Çocukluğumda bayram denildiği zaman başka duygulara kapılırdım. Bayramda evde hazırlıklar günlerce önce başlar, bilhassa mutfakta hummalı faaliyetler olurdu. Ev işlerinde validemize yardım etmek için Ayşe hanım vardı. Genelde hamurlu işleri o yapardı. Evlerde bu günkü gibi fırın olmadığından, mahalledeki ekmek fırınına tepsilerle yapılan börek ve tatlılar gider, orada pişerdi.
Ayşe hanım yemek konusunda çok maharetli idi. Birçok yemeğinin tadı hala hatırımdan silinmemiştir. Börek ve hamura dayalı tatlılarda da eli çok maharetli idi.
Fırıncı akşam üstü alırdı tepsileri, ekmek pişirme işlemi bittikten sonra bu tepsileri fırına koyardı. Hatırladığım kadarıyla o tarihte ekmeğin ağırlığı bir kilo civarında idi. Bir ekmek bir kaç gün yeterdi ev halkına. Şimdiki gibi bir kaç yüz gram değildi. Bayrama yakın çarşı pazar gezilir, çocuklara bilhassa yeni ayakkabı, çorap ve giysi alınırdı. Ben alınan ayakkabıyı yastığımın yanına koyar, o akşam onun kokusu ile uyurdum. Yatılı okula gidinceye kadar bu böyle devam etti. Ramazan bayramı bana daha makul gelirdi. Kurban bayramı hala hangi adetten geldiğini bulamadığım bir gizemdir benim için.
Kanlı bayram olduğundan Kurban Bayramını hala sevdiğimi iddia edemem. İnsanlığın oluşumundan bu yana tanrı ve tanrılar için çok değişik kurbanlar edildiğini bilmekteyiz. Hatta genç kızların, bakire kadınların tanrılar için sunak yerinde kurban edilmesini, günümüze kadar ayakta kalan eserlerde görmekteyiz. Ancak İbrahim peygamber’in gece rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesini isteyen Tanrı’ya, ertesi gün öz oğlunu kurban ederken melek Cebrail’in hayvan getirdiği söylenir. Müslümanlıktan evvel oluşmuş bir olayda peygamber ‘İbrahim’ isimli olmasa gerek. İslamiyetten evvel Tanrı, adı Abraham olan bu kişiye, oğlu İshaki’ı kendisine kurban etmesini rüyasında ister. Abraham’ın akli dengesinin yerinde olup olmadığı konusuna hiç değinmek istemem. Çünkü bu hikayelerin tartışılmasının bile doğru bir konu olmadığına inanırım.
Bugün bu konudan oldukça uzak bir yerde dini bayram olarak kimin bu bayramı tesis ettiğini de tartışmak istemiyorum. Mahallemizde fidanlık denilen yer vardı, koyunlar oraya gelir, rahmetli pederle koyun seçmeye giderdik. Koyun seçiminin nasıl olacağını ondan öğrenmiştim.
Ancak hatırladığım çocukluk senelerinde bayramların başka duygusal değerleri vardı. İlk gün kurban işlemi bittip de, hazırlanan kavurmayı iştahla yedikten sonra, kurbandan kesilen parçaların bilinen bazı kişilere dağıtılma işlerinde ben ve ablam görev alırdık. Bu dağıtım işini severdim, koşa koşa gider, geri dönerken görev yapmanın hazzını duyardım. Genelde Karaman, Adıyaman, Malatya, Bingöl gibi yörelerin koyunları rağbet görürdü. Merinos ırkının kökleri İspanya’dan geldiği söylendiği için kurban edilmesini pek doğru karşılamazlardı. Hatta 1934 yılında bu ırkın etli olan cinsinin de Almanya’dan getirildiği söylenir. Ancak bu koyunları kurban etmeye pek yanaşmazlardı.
Geçtiğimiz son 15 sene içinde ülkemin tatbik edilen siyasetle kaybolan tarım ve hayvancılığı neticesi olarak kesilecek kurbanlık koyun ve büyük baş hayvan bulunamadığından, Sırbistan, hatta Güney Amerika’dan bile canlı hayvan ithal edildiğini görmekteyiz. Hayvanların bazılarında ‘’ŞARBON’’ hastalığının görülmesinin, ülkemiz açısından çok önemli neticeler doğuracağı bir gerçektir. Bunlara sebep olan kişi, kurum ve kuruluşların hesap vermesi gerekmez mi?
Kuran’da hangi ayette olduğunu bulamadığım, kural koyucu her kimse, hac farzında kesilmek üzere büyük ve küçük baş hayvanların kurban edilmesinin bugün nasıl anlaşıldığını, yaşasa, mutlaka televizyona çıkar ithal hayvanla kurban kesilmesinin zinhar caiz olmayacağı hakkında fetva verirdi diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.