|
|
Ay çöreğiKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 06 Eylül 2019 05:58:45 Kitap sevgisine ne zaman yakalanıyoruz? Çocukken, yağmurlu bir sonbahar günü öğleden sonra okul çıkışında, akşam güneşi batmak üzereyken, bir Pazar maç sonrasında, uzayıp gitmesini arzuladığınız bir tren yolculuğunda, vapurda Fethiye-Marmaris arasında, Filiz’le yürüyüşte Çankaya’da, uçakta Paris-Niamey arasında, yerde, gökte, denizde, karada, beyazda...
Sevgi aşka, aşk tutkuya dönüşür, zaman geçer, kendimizi birdenbire yetmişli yıllarımızın başında buluruz. Saçlarına ak düşmüş olabilir ama kalbindeki kitap sevgisi yine genç, yine çoşkulu, yine koşturgandır. Bu aşk, aşktan öteye bu tutku tükenmez bir çağlayandır. Sınırsız. Ve her ağustosun onbeşinden eylül ayı sonuna, ekim ayı başına kadar edebiyat dalgası yine sizi alır götürür. Nereye: Meçhul! Ne okuduğunuza göre değişen bir yön, yol, köprü. Fransa’a bu fırtınanın adı “la rentrée littéraire »dir. Yeni romanların okuyucuya sunulduğu zaman dilimi. Her yıl, az buz değil bu bir buçuk aylık süre içinde, beş yüz, altı yüz kitap görüçüye çıkarılır. Beğen beğen, seç seç al. Her zevke, herkese, her keseye göre. Geçen yıl yenilerin sayısı altı yüzden fazlaydı, ama birçoğu beklenen, umulan sayıda satılmayınca, yayınevleri bu yıl tedbirli davrandılar : Sadece 524 yeni roman piyasaya sunuldu. Az değil elbette, ama son yirmi yıldaki en az sayı. Üretimin düşüklüğünden değil, geçen yıl ağızları yanan yayınevlerinin bu yıl dikkatli davranmasından, daha az sayıda kitap yayınlamasından. Tedbiri elden bırakmamalı ! Yine de riski göze alanlar oldu : Madem ki yenilerin seksenbiri ilk roman. Şimdiye kadar adları bile duyulmamış yazarların ürünü. İşte bu çok önemli : Genç, ender de olsa kimi zaman bir parça yaşlı yazarların ilk kitapları da vitrinleri süslüyor. Süsleyecek. Genç veya yaşlı yazar, toplumdan, çevresinden, yaşanılanlardan, gündemden kopuk değil. Tarih(in)e bağlı. Coğrafya(sın)dan etkilenen. İşte yeni kitaplar da bunu ispatlıyor: Konularına baktığımız zaman bu hemen göze çarpıyor : Sürekli devinim içindeki dünyamızda göç dalgaları, göçmenlerin bir ülkeden diğerine, diğerinden ötekine geçişleri ve bunun getirdiği ölüm dizileri yazarları etkiliyor elbette: Akdeniz artık sadece Bizim Deniz deği Bizim Mezarlığımız da. Denizle pazarlık olmuyor ve hain Deniz adı Akdeniz bile olsa alıp alıp göçmenleri yiyip bitiriyor. İtalyan yazarların bu konudaki yaşanmışlıkarı aktaran yapıtları Fransazcaya çevriliyorken Fransalı yazarlar da kalemlerini göçmenler için kullanıyor. İnsanlık tarihinde barışsal hiç bir göç bu kadar ölüme yol açmadı. Bunun hesabını kim verecek ? Çevre meselesi, mevsimlerin alt-üst olması, ormansızlaştırma, doğanın alabildiğine sömürüsünün giderek dramatik boyutlara ulaşması, ne olursa olsun dayanan ve yaşamını okul, posta, sağlık ve benzeri birçok devlet hizmetinin yokolmasına karşın sürdürenlerin sorunları, kadınsız bırakılan köyler ve benzeri dertler de irdeleniyor yeni romanlarda. Örneğin Monica Sabolo Eden isimli yeni romanında şimdiye kadar yaptığı gibi yeniden, ilkgençlik ve doğa konularını ele alıyor. Ormansızlaştırmayı ve ormanın insan yaşamındaki önemine değiniyor. Daha