|
|
Bir Duyarlı Adam - Vüs'at O. BenerKategori: Kültür/Sanat | 2 Yorum | Yazan: Cemil Eren | 13 Nisan 2008 11:03:51 Cemil Eren bu yazısında, Çağdaş Türk Edebiyatı'nın yenilikçi öykü, oyun ve roman yazarlarından, yakın dostu Vüs'at Orhan Bener'i anıyor ve anlatıyor. Türk öykü ve romancılığının en özgün isimlerinden birisi olan Vüs'at O. Bener nerdeyse elli yıllık edebiyat yaşantısını görünmek, öne çıkmak, sevilmek, anlaşılmak, popüler olmak kaygılarından uzak geçirmişti. Bu büyük ustayı 31 Mayıs 2005 yılında yitirdik. Yapıtları gibi ölümü de sessizlikle kuşatıldı.
VÜS’AT O. BENER Ellili yılların ikinci yarısı. Sanat ve sosyal yaşantımın odak noktası, Kızılay Zafer parkı yanındaki Adil Han’da bulunan atölyemdi. Galeriler, sinemalar, yabancı kültür merkezleri, tiyatrolar hep yakınımdaydı. Ankara’nın ünlü Piknik lokantası da Kızılay’da idi. Oraya gittiğimizde ayakta ya da oturup bira içerken tanıdık birilerine rastlardık mutlaka. Hele yaz aylarında sokağa uzanmış daracık terasta bulvardan gelen geçene bakarak Ankara’nın en güzel biralarını yudumlamanın tadına doyulmazdı. Akşam üzeri iş yerlerinden çıkan insanlar, Kızılay’da bir iki tur atarak yorgunluk giderirlerdi. Piknik, tiyatro sanatçıları, operacılar, müzisyenler, gazeteciler, yazarlar, mimarlar ve ressamların uğrak yeriydi. İstanbul’dan Ankara’ya bir iki günlüğüne gelenler bile Piknik’e uğrardı. . Özen pastanesi bulvar üzerindeydi. Güzel havalarda bulvara uzanan terasta oturup günün olaylarını konuşmak başka bir keyifti. Paris kahvelerini andırırdı. İçeri girince duvarlarda ve tavanda uçuşan melek figürleri fresklerini görmek şaşırtırdı insana. Yakın arkadaşım ressam Ruhi Baksı ile o kahveye 1947’den beri giderdik. Adil Han 26 numaralı atölye Kızılay’da dolaşan sanatçılara , uğrayıp çay içebilecekleri, oturup sohbet edecekleri bir yer daha sunmuştu. Ruhi Baksı çalıştığı bankadaki işi bitince doğru bana gelirdi. Eşref Üren, Arif Kaptan, İhsan Cemal Karaburçak, Şerefnur Ayiter, Adnan Turani, Lütfü Günay, Jerfi Kayıhan, opera sanatçısı Nevzat Çidamlı sık gelenler arasındaydılar. Tiyatro sanatçısı Kemal Bekir Özmanav benimle aynı katta bir elektrik bürosunda muhasebecilik yapardı. Ulvi Uraz ceza evinden çıktıktan sonra Devlet Tiyatrosuna alınmadığı için boş geziyordu. Oğuz Bora benim yaptığım bir dekorla, Tennesse Williams’ dan Can Yücel’in çevirdiği Cam Kırıkları’nı Beşinci Tiyatroda sahnelemeye çalışıyordu. Rahmetli sevgili Baykal Saran gencecik, deneyimi az bir oyuncu olarak oyunda rol almıştı. Orta okulda beraber okuduğumuz Turgut Uyar’la, uzun yıllar sonra, Ankara’da karşılaşmıştık. O gelip gittikçe başka yazarlar da atölyemi öğrenmişlerdi. İlk sergimi 1957 yılının Ocak ayında Türk-Amerikan Derneğinde açmıştım. Vüs’at O. Bener’le ilk sergiden önce mi tanışmıştık anımsamıyorum. Resimlerimden deniz kavkıları ile yapılmış iki kolajı kardeşi Erhan Bener’e düğün armağanı olarak