|
|
Size Öyle Geliyorsa Öyledir...Kategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 24 Mart 2008 08:34:43 Ünlü İtalyan oyun yazarı Pirandello'nun bu isimde bir oyunu var. Seyirciye bir olay değişik kişilerin açılarından farklı farklı anlatılıyor. Seyirci hangisinin anlattığının gerçek olduğunu anlayamadan oyun bitiyor. Japon klasiği Raşomon da aynı temayı işliyor. Gerçekten size öyle geliyorsa öyle midir, yoksa öyle "gibi" mi gelir?
20. yüzyıl düşüncesini biçimlendiren beyinlerden birisi Freud, diğeri Marx ise üçüncüsü de kesinlikle Einstein’dır. Einstein’ın görecelik / izafiyet / rölativite teorisi artık teori olmaktan çıkmış, kanıtlanmıştır. Zamanın ve mekânın görece olduğunu belirtir. Trende giderken yanınızdaki tren sizinkinden daha hızlı hareket ediyorsa, sizin treniniz geriye gidiyor “gibi olur” ya, belki göreceliği basitçe resimlemenin bir yolu budur. Dünyanın güneşin çevresinde döndüğü kanıtlanmadan önce insanlara güneş dünyanın çevresinde dönüyor “gibi gelmiş”, binyıllarca buna inanılmıştı. Burada “gibi olur” , “gibi gelmiş” üzerinde durmak gerekir. Kırk kişi, tanık olduğu bir olayı kırk değişik biçimde görmüş, algılamış ve anlatıyor olabilir, ama o olay bir biçimde olmuştur, kırk biçimde değil. Ancak ölüm ertesi ne olduğu gibi bir bilinmez üzerinde kafa yorulduğunda bunun yanıtını kimse bilmediği için herkes kendince birşeylere inanır ve bunu sorgulamak ta abes olur. Uzay-zaman-yerçekimi üçlüsünü bir teoride birleştiren, maddenin yok olarak enerjye dönüşebileceğini kanıtlayan Einstein’ın yaklaşımı fizikte kanıtlanmış ama artık fiziği aşmış, görecelik sosyal bilimlerde de revaçta olmaya başlamıştır. Karısını döven adam mahkemede göreceliğe dayanarak bunun kendi kültüründe gayet olağan birşey olduğunu savunabilmektedir. Çokkültürlülük adına örneğin, bazı Kuzey Afrika kültürlerinde olduğu gibi, genç kızların cinsel organlarının kesilmesine “bize göre doğru” denebilmektedir. Kapitalist ekonomide rekabet ön planda olduğu için ve sınıfta geride kalan çocuğun özgüveninin sarsılacağı düşünülmüş, ve çocukların birşeyi iyi yapması için özgüvenlerinin geliştirilmesine inanan eğitimciler kağıt üzerinde gelişigüzel karalamalar yapan çocuğa “aferin, çok güzel yapmışsın” demeye başlanmış, çocuk özgüven kazanırken binyıllarlık resim sanatı hakkında birşeyler öğrenmeyi gereksiz bulmaya başlamıştır. Böyle yetişen kuşak bilgisizliğiyle neredeyse övünür olmuş, zevksizliğini, kalitesizliğini görecelikle örtbas etmeye çalışmaya başlamıştır. “Zevkler ve renkler tartışılmaz” gibi bir zırva, toplumda zevksizliğin yaygınlaşmasına yol açmış, “iyi-kötü” kavramları aşınıma uğramış, nitelik / kalite güme gitmiş, bilgisizlik bilgi sahibi olmakla denk tutulup, bilgi küçümsenir, hattâ aşağılanır olmuştur. Eline fırça alan bir darbeci paşa kendini Picasso ile kıyaslar olmuş, yaşamında ne Türk şiirinden, ne de dünya şiirinden tek birşey okumamış kişi iki uyağı (kafiyeyi) altlata dizebildiğinde şiir yazdığını sanmaya başlamış, müzik kuramlarının