|
|
Ankara: Bir Uzak Anı...Kategori: Yaşam | 3 Yorum | 29 Mart 2008 00:53:50 Karlı bir Erzurum akşamı çıktım Ankara yolculuğuna... Çok zaman geçmişti tek başıma yolculuk yapmayalı. Benim için en yaratıcı düşünceler yollarda filizlenir. Bindiğim araç akıp giderken ben de akıp giderim zihnimin dehlizlerine.
Karanlık kıvrımlarında el değmemiş düşüncelerle buluşurum. Yolculuğu özlemişim. Nereye olduğunun önemi yok. Bir yerlere gidiyor olmak yeter. Yirmi sekiz numaralı cam kenarı koltuğa oturup defterimi ve kitabımı çıkardım çantamdan. Oscar Wilde’ın Violette’in Aşk Destanı’nı almıştım yanıma. Henüz önsözünü okuyordum ki, otobüsün televizyonunu açtılar. İktidar yanlısı kanallardan biri. Başbakan birilerine kükrüyor yine. Alttan giriyor, üstten çıkıyor. Herkesi azarlıyor. Milleti de alıştırdılar paylanmaya. Başbakan halk dilinde konuşuyor diyorlar. Doğrudur(!) ”Egemenlik kayıtsız şarsız milletindir.” diyor. Sıkıştıkça Ata’nın sözünü atıyorlar ortaya… Bir fotoğraf karesi takılıp kalıyor aklıma. Ankara tren garı. Mustafa Kemal trenin penceresinden başını çıkarmış yaşlı bir adamın kendisine uzattığı mektubu okuyor. Yüzünde en ufak bir küçümseme ifadesi, bir kızgınlık yok. Yaşlı adam saygıyla bakıyor O’na. Ahh keşke sözünü seçim sloganı bile yaptığınız Ata’nın diğer meziyetlerini de azıcık örnek alabilseydiniz… “Bu mesele için beş yıl bekledik.” diyor başbakan. Arka koltukta oturan iki adam ‘türban’a karşı olanlara ağız dolusu küfürler yağdırıyorlar. Yolculuğa çıkarken duyduğum heyecan kaybolup gidiyor. Keyfim kaçıyor iyice. Bir de otobüsün nerdeyse tamamı adamları onaylar gibi sessizce ve bıyık altından gülerek bakmıyorlar mı? Kapattım kitabımı. En iyisi uyumak ve kurtulmak bu can sıkıntısından. Eşimin yanıma koyduğu yastığı şişirip başımı cama yasladım. Neyse ki çok geçmeden uykuya dalmışım. Ankara’ya varıncaya dek iki kez mola verdi otobüsümüz. İlki Reyhanlı’da, ikincisi Yozgat’ta. İlk molada uyandıysam da hiç istifimi bozmadan uyumaya devam ettim. Yozgat’ta verilen molada otobüsün hoparlörlerinden: “Sayın yolcularımız, kaptanımız yirmi beş dakika ihtiyaç ve namaz molası vermiştir.” denildiğini duydum. Namaz molası!? “İsteyen gidip ibadetini yapar, söylemeye ne gerek var ki!” diye söylendim. Arka koltukta oturan iki adam ellerindeki tespihleri şıkırdatarak indiler otobüsten. Beni duydular mı bilmem, ters ters baktılar yanımdan geçerken. Dinlenme tesisi tuvaleti bir cami şadırvanını andırıyordu. Her musluk başında abdest alan adamlar… Yüzümü yıkayıp hemen attım kendimi otobüse. Havası inen yastığımı yeniden şişirip uyumaya çalıştım. Çok geçmeden dalmışım. Gözlerimi açtığımda saat sekizdi ve Ankara terminaline giriyorduk. Defterimin kapağını hiç açmamış, kitabımın ön sözünden ötesini okumamıştım. Valizimi alıp doğruca terminal tuvaletinin yolunu tuttum. On dört saat yolculuktan sonra uyuşmuş bedenimi açmak için uzun adımlarla yürüdüm. Ara sıra durup bir kedi gibi gerindim.. Taksi durağına geldiğimde uzunca bir kuyrukla karşılaştım. Taksilerin biri geliyor biri gidiyordu. Yanıma yaklaşan orta yaşlarda bir adam: “Taksi mi bekliyorsun birader?” diye sordu. “Evet.” dedim. “Buradan yedi sekiz lira fazla yazar. Bizim metro çıkışında durağımız var.” dedi. “Tamam.” deyip düştüm peşine. O önde ben arkada metrodan geçip taksi durağına geldik. Adam bir yerlere telefon etti: “Hemen geliyor taksi.” diyerek beni durağa davet etti. Durağın önündeki taburelerden birine oturdum. Soğuk ama güneşli bir günüydü Ankara’nın. Metro çıkışında bekleyen