almıştı. Kolaj çalışmalarımı yapmaya yeni başlamıştım; elime geçen dayanıklı ve plastik değeri olduğuna inandığım malzeme artıklarını, “deniz yıldızı, midye kabukları, ıstakoz kıskaçları, çakıl taşları, iğne ve metal parçaları vb.” kalın boyalarla kontrplak gibi sert, dayanıklı zeminler üzerine yapıştırıyordum. Vüs’at, ne yaptığımı ve nereye doğru gittiğimi kestirebiliyor, beni yüreklendiriyordu. Vüs’at’ın ‘Dost’ adlı öykü kitabını, onunla tanışmadan önce okumuştum. Tanıştığımız sıralarda Salim Şengil’in Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde düzeltmen olarak çalışıyordu. Atölyem Bayındır sokağa bakardı. Vüs’at’ın evi Mithat paşa caddesindeydi. Çok yakındık. Vüs’at evine giderken Bayındır sokaktan geçerdi. Penceremden geçtiğini görür, seslenirdim. Acele işi olsa bile yukarı gelirdi, biraz sohbet ederdik. Hukuk Fakültesine devam ettiği yıllardı. Benim atölyemden, Vüs’at’ın evinden konuk eksik olmazdı. Cevat Çapan, Füruzan, Oğuz Atay’la Vüs’at’ın evinde tanışmıştım. Vüs’atın müzik bilgisi çok iyiydi. Eşi Raziye bir dönem Ankara radyosunda müzik yayınları yaparken yardım ederdi. O zamanların ünlü müzik yorumcusu Faruk Güvenç’i hayretler içinde bırakan programlar ve yorumlarda Vüs’at’ın katkısı olurdu. Vüs’atla Raziye arasındaki evlilik yorgunluğu aralarında geçen önemli bir olayla ortaya dökülmüştü: Nuri İyem, Can Yücel ve Vüs’atla buluşup, o yıllarda pek gözde olan, yazarların, çizerlerin sık uğradıkları, Akdeniz mimarisine benzer biçimde dekore edilmiş Üç Nal lokantasında yemek yemiştik. Nuri bir yerlere daha gitmekte kararlıydı. Can evine döndü. Biz tren istasyonunun yanındaki ünlü Gar Gazinosuna gittik. Kravatsız içeri sokmadıkları için emaneten taktığımız gazino kravatlarıyla girdik içeri. Yalnızca yemek yenip çıkılacak bir yer değildi. Müzik, dansözler… Nuri severdi böyle yerleri. Vüs’at da içince coşardı. O gece çok içmiştik. Başımız hoştu, çok eğlenmiştik. Ertesi sabah Vüs’at atölyeye geldi. Çok geç bir saatte eve döndüğü için Raziye kapıyı açmamış. O da sokağa bakan pencereyi kırıp içeri girince korkunç bir kavga patlamış. Masa, sandalye kırmacasına. Bir fırtınanın başlangıcı olmuş o kavga. Biriken anlaşmazlıklar ortaya dökülmüş. Raziye çok iyi bir dosttu. Ayrılmalarında ben Raziye’nin tanığı oldum; anlaşmalı olduğu için bir celsede bitti boşanma davası. Ayrılmaları bir dönemin kapanması gibi hüzünlendirmişti beni. Vüs’at’ı tanımayanlar asık suratlı olduğunu düşünürlerdi. Sıkıcı bir ciddiliği kendisine kalkan yaptığını bilemezlerdi. Dostları arasında çok neşeli olurdu. Eski dostlarının hiç ummadığı bir zamanda çıkıp gelmeleri, telefonla aramaları onu çok sevindirirdi. Keyifle anlatır, anlatırken de heyecanlanırdı. Coşkulu bir adamdı Vüs’at. Tunalı Hilmi caddesinin Esat tarafında küçük bir evde oturuyordu. Bir gün habersiz uğradığımda kız arkadaşı Ayşe ile tanıştım. İstanbul’dan Vüs’at’ı görmeye gelmiş. Daha sonra Ayşe de Ankara’ya taşındı. Birlikte oturuyorlardı. 