|
|
Lila, Lenu, SisifosKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 04 Eylül 2019 22:41:02 Kitaplığı karıştırırken karşıma çıkan Elena Ferrante romanı birkaç yıl önce yazıp bir kenara koyduğum bu yazıyı anımsattı bana... Elena Ferrante Napoli Romanları’nın dördüncü ve sonuncu kitabı Kayıp Kızın Hikâyesi’nde, Lila’ya dair kişilik çözümlemelerinden birini daha yaptırır Lenu’ya. Napolili iki arkadaşın çocukluk yıllarından başlayarak tüm yaşamlarını izleyen bu romanları edebiyat okuyucuları arasında duymayan yoktur sanırım.
Son yıllarda okuduğum en çarpıcı kitaplardan biri olsa da burada sözünü etmek istediğim şey bu değil. Lenu ve Lila, romanın sonuna yakın bu bölümde, artık yaşamlarının çoğunu arkalarında bırakmış iki yaşlı kadın. Yoksul ve şiddetle dolu çocukluk ile gençlik yıllarının içinden güçlenerek, değişerek sıyrılıp çıkmayı başarmış, kendine bambaşka bir yaşam kurmuş olan Lenu, tanınmış bir yazar. Şimdi yaşlı bir kadın olarak kendini ve her şeyi yeniden sorguladığı günlerde, Lila’nın gizlice yazmış olduğu bir romanla ansızın çıkıp gelivermesinden korkmakta. Bu roman mutlaka bir baş yapıt olacaktır. Kendisinin, Lenu’nun yaşamı boyunca yazdığı onlarca romanda olmayan bir sahiciliği, biricikliği olan bir baş yapıt. Korkuyor Lenu, bir yandan da bunun gerçekleşmesini istiyor. İki arkadaşın arasındaki karmaşık bağı, çocukluktan başlayarak sürüp giden gelgitli ilişkiyi, sevgiye karışmış rekabeti bilen okur, bu duygular karşısında şaşırmaz, ben de şaşırmıyorum. Bu yazıda değinmek istediğim nokta, iki kadının arasındaki bu tuhaf, karmaşık ilişki değil zaten, biraz önce de dediğim gibi, başka bir şey. Lila’ya ilişkin kişilik çözümlemesi demiştim yukarıda. Hırslı olmayı, büyük tutkulara sahip olmayı, yaşamı ve kendini seviyor olmaya bağlayan bir çözümleme bu. Kendini seviyor olmak güzel bir şeydir değil mi? Onun için de Lenu’nun çözümlemesi bildiriyor ki, daha iyi konumda olan Lenu’dur, Lila’ysa zavallı olandır. (İçten içe hiç de inanmıyor Lenu buna.) Arkadaşının her an işte romanım diyerek çıkıp gelivermesinden korktuğu günlerde şöyle söylüyor Lenu: “Lina’nın, kızının hikâyesini yazmakta olduğuna kendimi inandırmıştım. İçine düştüğüm en karanlık anlarda inanıyordum ki, yalnızca eğitimsiz kişilerde bulunabilecek kibirli bir saflıkla yazdığı bu roman, tam da bu nedenle olağanüstü olacaktır. Düşünüyor ve bundan emin oluyordum.” Sonra ekliyor: “Fakat bir süre sonra anladım ki, bu yalnızca düşlerimde yarattığım bir şeydi. Lila’nın böyle bir arzusu, hırsı yoktu, Lila’nın hiçbir zaman hırsları, tutkuları olmamıştı. Ucuna adınızı bağlayabileceğiniz bir tasarınızın olması, bir yapıt ortaya koyma isteğinizin olması için her şeyden önce kendinizi sevmeniz gerekli. Oysa Lila kendini sevmediğini, kendiyle ilgili hiçbir şeyi sevmediğini söyledi bana.” Şimdi, Ferrante’nin bu cümlelerle uzattığı ipin ucundan tutacağım. Hep eklenerek, uzayarak yüzyıllar öncesinden gelen, başı görünmeyen bir ip bu. Şu bir gerçek ki, sonu hiçbir zaman olmayacak. Başlangıç noktasındaki