simitçilerden yanık susam kokusu yayılıyordu havaya. Sıhhiye, Ulus, Etlik minibüsleri balık istifi gibi doldurdukları yolcularla geçip gidiyorlardı. Korna sesleri fren seslerine karışıyordu. Onlarca insan işlerine yetişebilmek için koşturuyorlardı. Birkaç dakika sonra elinde bir bardak çayla çıkıp geldi adam. “Abi üşüme burada. İstersen içeriye geçelim?” dedi. “Yok üşümem. Biraz etrafı seyredeceğim.” dedim. Çayımın şekerini karıştırırken anılarımdaki Ankara’ya baktım uzun uzun. Bin dokuz yüz doksan dörtte gelmiştim ilk kez başkente. O zamanlar yeni terminal açılmamıştı. Ulus’taki eski terminalden kalkıyordu otobüsler. İki yıl sonra metro açılmıştı. On dört yılda ne çok şey değişti… Çayı yarılamıştım ki birden aklıma kötü fikirler üşüşmeye başladı. İnternette neredeyse her gün çay, meşrubat içirilerek bayıltılıp organları alınan insanların haberlerini okuyorduk. Öyle ya, adam beni terminaldeki taksi durağından buraya alıp getirmişti, bineceğim taksi henüz yoktu, bir de üstüne çay gelmişti… Yarım bardak çayı olduğu gibi bıraktım. Hemen fenalaşırsam neler yapabileceğimi kurgulamaya başladım. Ankara’daki arkadaşlarımdan birini ya da eşimi arayabilirdim, hemen taksiden inebilirdim... Bardağı kokladım. Mis gibi taze çay kokusu. Belli ki sabah demlenmiş. Tadında bir tuhaflık yoktu. “Zaten öyle bir madde atıyorlarmış ki karıştığı şeyin tadını değiştirmiyormuş.” Biraz da tereddüt ederek bir yudum daha içtim. “Bir de yanına simit alsaydım…” Düşüncelere dalıp gitmişken farkında olmadan çayı bitirmişim. Adamın: “Taksi hazır abi.” diyen sesiyle irkildim. Otuzlu yaşlardaki taksi şoförü “Günaydın efendim.” diyerek karşıladı beni. “Ne tarafa gidiyoruz?” diye ekledi. “Yenimahalle.” dedim rahatlamış sesimle. Ankara’nın su sorunundan, yağmayan kardan, kalabalıktan, trafik sıkışıklığından lâfladık biraz. “Yolculuk nerden?” diye sordu. “Erzurum.” dedim. “Ahh, Erzurum’a yağan karın dörtte biri yağsa buraya…” diyerek derince bir iç geçirdi. Sonra hiç konuşmadık. Yenimahalle’deki işim öğle saatlerine yakın bitti. İşimi bitirir bitirmez Kızılay’da aldım soluğu. Öyle ya, Ankara’ya gelip de Kızılay’a uğramamak olur mu?... Bindiğim otobüs Tandoğan kavşağından Maltepe’ye doğru dönerken tüm heybetiyle Ankara’yı izleyen Anıtkabir’le buluştu gözlerim. Koyu sarı bedeniyle dimdik duruyordu. Kapatamıyordu önünü hiçbir gökdelen. Kendi kendime gülümsedim mi ne, tuhaf tuhaf baktı yanımda oturan yaşlı kadın. Güvenpark’taki durakta inip Gima’nın karşısındaki kaldırımda karşıdan karşıya geçmeyi bekleyen kalabalığa karıştım. Otomobillerin durmasıyla sel gibi aktık karşı kaldırıma. Ayaklarım beni Yüksel Cadde’sine doğru sürüklerken Gima’nın önünde verilen randevular geldi aklıma. Umutlu, kırık, yorgun, heyecanlı bekleyişler… Kaç akşam elimde bir demet papatyayla beklemiştim orada. Sabırsızlıkla saatime bakarken bir postane girişine bir market girişine koşturmuştum. Hem de ne tarafta buluşacağımızı defalarca konuşmamıza rağmen… Yılardır görmediğim dostlarımla orada buluşmuştum. Orada görmüştüm ayrılan sevgilileri, yeşillenen aşkları. Gima’yı inşa edenler bir iş hanından öte anlamları olacağını düşünebilirler miydi? Hele cep telefonsuz, ‘msn’siz, ‘facebook’suz yıllarda… Ankara’da yaşamış herkes için bir şeyler ifade eden o gökdelenin önünde şimdi birkaç seyyar satıcıdan başka kimse kalmamıştı… Demek yitiriyordu anlamını… O da boyun eğiyordu teknoloji çağının güçlü silahlarına. Dost Kitapevi’nin önünden geçerek Yüksel Cadde’sini dikine kesen yoldan yukarı doğru