12 Mart’ın en tatsız dönemiydi... Evler sıkı gözetim altındaydı. Muhtarlara talimat verilmişti, hangi evde kimlerin oturduğu kayıtlara geçirilecekti. Bir arama olur da evli olmadan beraber oturdukları anlaşılırsa başlarına ne geleceği belli olmazdı. Hemen evlendiler. Çankaya’da Portakal çiçeği sokağına taşındılar. Giriş katında küçük, şirin bir evdi. Kısa sürede Ayşe’nin titizliği evi çiçek gibi yaptı. Öyle ki içeri girerken evi kirletmekten çekinirdik. İkisi de eğlenmeyi severdi. Vüs’atın kız kardeşi Bilge, eşi Atilla Bölükbaşı, Ayşe ve Vüs’at sık sık yazar Mehmet Kemal’in işlettiği Kalem Meyhanesinde önceden ayırttıkları iyi bir masaya yerleşir beni ararlardı. Kalem’deyiz, gel. Alaturka şarkıları ve kantoları hepsi iyi bilirlerdi. Kanto söylemek Ayşe ile başlamıştı sanırım. Çok genç yaşta yitirdiğimiz, hepimizin çok sevdiği Atilla Bölükbaşı sesiyle yüksek oktavlara çıkarak herkesi bastırırdı. Bizim şamatamız meyhanedeki diğer masaları da neşelendirir, onlardan da katılan olurdu. Vüs’at, böyle sofralara candan katılır, güler, oynar, şakalar yapardı. İçkilerin dozu arttıkça onun sevinci ve coşkusu doruğa çıkardı... Onunla birlikte olmak büyük bir keyifti. Vüs’at, kızım Zeynep’in yaptığı yemeklere, resimlere bayılırdı... Baba kız gibiydiler. Bu kızda bambaşka bir şeyler var.. Eve her gelişinde resimlerini görmek ister onlara uzun uzun bakar beğenisini en içten sözlerle ifade ederdi. Vüs’at, son yıllarda çok hastalanır olmuştu; her seferinde Erhan ilgilenir, hastaneye götürür, tedavisini yaptırır, sonra ya kendi evine ya Bilge’ye götürürdü. .İyileşene dek onlarda kalırdı. Bilge’nin eşi Atilla çok genç yaşta kalp krizine yenik düşmüştü. Vüs’at’la Ayşe ayrılmışlardı. Vüs’at hasta yatarken bile, güzel bir kadın gördüğünde canlanırdı. Güzel bir hemşirenin kendisiyle yakından ilgilendiğini ballandırarak anlatırken gözlerinin içi gülerdi. Ayşe’yle ayrıldıktan sonra, Çankaya’da bir apartmanın kapıcı dairesi olarak yapılmış küçücük bir yere taşındı. Onu ziyaret ettiğimde, İstanbul’dan onu görmeye gelen eski sevgililerin öykülerini dinlerdim. O kadar sevgiyle anlatırdı ki dinlemeye bayılırdım. Ayşe’yle yeniden evlendiler, ama Vüs’at o küçük daireyi bırakmadı. 1994 yazında Ayşe ile birlikte Bodrum Yalıkavak’ta Monakus otelinde tatil geçirdiler. Telefon ettiler, ziyaretlerine gittim. Rahat bir yerdi, manzarası güzeldi, denize girmek çok kolaydı. Çok keyifli bir gün oldu. Ayşe üniversiteden sağladığı burslar veya davetlerle sık sık İngiltere’ye giderdi, Vüs’at o gidişlere katılmazdı. Ayşe Ankara’ya dönecekti ama Vüs’at daha kalmak istiyordu Bodrum’da. Resarvasyonunuz bitince, gelir seni alırım, istediğin kadar bende kalırsın, dedim. Sevindi. Ayşe’nin Ankara’ya döndüğü gün gidip aldım. Bizim ev dağ başında, Gök Burun denen bir yerde, ormanın eteğindeydi. En yakın yerleşim yeri olan Gölköy’e dört