|
|
İnsan, Kıyısı olmayan derya - Kuşkularımı giderKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 07 Temmuz 2019 13:02:36 Ahlaki, hukuksal, mitolojik, felsefi vb. söylemlerin tümü, insan olarak insanın doğasında bulunan yaşamsal enerjileri harekete geçirdiği, potansiyel olarak canlandırılmayı bekleyen yetilere hitap ettiği sürece kalıcıdırlar. Biyolojik varlığından daha çok, insanın kendi varlığını anlamlandırma, benliğini inşa etme sorumluluğu ile bağlı olduğu dünyasını besleyen her düşünsel üretim zamana ve mekâna aşkın kalır.
Görülebileceği gibi dinin, ahlaki değerlerin, hukuksal ilkelerin hiçbirisinin insanın biyolojik yanıyla ilgisi yoktur, o alan doğaya aittir, yani doğa yasalarının hükmü altındadır. İnsan davranışlarının, düşüncelerinin ve yeteneklerinin kısıtlanması karşısında daralır, iradesine dışarıdan konulan bir sınırlama onda başkaldırıyı doğurur. Kendini gerçekleştirmek gibi varoluşsal dürtüsü bu sınırı aşma atılımına yol açar, özgürlüğüne kaçmaya kışkırtır. Örneğin; Prometeus ile Adem miti özünde insan doğasındaki bu varoluşsal itkinin değişik biçimde ifadesidir. Her ikisi de tanrı tarafından konulmuş yasağa bir başkaldırının sembolüdür. Bu anlamda insan hep yaratıcı bir huzursuzluk içinde olmaya hazırdır. Güvenliğini ve yetilerini gerçekleştirmek yolunda var olan engelleri aşmaya kurguludur. Prometeus ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir, Adem cennetteki kendisine yasaklanmış “Bilgi Ağacının” meyvesinden yiyince tanrı tarafından cezalandırılır. Bilinç doğası gereği kendine özdeşlikte kalamaz, kendini ve kendisine nesne edindiği her şeyi bilmek, ayrımlarını ortaya koymak ister. Eylemleri ile kendini ve dış dünyayı dönüştürmek, bu özdeşliği aşmasının, hep kendisinin ötesine geçmesinin göstergesidir. Bilincin ateşi, iradenin gücü ve yaşamsal enerjisinin itkisiyle kendini var kılar, özgürlüğünü edimselleştirir. Bilmek-yapmak-olmak insanın varoluşsal yazgısı, gerçeği bilmek bunun olmazsa olmaz koşuludur. Gerçek derken kendinde nasılsa öyle olan, bireylerin keyfine göre eğilip bükülmeyen, her bilinç biçimine ve her bireye karşı eşit mesafede duran olgusallığı kastediyoruz. Ele geçirdiğimiz ölçüde ona tanık oluruz, böyle de olsa “gerçek olan” içeriğini ve yasalılığını değiştirmez. Gerçeği nitelikleriyle, dönüşümlerini, halden hale geçişlerindeki akışına tanık olmakla biliriz. Sonsuz akışın içinde değişmeden kalanı bulmak düşünen özne olarak insanın ezel-ebed sorunsalı olagelmiştir. İster gerçekliği bilme aşaması, ister bildikleriyle üretim ve yaratımlarda bulunsun; olanı, olmakta olanı ve olacak olanı anlama çabası sonlanmayacaktır. Mitoloji, din, sanat, bilim, felsefe düşüncenin kendi içinde gelişim evreleridir. Tarih aslında düşüncenin kendini zaman içinde gerçekleştirme ve tanıma sürecidir. Her şeye karşın bireysel yetkinlik ne kadar gelişmiş olursa olsun rüyalar, inanç biçimleri, vehimler, hayali kurgular her zaman ortaya çıkabilecektir. Nesnel koşullarla bireyin kendini var etme, öznel kaygıları, talepleri ve etkinlikleri çatışabilir. Bu karşıtlık tarihin dinamosunu oluşturur, öte yandan bireyin karakterini, bireyselliğini inşa etmesinin tarihsel atmosferi de olur. Kadim bilgelik, tasavvuf insan için “sen beden değilsin, sen zihin değilsin” uyarısında ısrar eder. Bedenin doğaya ait olduğunu ona tapınmanın insana huzur ve mutluluk getirmeyeceğini belirtir. “sen bir düşünce varlığısın, gerisi et ve kemik, ... Sen dünyaya sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin. ... Ey insan! Hakikatte sen şuurdan, akıldan ibaretsin.”