önce Jungle ve Summer gibi, başlıkları İngilizce kendisi Fransızca kitaparındaki gibi … Sabolo’nın yapıtları JC Lattes yayınevi tarafından sunuluyor. Her yazar kendi yayıneviyle anlaşmalı çalışıyor. Ocak 2019’da Michel Houelbecq’in Sérotonine isimli romanında ele aldığı kırsal dünyanın kendine özgü sorunları, kırsal kesimin öksüz bırakılması, bu kez Cecile Coulon’un Une Bête Au Paradis isimli yeni romanında tansiyonu yükselen bir uslubla işleniyor. Cecile Coulon yeni romanında çiftlik dünyası gibi dar alandaki insan ilişkilerini, hayvanların ve insanların hayvanlıktan çıkıp vahşileşmesini, kadınsızlaştırılan bu dünyadaki ender kadınların konumunu, kadın arzularının ne tür boyutlara ulaştığını kara roman çerçevesinde anlatıyor. Kenti bırakıp kırsal alana çekilmek çözüm mü sorusunu da sorabiliriz burada. Genç yazar 4 Eylül 2019’da bu yapıtıyla Le Monde gazetesinin edebi ödülünü kazandı. Böylece edebiyat ödülleri mevsimi de açıldı. Evet bugünlerde edebi fırtınayla birlikte başlayan ve yıl sonuna kadar Goncourt, Renaudot, Femina, Interallié, Médicis gibi daha önemli ve alımlı çalımlı ödüllerle gündemde kalacak yeni romanların yarışı kitaplara ilginin canlı tutulmasında belirleyici olacak. Yeni romanlara yenileri eklenecek. Ocak ayından sonraysa yeniden yeni romanlar serüveni başlayacak. Kitap dünyası böylece gündemden düşmeyecek. Yazarlar imza günleri ve/veya gecelerine, kitaplarını tanıtıcı okuma günlerine, öğleden sonralarına ve tartışmalara katılarak, konferanslar vererek de edebiyat ve kitap sevgisinin kalıcılaşmasına çabalayacaklar. Çark dönecek. Dönmeli. Birkaç yıldır sinema dünyasına ve günlük yaşantımıza kara bir leke gibi çöken kadınlara yönelik cinsel taçiz de yeni romanların konularından. Aile içi yaşantıdaki cinsel taciz/ensest de : Babası tarafından igfal edilen yazar kadın sayısı az değil. Christine Angot gibi romanlarında sözünü ettiği için tanınanlar, polemik konusu olanlar var, daha az tanınanlar da. İsimlerini sıralamıyorum bilenler bilir. (1) Özel hayat, küçük ve büyük insanlık komedisi sürüyor çünkü. Romanlara yansıması da kaçınılmazlaşıyor. Kadınlık halleri, kadına yönelik şiddet de yeni romanlarda önemli bir yer tutuyor. Fransa’da son bir yıl içinde eşi, sevgilisi, dostu, ayrıldığı/boşandığı eşi tarafından öldürülen kadın sayısı akılların alamayacağı kadar çok. Utancımdan yazamıyorum. Günden güne artıyor, ve burada, Fransa nam ülkede, « medeniyetin beşiği » olduğunu iddia ederek övünen Avrupa ülkelerinden birinde bu kadarını akıl alamıyor, alması da mümkün değil. Google Dede’ye sorun « Féminicide »i göreceksiniz. Romanlarda sadece mutsuz, taciz edilen, itilen kakılan kadınlar değil, mutlu, sevimli, sevilen kadınlar da anlatılıyor elbette. Daha az sayıda ola bile. Kadınlık halleri deyince burada Toni Morrison’u anmamak olmaz. 