kilometre uzaklıkta, bir mezrada. Issız bir yer. Evin arkası orman, önü zeytinlik, aşağısı mandalina bahçesi, daha sonra da deniz. Tepenin yamacındayız. Eski bir Bodrum evi. Deniz ayaklarımızın altında. Bitişiğimizdeki eski bir evde bir ana oğul yaşıyor. Deniz kıyısında da bir villa var. Arada kalan yıkık, küçük evde de hayvan besleyen Musa ile amcası Ali. Eve giderken birkaç günlük erzak götürme zorunluluğu var. Yakınımızda alışveriş edecek hiçbir yer yok. Arabayı Torba’daki bir marketten doldurup gittik. Etrafın bakımsız halini görünce Vüs’at’ın memnun olmadığını sezdim. Terasa oturup da denizi, Torba’ya doğru yelken açan gemileri görünce biraz düzeldi. Ertesi sabah mavi, pırıl pırıl denizimize girince keyfi yerine geldi. Villanın sahipleri yoksa deniz tamamen bizim olurdu. Akşam üzeri Gölköy’e gittik. Vedat Türkali gelmiş mi diye batık. O her yıl Eylül’de gelir, bir ev kiralar, Ekim sonuna kadar kalırdı. Henüz gelmemişti. Gölköy’e gidip gelmek pek kolay olmadığından birkaç gün bir yere kıpırdamadık. Hiç böyle uzun süre bir arada kalmamıştık Vüs’at’la Evde elektrik yoktu, akşamları beş numara gaz lambasını yakardım, yemeğimizi tüp gazlı ocakta pişirirdik. Bazen da mangal yakar ızgara balık yapardık; rakı vazgeçilmez içkimizdi. Etrafta ışık olmadığı için gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıl yanardı. Yalnız kaldığım zamanlar, bir gökyüzü kitabından, takım yıldızların yerlerini saptayarak vakit geçirirdim. Vüs’at’a da göstermiştim bazı yıldızları. Akşamları yıldızları seyrederdik. Bazı akşamlarda da Gölköy’de ya da Bodrum’da dolaşırdık. Deniz kıyısında bir lokantada balık yemenin rakılı lezzetine, Vüs’at’ın yoğun sigara dumanları arasından geçip gelen meltem karışırdı. Yıldızlarla ışıklanan Gök Burun gecelerinin, çakal ve köpek ulumalarına karışan baykuş sesleri dışındaki mutlak sessizliği ikimize de terapi gibi gelmişti. On gün kadar kaldıktan sonra onun da gitmesi gerekti. O sonbahar yayınlanan ‘Manzumeler’ kitabını bana verirken Gök Burun’u konu alan yeni yazılmış bir şiirini de eklemişti. Cemil Eren dosta, Vega yıldız’ının altında Cemil Eren’in kartal yuvası Fırçası daim elinde çilekeş Kulaç attık birlikte Gökburun koyu’nun yemyeşil sularında Yettiğince soluğumuz Fitili titrek gaz lambası Mangal safası Ama dinmiyordu bu dünya’da ayrılan dostların yası Olsun dedim kardeş Kalır belki macerası ‘Mahsun Yüzlü Şövalye’nin Bizim de hoş uzun yaşamak değil Tutkumuz, Muradımız. 07/ Ekim/ 1994 Bu şiir, zamanından çok önce yazılmış bir veda mektubu gibi gelir bana. Aylardan beri yattığı Başkent Hastanesi’nde söyleyemediklerini, o zaman yazmış gibi. Diyalize bağlı kalmak zorunluluğundan, evine çıkamıyordu. Ziyaretine gittiğimde ‘Sen neleri atlattın, bunu da atlatacaksın’ demekten başka bir şey söyleyememiştim. Gözlerini diker bakar, bakardı. Bir şey söylemek ister gibi titreşimler olurdu dudaklarında. Söylemezdi... O an kendimi