(Mevlana) Bedenin gerçekliği ve önemi küçümsenemez, ancak yaşamın anlamı ona ait değil ve ondan gelmiyor. İnsan anlamı doğada ve doğal varlığında bulamaz. İnsan olmak yanımızla ne söylersek, neyi ne kadar anlamışsak, hangi yargıda ve yaratımda bulunmuşsak, neyi okumuşsak sadece kendimizi ifade etmiş oluruz. Beden ve beden kaynaklı arzuların doyurulması, beklentilerin karşılanması ve kaygıların giderilmesi ölçüsünde anlam arayışı ağırlığını hissettirir. Modern yaşam koşulları tarihsel bir dönem olarak bunu açıkça ortaya koymuştur. Günümüzde anlam arayışı tarihte hiç olmadığı kadar yoğun bir biçimde yaşamımıza yerleşti. Yalnızlaşma, tatminsizlik, amaç yoksunluğu, mutsuzluk, depresyon nerdeyse dünya çapında yaşanan sorun haline geldi. Hamlet’in ünlü söylemiyle bir zamanlar “olmak ya da olmamak” sorunsalı, Erich Fromm “sahip olmak ya da olmak” adlı eserinde modern dönem insanının önüne çıkan ikilemi aynı içerikle yeniden ortaya koydu. Olumsuzmuş gibi gözüken belirtiler aslında tarihsel bir gelişimin ve sıçramanın eşiğinde olduğumuza işarettir. Bin yıllardır insanlığın öncelikli kaygısı maddi güvenceye ermek, yaşamını idame ettirmenin yollarını bulmak oldu. Modern dönemde bunun belirli ölçüde çözülmüş ya da çözümünün mümkün olduğunun görülmesi yepyeni bir sorunu, özsel bir sorunu gündeme getirdi. “Bu yaşamın anlamı nedir?”, sadece bu bedeni beslemek, yiyip içmek, üremeyi gerçekleştirmek mi? Evet, artık bu yanımızın güvence altında alınmış olması yaşamı anlamlı kılmaya yetmiyor. Tarihsel dönem insanı kendi özünün ne olduğu, anlamlı bir yaşamı nasıl inşa edeceği sorunuyla yüz yüze getirdi. Her türlü sahiplenme (para, makam, şöhret) insana dışsal kalır, ayrıca insan eğer sahiplenmeleriyle ne kadar özdeşleşirse sahip oldukları tarafından sahiplenilir. Kutsal metinlerin “elinizle yaptığınıza tapmayın”, “kendinize ilah edinmeyin” temel uyarısının boş bir öğüt değil, zamana ve mekâna aşkın bir hakikatin bildirimi olduğu görülür. İnsan anlamı doğada veya doğal varlıklarda bulamaz. Belirttiğimiz gibi hüviyetini, benliğini hazır bulmayıp bunu kendisi var edeceği için insan-insana ilişki içinde gerçekleştirebilir. Yapım-etmelerimiz kim olduğumuzun dışarıda görünmesidir, ancak bu etkinliklerin temelinde de niyetlerimiz, amaçlarımız, dürtülerimiz, hayal ve tasarımlarımız bulunur. Anlamsızlık özünde insansızlıktır, yalnızlıktır, bir işe yaramazlık, içsel boşluk, değersizlik duyumsamasıdır. Bunlar toplumsal ve bire bir insan ilişkileri alanında ortaya çıkan tinsel (manevi) hakikatlerdır. Biraz yakından bakılırsa temelinde güvenlik-özgürlük, hak bilirlik-benmerkezcilik, kısaca nefsaniyet-hakkaniyet kutupsallığından doğan seçimlerimizden kaynaklandığı görülür. Seçimlerimiz kaderimiz