yakınından geçmemiş birisi şarkı çığırdığında kendini şarkıcı, müzisyen, hattâ hattâ sanatçı saymaya başlamıştır. Yalnızca sanat alanında değil, her alanda bu bulaşıcı salgın kültür yozlaşmasına, giderek bazı değerlerin, kültürlerin yok olmasına zemin hazırlamıştır. Çürük inşaat yapan müteahhitten tutun, size borcunu ödemeyen arkadaşınıza, kazık atan esnafa, mahkemede yalancı tanıklık yapana, kırmızı ışıkta geçen sürücüye kadar, hepsi, bilinçli ya da bilinçsiz kafasında “benim yaptığım da ötekininki kadar değerli, geçerli” düşüncesini taşımaktadır. Hele hele köşe dönmeci kültürün egemen olduğu ortamlarda bir takım ahlâk kurallarına uyan, kazık atmayan, hile yapmayan, yalan söylemeyen insana köhne dinazorlar diye bakılır olmuştur. Özgüven küstahlığa dönüşüp, bilgisizlik erdem olunca bırakın herşeyin eşdeğerli olmasını, değerli olanın değersiz görülmesi, bilgisiz olanın ahlâksız olması olağan sayılmaya başlanmıştır. Peki, buna karşı mutlakçılığı mı savunacağız, toplumsal alanda görece yaklaşımın yararları olmamış mıdır? Elbette dinlerin mutlakiyeti bundan ciddi yara almış, katı dogmalar sorgulamaya başlamıştır. Ama bu sorgulama bilgiye dayanan bir eleştiri temeli olmadan yapılıp “sen ona inanırsın, ben de buna” alt düzeyinde kalınca ardından herşeyin eşdeğerli olması gibi bir kafa yapısı oluşmaya başlamıştır. Somut maddelerde iyi-kötü ayırımını kolaylıkla yapabilen çağdaş insan, bir yandan “bu matkap iyi, öteki kötü, bu ayakkabı iyi, öteki kötü, bu şarap iyi, öteki kötü” diyebilirken soyutlarla uğraştığında bunları diyemez olmuştur. “Takiyye” denen davranış bunun en öz ifadesidir. Sayın Musa’nın on emrinden birisi kısa ve öz olarak “öldürmeyeceksin!” iken görececiler bunu bugün işlerine geldiği gibi yorumlayıp “cinayet işlemeyeceksin”e çevirebilmekte ve örneğin dindar Bush, Irak’ta yüzbinlerin öldürülmesini bu emre aykırı görmemektedir. Elbette köleci toplumda, belirli bir zaman ve mekânda geçerli olan bugün geçerli değildir ve o toplumun değerlerini bugünün ölçütleriyle tartmak, yargılamak yanlış olur. Ama bu ne kadar yanlışsa görece bir yaklaşımla köleliği savunmak daha da yanlış olur. Uçak kazası sonucu dağ başında aç kaldığı için birbirlerini yiyen insanlar yamyamlığın doğru olduğunu kanıtlamaz. Ahlâk anlayışı yalnızca kadının cinselliğini kısıtlama üzerine kurulu olan ama öte yandan her türlü ahlâksızlığın mübah sayıldığı bir toplum yaşanılmaz hale gelir. Ahlâk kuralları da elbette zaman ve mekân içinde değişmiştir. Ama bundan hareketle herşey mübah noktasına varmak toplumsal dokuyu yok etmenin en kestirme yoludur. Toplumsal doku ortadan kalktığında ise bireysel özgürlüklerden söz edilemez. Beylik ilke “özgürlüğün sınırı ötekilerin özgürlüğüdür” bence halâ geçerlidir ve geçerli olmalıdır. Şimdi herkes türbandan, laiklikten, AKP’nin kapatılma isteminden söz ederken bunlar nereden çıktı demeyin. Daha iki kere ikinin kaç ettiği tartışılırken yüksek matematikle uğraşmak güç oluyor.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|