5 Agustos 2019’da aramızdan ayrılan yazar Siyah Kadınlar ve genel anlamıyla ABD’deki kadınlarla birlikte bütün kadınları da ilgilendiren meseleleri anlattı romanlarında, öykülerinde, denemelerinde, makalelerinde. Edebiyat tarihine böyle geçti. Yazar olarak değil sadece, 1993’te Nobel Edebiyat ödülünü alan ilk Siyah Kadın olarak da. Kitaplarını yeniden okumak için zaman ayırmalıyız. Irkçılık belasını en iyi biçimde analiz eden/irdeleyen ve aktaran yazarlardan biri olduğunu da geçerken anımsatmalı. İşte ayna : Karşısına geçin. Ve kendinize bakın. Yaklaşın lütfen, yaklaşın ve iyi bakın. Kendinize. Sonra … Evet sonra bakışınızı « öbürlerine », « ötekilere », « ötekileştirilmek » istenenlere çeviriniz. Her şeyin bir zamanı var. Elbette. Ama ne olur daha fazla geçikmeden. Aynalar dile gelecek çünkü. Bu kaçınılamaz. Siyaset, siyasetçiler, siyasetcilerin yaşamı, kendi aralarındaki ilişkiler, itişip kakışmaları, aşk ve meşkleri edebiyatın bitirilemez kaynaklarındandır. Aksini iddia eden varsa parmak kaldırsın lütfen ! Fransa’da François H. cumhurbaşkanı seçildikten sonra artık herkes « Ben de seçilebilirim » diyor ve adaylığını koyuyor. Cumurbaşkanlığına. Nitekim ondan sonraki ve ondan bir önceki de ondan farksız(dı). Her biri birer, ikişer, üçer roman kahramanı. Aşkları da. Eski ve yeni eşleri de. Kimi kez eski eş bakıyorsunuz eski eşini anlatıyor. Romansı biçimde ama gerçek. Siyaset başka türlü de icra edilebilir mutlaka. Ama kadın-erkek ilişkileri bilinenleri aşamıyor. Şimdilik. Sonuç olarak (okunan) romanlar, öyküler hayatımızı, dünyamızı, doğayla, hayvanlar, bitkiler ve benzerlerimizle ilişkilerimizi değiştirmeye, iyileştirmeye yetecek mi ? Yarayacak mı ? Yanıtlaması zor. Çok zor. Ama denemeye değer. Yaşayan görür. Görecek. Birkaç ay önce yazdığım « Çocuk » başlıklı makalede sözünü ettiğim çocuğun haberlerini almak isteyenler oldu.Yazan ve arayanlara ve sohbetlerimizde sözünü edenlere bir kez daha teşekkür ediyorum. Madem merak edenler var, işte son iki haberini de burada vereyim : Çocuk büyüyor, birkaç gün önce, ilk ay çöreğini bizzat, evet bizzat, tek başına, fırına girip, satın aldı : « Bir ay çöreği lütfen Madam » dedi, ince gülüşüyle, ay çöreğini aldı, parasını ödedi ve çıktı. Gururla. Başı az daha tavana çarpıyordu. (2) Çep harçlığını veren ve kapıda merakla ve bir parça heyecanla oğlunun yetişkinler dünyasına yeni adımını izleyen annesinin yüzünde güneş doğdu. Gözleri bir parça nemli : « Babası da görmeliydi bu sahneyi. » dedi, içinden. Havar … havar… Çocuğun kitap sevgisine gelince, harika, mükemmel, eş dost başına, daha dört yaşını doldurmadı ama evde, salonda kendisine ayrılan küçük kitaplığında ve odasındaki büyük kitaplığında yeni kitaplar için yer ayırmak lazım. Belki yeni bir kitaplık daha eklenecek. Çocuk henüz okumayı dört dörtlük çözemedi ama kendisine okunan kitapları bir iki üç dört kez yinelettikten (ana, nene, dedeye inmeler indikten) sonra kendisi aynı kitabı alıyor ve resimlere, desenlere bakarak bizzat kendisi kendi anladığını, aklında kalanları, anlatıyor. En yakın arkadaşlarına elbette. Güzel uyduruyor ve güzel anlatıyor. Epeydir göremediği biri gelsin eve hemen ilk yaptığı şey yeni kitaplarını alıp tek tek tanıtması. « Kolay değil ». Fena da değil. Başa dönüyoruz yeniden. Kitap sevgisine ne zaman yakalanıyoruz: Çocukken ... Birinin yazdığınızı öğrenir öğrenmez dayattığı “Kaç kitabınız var” sorusuna “Elli kadar kitabım olmalı” dediğinizde size milyonermişsiniz gibi bakanlar oluyor. Elli kitap kimbilir ne kadar satmıştır, yazar kimbilir ne kadar kazanmıştır