soru şu: Ölmek üzere doğduğumuz bu dünyada niye yaşıyoruz? Bırakın yalnızca hayatta kalmak olarak nitelendirilebilecek bir yaşamayı, neden başarı, ün, güç, parasal varlık peşinde koşuyoruz? Niçin hırslarımız var? Neden tutkularımız, heveslerimiz, önemsediğimiz, ardından koştuğumuz tasarılarımız var? Hele hele niye küçük gösterişlerimiz var? Ne yaparsak yapalım, neye sahip olursak olalım bir gün hepsi bitecek olduktan sonra bunlar neden gerekli olsun? İnsanlık için yararlı olmak, bir yapıt bırakmak, gelecek kuşaklarca anılıyor olmak gibi büyük hedefler bile bir gün dünyanın sonunun geleceği düşünülürse pek anlamlı olmayabilir. Üstelik herkes Tolstoy, Einstein, Leonardo De Vinci, Freud ya da Atatürk olamayacağına göre, çoğumuzun yaptığı, rastlantıyla kendimizi içinde bulduğumuz bu dünyada bir çeşit vakit geçirmek değil de nedir? Öyleyse her gün yinelenerek sürüp giden bu çırpınma anlamlı mıdır? Yaşamı boyunca dünya nimetlerinin peşinde koşan Lenu mudur daha olgun olan (bilgelik anlamında), yoksa aslında hiçbir şeyin çok da önemli olmadığını fark etmiş olan Lila mı? Kendini seven Lenu, neden kendini sevmediğini düşündüğü Lila’nın yanında hep bir eksiklik, bir aşağı olma duygusu hissetmektedir? Kendini seven kişinin hırs sahibi olmak yerine, hırslardan arınmış olması gerekmez mi? Başkaları tarafından alkışlanmaya niye ihtiyaç duysun kendini seven kişi? (Burada bilgeliğe ulaşmış olma halinden söz ediyorum elbette, bunun çok çok az kişi için mümkün olduğunu bilerek. Sıradan bir insan için bunun dereceleri var.) Arkadaşının birdenbire olağanüstü bir romanla gelivermesinden korktuğu sıralarda bir gün, “Lila’dan kayda değer hiçbir şey çıkmayacaktı, artık biliyordum.” diyor Lenu. Kayda değer hiçbir şey çıkmıyor Lila’dan ama çıkması mümkün olmadığından değil, belki de Lila’nın böyle bir isteği olmadığından. Bu fark önemli değil mi? Öte yandan, içindeki yoğun kötülük duygusuyla, Lila’nın gerçekte kendini sevmediği de açık. Bu nedenle Lila’nın “olgun” bir kişi olduğunu da söyleyemeyiz. Tutku, hırs, kendini sevme, sevmeme, anlam, anlamsızlık… Bunların arasında karmaşık bir ilişki var. Yaptığımız her şey, dünyaya ölmek üzere geldiğimiz için anlamsızsa (absürt) eğer, ölmeyecek olsaydık anlamlı bir dünyadan söz edebilir miydik? Elbette hayır. Sonsuz bir yaşamı hayal edin… Ölüm olduğu için yaşamın anlamı olduğu düşüncesini kabul etmek daha kolay. Fakat bu da neden “anlamlı” olduğuna bir açıklama getirmiyor. Ne olursa olsun, yaşamın anlamı, kısalığıyla uzunluğuyla ölçülebilecek bir şey değil. Çocukluk yıllarımızdan itibaren düşünmeksizin yapılan bir devinimin içinde buluyoruz kendimizi. Belli şeyleri seçiyor, bazen rastlantılara bağlı bazen bilerek, birbirinden farklı gibi görünen fakat temelde hemen hemen aynı hayatlar kuruyoruz. Her sabah kalkıyor, işe gidiyor (ya da gitmiyor), saatlerce çalışıyor (ya da sokaklarda geziniyor), otobüslerde, trenlerde yorgun seyahat ediyor, alışveriş, yemek yapıyor, yiyor, içiyor, bulaşık, çamaşır yıkıyor, bitkin düşüyor, yatıyor, ertesi gün kalkıyor, yine aynı şeyleri yapıyoruz. Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde “Yaşamak için zorunlu olan uyku” diye söz ediyor bundan. Uykudan uyandığımızda (eğer uyanırsak), bütün bunların anlamsızlığını fark ediyoruz. “Varlığı, yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan duygu nedir? İyi bir açıklama olmasa bile, açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Bir insanın yaşama bağlanışında güçlü bir şey vardır. Bedenin yargısı, aklın yargısından hiç de aşağı değildir, beden de yok oluş karşısında geriler. Düşünme alışkanlığını edinmeden yaşamaya alışırız.” (Sisifos Söyleni - Albert Camus ) Albert Camus’nün de dediği gibi, bir gün “Neden?” diye sorarsak, başka bir süreç başlıyor. Bilincin devinimi… Bundan sonrası ya kesin uyanıştır ya da bilinçsiz didinmeye geri dönmek. Mitolojideki Sisifos efsanesinde, Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmaksızın yuvarlayarak, dağın tepesine çıkarmakla cezalandırmışlar. Sisifos kayayı zar zor tepeye getirir, kaya her defasında kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşer. Hiçbir işe yaramayan bir çaba. Umutsuz bir ceza. İnsan yaşamı da Sisifos’un yaşamına mı benziyor? Kayayı yuvarlayıp dururken, buna bir anlam bulmak için yanıp tutuşmak bence çok doğal. Bütün bunların ya bir anlamı yoksa? Her şeyden vaz mı geçilecek? Düşünmeksizin çırpınmakla, vaz geçmek arasında üçüncü bir yol yok mu? Var elbette; dünyaya gelmişiz, buradayız. Öyleyse hakkını vermeli. İşte tutkuların, isteklerin, hırsların önemi! Neden, diye sorduktan sonra geldiğimiz noktada, tutkular, hırslar biçim değiştiriyor. Değiştirmeli. Çünkü artık karanlık değil, aydınlık yolda yapılan bir yürüyüştür yaşam. Peki, yaşamak için mutlaka bir anlam bulmak mı gerekiyor? Thomas Nagel, bu konuyla ilgili vardığı sonucu en güzel ifade eden düşünür bana kalırsa. Şöyle açıklıyor düşüncesini: “Sonsuzluğun gözünden bakıldığında herhangi bir şeyin önemli ve anlamlı olduğuna inanmamızı gerektiren bir neden yoksa, demek ki önemli değil. Ve bu nedenle, yaşamımıza kahramanca ya da umutsuzca değil, ince bir alayla baksak yeridir.” “Başımız ağrıdığında aspirin alıyorsak, baş ağrısı geçsin diyedir, bundan başka bir gerekçe aramayız.” diyor Thomas Nagel. “Ya da sanat galerisine gittiğimizde, gerekçemiz sevdiğimiz ressamın resimlerini görme isteğidir, başka bir neden aramayız. Bir gerekçeler zincirinin sonu yoktur.” Bir varlığa ya da olguya, kendisinin dışında olan bir şeyle ilişkisine bakarak gerekçe aradığımızda sonsuza dek gider. Yaşamak da başka bir durumu haklı çıkarmak için yapılan bir şey değil. Kendi anlamımızı kendimiz bulacağız. Düşünmeksizin çırpınmak yerine, bu bilgiyle hareket etmek önemli bence. Kendimizi ne çok sevmemiz gerekiyor ne de sevmememiz. Sonsuzluğun gözünde birbirimizden hiçbir farkımız yok, bir başkasından ne daha fazla ne daha az değerliyiz fakat her birimiz için kendimizce önemli olan şeyler var. Lenu ve Lila, bunları düşündürdü bana bugün.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|