yürüdüm. Boşuna aradı gözlerim tanıdık bir çay bahçesinin kahverengi tahta masalarını. Çay bahçesinin yerine küçük bir market açılmıştı. İlk kez iki bin iki yılında gitmiştim oraya; muhalif yazılarıyla tanınan bir yazarla tanışabilmek için… Konuşurken uzun sakallarını durmadan ağzının içine sokan o yazarla oturup saatlerce konuşmuştuk. Daha doğrusu o konuşmuştu, ben dinlemiştim. O yıl TRT radyo oyunu yazma yarışmasında ikincilik ödülü almıştım. Ayaklarım yere basmıyordu. Kendimi yazar sayıyordum aklımca. Karşımda oturan ise anlamadığım ama anlar görünmeye çalıştığım şeylerden bahsediyordu. Akşam üstü ayrılırken: “Bir daha ne zaman görüşürüz?” diye sormuştum. “Yazıya bulaştıysan mutlaka bir gün bir yerlerde karşılaşırız.” demişti. Bu onu -yorumcu olarak katıldığı televizyon programları dışında- son görüşüm olmuştu. Sonraları kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda uğrar oldum oraya. Ankara’nın bana dar geldiği, her köşesine yabancı olduğumu hissettiğim günlerdi… Küçük tahta taburelerden birine oturup çayımı karıştırırken içimi ezen yalnızlığımı yatıştırmaya çalışırdım. Kaldırıma ilişip önümden geçen kalabalığı seyretmeye başladım. Kimi gülerek, kiminin başı önde, kimi aceleci, kimi yorgun yürüyorlardı sokakta. Bir kişi bile yok muydu o çay bahçesinin demli çayını özleyen?… Daralan soluğumu Dost Kitapevi’nin kitap kokan rafları arasında yatıştırabildim. Öğrencilik yıllarında uğrak yerlerimizin başında gelirdi Dost Kitapevi. Alamadığımız kitapları orada ayak üstü okur, kaldığımız sayfayı aklımızda tutar, ertesi gün kaldığımız yerden devam ederdik. Arkadaşlarla en çok kimin okuyacağına dair iddiaya tutuşurduk. Kitap okuma aşkının henüz ölmediği, televizyonun insan yaşamına bu denli hükmetmediği yıllardı... Dalgın dalgın dolaşırken, genç bir adamla elinden tuttuğu kadının konuştuklarına kulak misafiri oldum. Bir yazardan bahsediyorlardı. Genç adam yazarı melankolik bulduğunu söylüyordu. “Melankoli olmasa yazı da olmaz.” gibi tumturaklı bir lâf etti kadın.. Doğru mu? Melankoli… Melankoli… Hüzün, keder, kara sevda… Ankara’da melankolik olmayıp ne halt eder insan? Yüksel Caddesi’nden geçip Sakarya’ya inen köprüye doğru yürürken bir yerlerden mızıka sesi çalınıyordu kulaklarıma. Bir bardan ya da kafeden gelmiyordu bu ses. Kaldırımlarda oturmuş mendilci çocuklardan geliyordu. Eskiden bacaklarımıza sarılıp yalvar yakar mendil satmaya çalışan çocuklar, şimdi kaldırımlarda mızıka çalarak satıyorlardı mendillerini. Melodiler anlamsız ve karışık da olsa hoş bir hava vermişti caddeye. Mızıka seslerini ardımda bırakıp Sakarya Caddesi’ne uzanan çiçekçilerin önünden geçerken uçarı bir sevinç kapladı içimi. Kulağımda mızıka sesi, burnumda bin bir çeşit çiçeğin kokusu… Sakarya Caddesi’ne girdiğimde acıkan karnım beni köşedeki balık ekmekçinin önüne getirdi. “Yanlış yerde miyim? Sokak kedilerinin etrafında cirit attığı, memurun, işçinin, öğrencinin, aynı masalarda ekmek arası hamsi yediği; aşkların, dostlukların başladığı, alevlendiği, yorgun akşamların sigara tablalarına bastırıldığı o balıkçı… Nerde şimdi?” Çiçek kokularıyla, mızıka sesleriyle canlanan zihnimin yeniden gri bir dumanla örtüldüğünü hissettim. Bir acı oturuverdi içime. İçimi acıtan, balıkçı dükkanının kapanması değil, yerine mantar gibi türeyen ve ne anlama geldiği malum olan ‘NT Kitap Kırtasiye’nin açılmasıydı. Midemde bir burulma hissettim. Açlığım bir anda kaybolup gitti. Ellerim ceplerimde, başım öne eğik geçtim oradan. Ahh melankoli… Her şey onun yüzünden. İlk