olur. İnsanlar, ilişkilerini kurarken, birbirlerini nesne kılarak değil, özvarlıklarının bir aynası, kendini ortaya koymanın, ifade edip gerçekliğini deneyimlemenin paydaşı olarak görüp davrandıkça, ilişkileri sahiciliğe ve samimiyete dönüşebilir, ve anlamlı bir yaşam elde edebilirler. Bunların sadece sözel ve kitabi değil farkındalıkla, deneyimlenerek kavranması ilişkileri bir sığınak olmaktan çıkarıp, paylaşıma ve bireyin bizzat kendinden özgürleşmesinin huzur ve sevincine kavuşturabilir. ---------------------- Kaos-Kozmos diyalektiği mitolojik bir söylem gibi gözükse de özünde varoluşun evrensel dinamiğinin bildirimidir de. “Harikalarla dolu evrende” kendini anlamaya çalışan insan kendi kaosunun yaratıcı gücünü de kozmosunun düzenleyici kudretini de kendinde taşır. Kaos-Kozmos kutupsallığı birbirini peşleyen ortaya çıkış ve yok oluş akışı değil, evrensel varoluş sürecinin her anında iç içe olan yaratıcı kaynaktır. Tinsel alana ait ne kadar olgu, deneyim, söylem, fikir vb. varsa bunlar bireyin yaşamına dokunduğu ölçüde etkin ve değerli olur, öte yandan bireyler de bu değerleri sorgulayıp düşünce süzgeçlerinden geçirerek ahlaki yapılarına katmadıkça önemini anlayamazlar. Dışarıdan ve içimizden gelen uyarılar algı dünyamızda varlık kazanırlar. Farklı yönlerden farklı şiddetlerle gelen uyarılar arzularımızı canlandırırlar, bu uyarılar bilincimizde baskı yaparak iç dünyamızda karmaşaya (Kaosa) yol açarlar. İçgüdülerimiz, alışkanlıklarımız, düşünsel ve pratik yeteneklerimiz, hayallerimiz, tasarımlarımız, niyetlerimiz iç kaosumuzu besleyen yaşamsal enerjilerimizdir ve hep bizimle birlikte olacaklardır. Bu karmaşa “Nefs” dediğimiz kendi gerçeğimizi oluşturur. Nefsimiz kaosumuzdur, ama aynı zamanda tüm insani oluşum ve yaratımlarımızın da kaynak gücüdür. Devi Şiva’ya “kuşkularımı gider” derken içimdeki kaosu nasıl kozmosa çevirebilirim talebini dile getiriyordu. Tasavvufta da nefs terbiyesinden, nefsin mertebelerinden söz edilir. Bilgeliğin ‘aydınlanma’, peygamberliğin ‘nefsini terbiye et’, Antik-Yunan’ın “Kendini bil” gibi uyarıcı çağrıları özünde “kendini arındır”, içindeki karmaşayı düzene koy; kaosunu kozmosa çevir anlamına gelir. İnsandan başka hiçbir varlık içsel karmaşa yaşamaz ve bilmez; çünkü doğal olarak içine konmuş olan dürtü ve zorunlu yaşam biçim ve kalıplarının dışına çıkamaz. Oysa insan düşünen, özgür iradesi olan, evreni ve evrende olanı bilme yetisine, bildikleriyle doğada kendiliğinden olmayan şeyleri oldurma kudretine sahiptir. Özbilinçli olmak insana sorumluluklarını ve kaderini hatırlattığı gibi yalnızlığını da duyumsatır. İçsel kaosunun, nefsinin hoyratlığının ve karmaşasının yarattığı köleliğin prangaları da özgürlüğünün ve kendine yeterliliğin uçuran kanatları da insanın kendinde. Her birey kendi bireyselliğini inşa etmeye, içsel özgürlüğünü gerçekleştirmeye yazgılı kılınmıştır. “Derman aradım derdime “Bu dünya bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz güzel de, çirkin de olsa dağa çarpar döner yine bize gelir” (MEVLANA) << Yazının başı kısmı İNSAN; Kıyısı olmayan derya - Evrenin merkezi nerede?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|