suçlu hissederdim. Erhan, Bilge, Ayşe etrafımızda olur; Ayşe, Vüs’at’ı yürümeye zorlar, o sızlanır, yürüyemiyorum işte, diye isyan eder, yine de bir iki adım atmaya çalışırdı. Ayşe, Vüs’at’ın dönüşü olmayan bir yolda olduğunun bilincindeydi. Hepimiz gibi. Son altı yedi aylık hastalık döneminde Vüs’at’a çok iyi baktı. Bilge ile birlikte, elinden gelen özeni gösterdi. Vüs’at, ziyaretlerimizde, bunun son görüşmelerimiz olacağını seziyor olmalıydı; bakışlarında umut pırıltısı kalmamıştı. Her ayrılışımda içim kararırdı. Çok acı çektiğini görüyordum. Oksijene ve diyaliz makinesine bağımlı kalmak kolay değildi. Yapacak bir şey de kalmamıştı. Teselli sözlerine itibar etmediğini bakışlarından anlıyordum. Bir an evvel gidin yanımdan da rahat rahat öleyim, der gibi bakardı. Ziyaret saatleri dışında kalamazdık yanında. Bir başka gidişimde Yiğit de vardı, amcasını görmeye gelmişti İstanbul’dan. Sevinmişti Vüs’at; onların ilişkileri baba oğul ilişkisi gibiydi. Çok değer verirdi Yiğit’e. Barış ve Zeynep’le gittiğimizde de sevinirdi. Bir gün Erhan telefon etti. Ağabeyimi kaybettik. Bu haberi her an bekliyordum; ama yine de yaşadığını bilmenin garip bir rahatlığı vardı, sanki hiç ölmeyecekti. Ölümsüz sandığım koca Vüs’at bizi terk etmişti. O, çok büyük bir yazar, gerçek bir dosttu. Yanında olma şansını yakalayanlar, biz dostları, hepimiz ondan bir şeyler öğrenmişizdir. Mezarlıkta Vüs’at’ın çok sevdiği yeğeni Yiğit Bener mezara bir kalem bırakınca, yıllar önce kaybettiğim ressam arkadaşım Vedat Mavitan’ın mezarına oğlu Bihrat’ın iki fırça ile üç tüp boya bırakmasını anımsadım. Dayanma gücüm tükenmişti. Sevgili Yiğit’e sarılıp sarsıla sarsıla ağladm. Cemil Eren Nisan 2008 Vüs’at O. Bener’in yapıtları: Öykü: ‘Dost’ (1952), ‘Yaşamasız’ (1957), ‘Siyah Beyaz’ (1993), ‘Mızıkalı Yürüyüş’ (1997), ‘Kara Tren’ (1998) ve ‘Kapan’ (2001) Oyun: ‘Ihlamur Ağacı’ (1962) ve ‘İpin Ucu’ (1989) Roman: ‘Buzul Çağının Virüsü’ (1984) ve ‘Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’ (1991) Şiir: ‘Manzumeler’ (1994) Bener’in yapıtları Türk Dil Kurumu, Abdi İpekçi, Yunus Nadi ve Sedat Simavi gibi çeşitli ödül ve armağanlara layık görülmüştür.
YorumlarALPER ŞAMÜN
{ 24 Mayıs 2011 19:50:30 }
slm ruhi baksı amca resam olan arkdaşı sahsen küçüklüğümden tanıyorum kendsii hala hayataysa sesini duymak isterim
nihat ziyalan
{ 13 Nisan 2008 12:25:06 }
sevgili cemil eren,
Diğer Sayfalar: 1. Turk yazininin en onemli yazarlarindan olan vus`at o. bener`le olan dostluguna imrendim dogrusu. sayende degerli yazarin kisiligi hakkinda da bilgi edindim. bu sicak, icten Portre Oyku icin cok tesekkurler. bu yazilarin bir an once kitaplasmasi gerek. kuskusuz bir kitaplik oyluma ulasinca. daha kimbilir kimleri yazacaksin? merakla bekliyorum. sunumdan, bicimsel yetkinlikten oturu ayorum`culari da kutlarim. sydney`den dostlukla. nihat
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|