gençliğimizin sarhoş günlerini koyu kahveleriyle yatıştırdığımız Düşüm Pastanesi’nin yerine bir market açıldığını gördüğümde ise keskin bir bıçağın karın boşluğuma saplandığını sandım. Hızlanan ayaklarıma söz geçiremeyerek ve göz göze gelmemeye çalışarak kimseyle Sakarya Caddesi’nden çıkarken son yumruğu yedim mideme. İlk kez tiyatroya gittiğim Yeni Sahne yıkılmış yerine koca bir inşaat dikilmişti. Sabah indiğim, özlemle sokaklarına koştuğum şehirden kaçmak istiyordum. Ertesi sabaha ayırttığım uçak biletimi iptal ettirerek, ilk Erzurum otobüsüne bilet aldım. Oysa gecesini de özlemiştim Ankara’nın. Yıllardır görmediğim dostlarımla buluşacaktık. Biralarımızı yudumlarken geçmiş ve gelecek güzel günlerden konuşacaktık. Sonra ekmek arası balıklarımız elimizde sarhoş dolaşacaktık Sakarya Caddesi’nde. Düşüm Pastanesi’nde koyu birer kahve içecektik. Yeni Sahne’nin önündeki kaldırımlara oturup umutlu, aydın düşler kuracaktık. Terminale geldiğimde saat akşamın altısıydı. Elimde biletle, terminalin her köşesini tutmuş dini yayın pazarlayan bezirgânları umursamamaya çalışarak, giden yolcu katındaki banklardan birine oturmuş Erzurum otobüsünü bekliyordum. Özlüyordum Erzurum’u... Orada yaşadıklarımızı, paylaştıklarımızı, emekle ve inançla aydınlık günler yaratma çabalarımızı… Yirmi numaralı koltuğuma oturup kitabımı çıkardım çantamdan. Violette’in resmi var kitabın kapağında. Kahramanın resminin kapağa konulmasını sevmiyorum. Dost Kitapevi’nde de bir Oblomov çevirisi vardı. Kapağında tombul bir adam bön bön bakıyordu. Bence kahramanlar okuyanın imgeleminde kalmalı; kapakta can bulmamalı. Kitabı sıkıntıyla çantama koyup yastığımı şişirdim. Bir an önce uyuyup Erzurum’da uyanmak istiyordum. Çok geçmeden içim geçmiş. Ne zaman çıktık Ankara’dan, ne zaman sabah saatin dördü olmuş bilmiyorum. Reyhanlı dinlenme tesislerindeydik gözümü açtığımda. Dışarıda usul usul kar yağıyordu. Otobüsten inip derin derin nefes aldım. Keşke bir rüya olsaydı yaşadıklarım. Anılarımdaki gibi bulsaydım Ankara’yı. Ahh, Ankara! Seni alıyorlar elimden… Şubat 2008 - Erzurum Ümit Köreken
YorumlarMehmet Gundogdu
{ 20 Nisan 2008 01:07:33 }
Bakarim Ankara`ya Cankaya`dan
Dikmen`den kaleden guzel Maltepe`den Gorurum Yenisehir`i tepeden Silinmez gozumden guzel Ankara Bahceli Emek Kurtulus Sanki yeni guzel hayallere dalmis icim dalga dalga kalbim durmus Severim ezelden guzel Ankara Anilar sizinle tazelendi, taze simit kokusu aliyorum. Iki yil onceki Ankara yolculugumda gorduklerimi animsattiniz. Yasadigim buruklugu sizde de gorunce yanliz olmadigimi anladim. Hayaller yiklmamali yeni dusler kurmali kurtaracak cok sey olmali. Umutlu olun sevgiyle kalin. deniz gunal
{ 29 Mart 2008 07:51:03 }
sevgili umit, olan oscar wilde'in violette'ine olmus anlasilan. sonunda okuyabildiniz mi?
yolculuk demisken... bir yolculukta en guzel sey, koltuga gomulmek, yola yolculara bakmak bir de hafif uykulara dalip dusler gormektir benim icin. ankara'dan hic soz etmeyecegim. dogdugum buyudugum sehre ben burada, ankaralilar ankarada uzaklar. yureginize saglik, bu kucuk yolculugu bizimle paylastiniz. sevgiyle kalin, deniz nihat ziyalan
{ 29 Mart 2008 07:22:10 }
ELINIZE SAGLIK
Diğer Sayfalar: 1. yazinizi yasayarak, dus kurarak okudum. gecip gitti o guzel gunler diyerek ic gecirdim sonra. elinize, yureginize saglik. basiniz cama degmesin diye esinizin verdigi o sisme minderi kaybetmeyin lutfen. hayat gene de guzel. sydney`den dostlukla. nihat
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|