diye düşünen de oluyor kesinlikle, eeeee koskoca Fransa’da iki kitapla köşeyi, dört kitapla mahalleyi dönenler olduktan sonra elli kitapla bir köy, belki bir kasaba bile dönülür diye düşleyerek size anlamlı anlamlı ve biraz da özenerek bakıyorlar. Nereeeedeeee ... Bu tür bakışlar altında kalınca kimi zaman ben de düşlüyorum, darı ambarına düşmüş aç tavuk gibi (özdeyiş böyle değil miydi, yahu değilse bile kabul edin lütfen, düş dünyasındayız uyandırmayın lütfen): İşte düşlerimden birkaçı: Burada, Fransa’da, Le Seuil, Gallimard, Albin Michel, Les Editions de Minuit, JC Lattes, Grasset gibi her ünlü yayınevinin aylık veya daha uzun aralıklı ama düzenli ve sürekli yayın organı var. Bizde de yayınevlerinin birer yayın organı olsa/olmalı diye düşlüyorum. Bir örnek olarak işte hemen gözümün önünde olduğu için yazıyorum: Albin Michel Yayınevinin biri “La Maison A” başlıklı “jeunesse/gençlik” için özel yayını var: Mükemmel görsel malzemesi ve iri harfleriyle kolayca okunan. Diğeri “22 Rue Huyghens” başlıklı (Yayınevinin Paris adresi) ve genel olarak yeni yayınları, yazarlarıyla yapılan bir söyleşiyle aktaran, iyi kotarılmış hakiki bir dergi. Son sayısında Laurence Nobécourt (p. 15) ve Amélie Nothomb (s. 32) ile yapılan söyleşiler örneğin dikkat çekiyor. Nothomb Soif isimli yeni romanında İsa’yı konuşturuyor, mistik bir dünyayla ilişkiye giriyor. Böylece çocukluk ve ilk gençlik zamanlarında katolik aile dünyasında büyüdüğünü anımsatmak ve çevresindeki katolik inanmışlığın derinliğini sergilemek olanağı da buluyor. “Ben katolik değilim, benim İsam inanmışlık anlayışında başka bir vizyon sergiliyor” diyerek, inanmışlığın önemini vurguluyor. İnanmışlık ille dini bir boyutta olmayabilir, önemli olan inanmak. İnanmış olmak. Nothomb İsa’nın “söylediklerindeki” ve “yaptıklarındaki” çelişkileri, İncil’deki kimi gariplikleri sergilemekten çekinmiyor. Yapıtı yeni tartışmalara yol açacak nitelikte. Nothomb bu kitabıyla Goncourt 2019 adaylarından biri. Kitabın başlığı İsa’nun “son yedi sözünden” biri olduğu idida edilen “Susadım”dan geliyor. Sus-ama-(ba)k. Tam sırasıdır işte, bir düşüm daha var: Günlük gazetelerimizde, haffalık ve aylık yayın organlarımızda düzenli ve sürekli ve zengin ve cömert kitap sayfası olsa. Yayın organlarımız kitap eki verseler. Verenlere yenileri katılsa. Köşe yazarlarımız birkaç kitap okusa, kitapları tanıtıcı bir-iki satır yazsa. Ne kadar iyi olur. Editörler, yayınevleri sorumluları, yazarları(nı) arayıp “Hocam yeni bir şeyler var mı” diye sorsa. Onları teşvik etse. Yazarlarına üç-beş kuruş vermeyi geçiktirmese... Ve buna benzer birkaç düş daha. Belki birgün yazarım. Önemli olan yazmak değil elbette, bunları/düşlerimizi hayatta, hayatımızda, günlük yaşantımızda gerçekleştirmek : İşte o zaman ben de yazarlıkla yaşamımı kazanır, belki ben de bir ev sahibi olur ve kimbilir belki ben de her yaz tatile çıkabilirim. Belki. Düş dünyasından çık-ve-bak artık. Bu hayat/her hayat yaşanmaya değer mi/değiyor mu ? Yoksa yaşamı kitaplarda, roman, şiir, öykü ve masallarda mı aramalı? Düş dünyasına yeniden dönmeli mi? Yazarın gerçekle ve hayatla ilişkisi nedir ki?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|