Çocukluğumda Ankara’nın Kurtuluş semtinde otururduk. Bir binanın giriş katında idi evimiz. Bahçesi büyük olan bu evin bahçesinde güzel bir kümesimiz vardı. Kümesin içinde, mühendislik mektebine gitmeden önce, ziraat mektebinde bir müddet okuyan rahmetli pederin, Ligorin cinsi tavukları ve horozu vardı. Beyaz renkli cins olan bu horoz ve tavukları Ankara Hayvanat Bahçesi müdürü olan arkadaşı Mustafa Bey kanalı ile almıştı.
Ligorin cinsi tavuklar diğer cinslere nazaran senede 300 günden fazla yumurta verdiğinden olsa gerek, evde her gün taze yumurta bulunurdu. O zamanlar buz dolabı olmadığından her şeyin tazesi tüketilir, kasaptan alınan et bekletilmez hemen yemeğe katılırdı. Bahçede meyve ağaçları vardı, hep taze meyve yerdik. Yaz başında sabahın erkeninde kalkar, dut toplardık. Dutları yıkamadan yerdik. Çocukluğumda yaz tatili, deniz kenarı gibi bir lüksümüz olmadığından, bütün yaz Ankara’yı beklerdik.
Kurtuluş’ta fidanlık dediğimiz yerde çok meyve ağacı vardı, kimse toplamazdı. Ağaçlara çıkıp meyveyi dalından koparıp ağacın üstünde yerdik. Ankara’ya domates civar köylerden gelirdi yazları. Bir çok semt pazarında sebze ve meyve satılır, yumurta ve limon satan bir iki kişi olurdu. Yumurta ve limon tane ile satılırdı. Sıhhiye pazarında yumurta satan Kemal pazarın neşesiydi. Kendisi hiç gülmez fakat herkesi güldürürdü. Özel oyuklu yumurta kabı olmadığından, kesekağıdına konan yumurtaların eve kadar olan yolculuğunda mutlaka bir veya ikisi kırılırdı. ‘’Lanet olsun, bir daha yumurta almayacağız’’ derdi peder, ancak kimi zaman tavuklar yeterince yumurtlamadığından, pazardan takviye için mutlaka yumurta alınırdı. Soğan veya patates tezgahta birlikte satılırdı.
Pazarcılar ellerinde tuttukları terazilerin bir gözüne ağırlık olarak ayarlı döküm kiloları koyarlar, kefenin diğer tarafına ise sebze veya meyveyi koyarlardı. Tek elle kaldırdıkları terazinin dengeli hale gelmesi durumunda, tarttığı sebzeyi fileye boşaltırlardı. Elde tutulan terazi adaletlimi diye hep düşünmüştüm. Hilesi olur mu diye akılda soru kalırdı. Naylon torba yerine çok sağlıklı olan ipten yapılmış file kullanılırdı. İrice sepetleri sırtlarına başlayıp, taşıma işine ücret karşılığında yardımcı olan hamallar pazar girişinde bekler ‘’Abla hamal lazım mı?’’ diye sorarlardı. Haftada en az bir kez pazara gidilirdi. Eldeki beş on lira pazarda harikalar yaratırdı.
Sokağın köşesinde bir cami vardı, her gün beş vakit müezzin minareye çıkıp dört ayrı yöne namaz çağrısı olan ezanı okuyarak cemaati namaza davet ederdi. Güneyden başlar her yöne ayrı bir cümle okur, tekrar güneye geldiğinde ilk okuduğu cümleyi tekrar ederdi. ‘Haydin namaza, Haydin namaza, Tanrı uludur, tanrı uludur.’ Bu cümlelerden insanlar neden rahatsız olur diye düşünmekteyim. İlk yazılan İncillerin hangi dilde yazıldığını bilmemekle beraber, İncil her dilde yayınlanmış. Arapçada ısrar edilen Kuran-ı Kerimin bence her dilde yayınlanması gerekir. Böyle olunca hoca ve hocaların saltanatları sona ereceğinden, Diyanet tarafından Arapçada ısrar edilmekte.
Gerçi, bir ülkenin gelişmesi muasır medeniyetleri yakalayabilmesi için, o ülke içinde okuyan, araştıran nesiller gerekir. "Hominem unius libri timeo" ya da "Tek kitaplı insandan korkarım”. 13.yy’dan bir cümle bu. Sadece tek bir kitabı devamlı okumaktansa, başka kitaplarında okunması, insanların dünyaya bakış açısını genişletir.
Evet, ülkemizde DİYANET İŞLERİ diye bir kurum bulunmakta. Ve benim ülkemde bir çok değişik dinlere inanan insanlar yaşamakta. Bu insanlar doğrudan veya dolaylı mutlaka bu devlete vergi vermekte. Geçtiğimiz son elli yıl içinde, bu değişik dinlere inanan insanlara, onların dini ihtiyaçları için ibadethane yapıldı mı? Bilemiyorum, ancak son 18 senede 3 800 cami yapıldığı Diyanet İşleri kayıtlarında bulunmakta. Bu kurumun başındaki kişinin kullanması için satın alınan zırhlı özel araca 1 milyon Euro verilmesi, dini israf olarak düşünülmekte diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.