ise bundan ölen hayvanın sorumlu olduğunu düşünmektedirler (Morgan ve ark., 2010). Daha önceden bahsettiğimiz sosyal uyum ve otoriteye itaat konusunda da benzer bir ayrışma vardır: Muhafazakârların sosyal baskı karşısında görüşlerini daha çabuk değiştirdikleri (Mallinson ve Hatemi, 2018) ve otoriteye itaat etme konusunda daha eğilimli oldukları da bilinmektedir (Altemeyer, 1998). Tüm bu bulguları herhangi bir kitlesel kötülüğe uyarlayalım. Savaş sırasında düşman ülkelerdeki kadınlara tecavüz eden askerler öncelikle çevrelerindeki birçok asker benzer şeyi yaptığı için bunu zihinlerinde normalleştirirler. Tecavüzün nedeni olarak bu kadınların tecavüzü “hak ettiği” gibi bir yaklaşım edinirler. Kendi davranışlarının sorumlusu olarak da kendilerini değil savaş şartlarını gösterirler. Tarihte bunun sayısız örneği bireysel ya da toplumsal ölçekte vuku bulmuştur: Tecavüzcüler, tecavüz eyleminden kadını sorumlu tutar ve hak ettiğini söyler. Egemen bir ulus, kendi topraklarında yaşayan bir etnik gruba soykırım uygular ve o grubun bunu “hak ettiğini” söyler. Birileri, asırlardır komşusu olarak yaşayan bir etnik grubu öldürür, evini barkını yağmalayıp, istila eder ve kimse bunu yaptığı için kendini sorumlu görmez. Öldürmeyi, tecavüzü ve yağmayı meşru kılan inanç türleri ve gelenekler de bu eğilimi besleyerek suçun tanımını değiştirir, kötülüğü sıradanlaştırır. Davranışı örgütlü inançlardan ve geleneklerden daha çok etkilenen muhafazakâr insanlar da yaptıklarını daha meşru, kendilerini daha haklı görürler. * Siyaset bilimci ve filozof Hanna Arendt, Eichmann’ ın yargılandığı duruşmalarla ilgili izlenimlerini anlattığı kitabını “Kudüs’teki Eichmann: Kötülüğün Sıradanlığı” olarak adlandırmıştır. Arendt’e göre Eichmann, “korkunç derecede normal” bir insandır. Ona göre kötülük yapan bir insan kendisinin kötülük yaptığını düşünmez; sadece belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket ettiğini düşünür. Bizim “kötü” olarak nitelendirdiğimiz insanlar kendilerini kötü olarak görmezler. Onlara göre asıl mağdur kendileridir, bu mağduriyetlerinin nedeni de kendi hayatlarında karşılaşmış oldukları çevresel faktörlerdir. Kötülüklerini bu şekilde kendi zihinlerinde meşru kılarlar. Başka insanları mağdur ettiklerinde de bunun sorumlusu olarak –ironik bir biçimde- bu mağdur insanları görürler. Katiller, katli haklı görür, kurbanı suçlar. İnsan öldürenler, işkence edenler, tecavüz edenler, bu olayların yaygın olduğu durumlarda kendinde sorumluluk görmeyen sıradan insanlardır. Gördüğümüz gibi özellikle belirli gruplar zihinlerinde hemen her şeyi çabucak normalleştirir. Bu bazen o kadar ileri uçlarda yer alır, insani bakış açısı o kadar körelir ki, çoğu durumda soykırım bile haklı ve meşru görülür. Kitlesel zulüm, tek tek bireylerdeki konforlu sıradanlığın doğurduğu "anonimlik" ile ortaya çıkar. Sorgusuz uyuma dayalı itaat gaddarlığı doğurur. Gaddarca suçlar işleyenler sadece gaddar insanlar değildir. Eichmann sıradan bir memurdur, Anwar sıradan bir komşunuzdur. Çünkü kötülük sıradandır.
Fatih Birinci | evrimagaci.org
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|