|
|
Firavunlar ölür firavunluk kalırKategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 21 Haziran 2018 10:52:31 Niyetinin temiz, doğrularının kesin, amacının insanların mutluluk ve huzur olduğunu savunan bir anlayıştan keyfilik, adaletsizlik ve zalimlik rahatlıkla ortaya çıkabilir. Kendisini her konuda gelecek için en gerçekçi ve tutarlı ilkelerle donanmış, kuşku duymamacasına emin olduğunu sanan bir kişi, politik organizasyon, ideolojikleşmiş bir anlayış giderek tam karşıtı konuma geçebilir.
Başlangıçta masumane, iyi niyetlerle hareket eden bir irade giderek gerçek bir zalime, hak bilmeze dönüşebilir. İnsan kendi inancına, ilkelerine, ütopyalarına ne kadar kusursuzluk yüklerse onu ilah edinirse farlı görüşlere, eleştirilere o denli kapalı hale gelir. Kendisinin başkaları tarafından nasıl göründüğüne kulağını tıkarsa giderek sadece kendi sesine kulak vermek zorunda kalır. Bu haliyle başkalarını düşmanlaştırmaktan kurtulamaz. Her farklı görüşü ya düşman, ya hain, ya da akılsız-aptal olarak görmek zorunda kalır. Bu süreç düşüncelerin ideolojikleşmesi, tavırların kabaklaşması, uygulamaların adaletsiz ve dayatmacı; her sorunu ortak aklı harekete geçirerek değil sadece güç dayatmasıyla çözmek şeklinde kendini gösterir. Niyetler ve “doğrular” doğada değil bilinçte bulunur. Ancak bunların gerçeklik kazanması insan eylemini gerektirir. Eylemlilik başta niyet olarak soyut iken irade olarak gerçeklik kazanır. İrade her ne kadar kelime anlamı “istemek” olsa da bunun daha fazlasıdır; o bir isteğe tutkuyla bağlanmaktır; insanın kendi isteğinin yoğunluğu ile tutkuyla bağlanmasıdır. Başka bir ifadeyle isteğinin gücü ve amacının belirginliği tarafından tutuklanmasıdır, özgürce tutuklanmak ya da tutuklanma yoluyla kendini özgür kılmak. Bu durum bireysel yaşantımız için de, üstlendiğimiz toplumsal sorumluluklar için de geçerlidir. Geleneksel kadim söyleme göre irade ilme, ilim maluma bağlıdır. Malum bilinecek olan, bilmeye konu olan; ilim onun yasalarının, varlığında içkin olan zorunlu bağıntılarının bilinip anlaşılmasıdır. İrade ise eylemlilik dönüştürücü etkinlik göstermektir. Doğada her şey kendi zorunlu ilişkileri ile devindiği için herhangi bir şaşma olmaz. Tinsel alanda durum doğada olduğu gibi değil, bu alanda her türlü dönüştürücü devinim bilincin yaratımları ve özgür iradenin seçimleri ile olur. Aslında irade her varlığa içkindir, ama özgür değil. Özgür irade derken, bilerek ve isteyerek olumsuz olanı da, yanlış olanı da, kötücül olanı da seçebilmektir. Doğada ki her şey programlanmıştır bu programın dışına çıkamaz, ama yetkindir. İnsan özgür irade sahibidir, fakat yetkin değildir. Başlangıçta olumsuz, yani gerçeklik kazanmamış, fakat gerçeğe dönüştürülmesi gereken bir olanak olarak bulunur. Soyut, olumsuz olandan somut kullanılabilir olumluya geçiş insanın eylemiyle olabilir. İnsan böylece hem tarihsel bir varlık, hem de tarihi yapan bir özne olarak kendini de gerçek kılmış olur. İçten içe insanı uyaran, eylemliliğe yönelten özgürlük kendi edimselleşmesini, yaşamda gerçeklik kazanmasını ve bu kazanımların hukuksal-toplumsal güvencesini talep eder. Bu kazanımlar ancak bir organlar dizgesi olan devlet aracılığı ile sağlanabilir. Toplumların sanatsal, kültürel, bilimsel, hukuksal, ekonomik kazanımları ancak devlet kurumu aracılığı ile korunabilir, hukuk bunu biçimlendirir. Devletin kendi kavramına göre ne derece yetkin, hakkaniyete dayalı olduğu ayrı bir konu. Devlet kurum olarak varlık kazanınca kendi kurumsal kimliğini de kazanır. Bu kimliksel yapısıyla devletin toplumsal yaşamın gelişimine olanak sağlayıp sağlamadığına bağlı olarak politik taleplerin, arayışların, gerilim ve çatışmaların kaynağı haline gelebilir. İnsan özgürlüğe yazgılıdır, ancak hiç bir insan kendi gereksinimlerini tek başına karşılayamaz, yazgılı olduğu, kendisinin kaderi olan özgürlüğü tek başına edimselleştiremez. Bu yol ancak insanın kendi emeğinin ve eylemlerinin ürünü olabilir. Birbirine muhtaçlık toplumsallığı ve örgütlü olmayı zorunlu kılar. Toplumsal yaşam toplumsal örgütlenmeyi, toplumsal eylemi, toplumsal sorumluluk üstlenmeyi insanlardan talep eder. Her birey olumlu-olumsuz her etkinliği ve eylemi ile toplumsal bir işlev görür, kimse bundan kaçınamaz: toplumsal işlevi her insan şu veya bu şekilde yerine getirir, ancak toplumsal sorumluluk üstlenme konusunda böyle bir zorunluluk yoktur. Çünkü kendi bireysel güvenliği, geçim sorunları ve geleceği için yaşayabilir. Bu anlamda sorumluluk üstlenmeyebilir, ancak içinde yaşadığı koşulların olanaklarının, sıkıntılarının ve problemlerinin etkisinden de bağımsız olamaz. Özgür irade sahibi olmak, kendi varlığını diğer inanlarla ilişki içinde sürdürüp geliştirmek zorunda olmak ister istemez her bireyi gelecek hakkında kaygılandırır ve ortak bir çıkış yolu bulmaya iter. Gereksinimler sınırsızca çoğalabilir, ancak olanaklar sınırlıdır, bu durum toplumları yeni arayışlara sürükler. Gereksinimler yeni teknolojik ve bilimsel keşiflerin belirleyici itici gücüdür. Ancak teknikteki her gelişme üretim ilişkilerini, kültürü, sosyal ilişkileri, hukuksal düzenlemeleri, politik yapılanmayı da şekillendirir. Kısaca toplumsal yaşamı ve örgütlenmeyi koşullara uyarlamayı gerekli, hatta zorunlu kılar. Ancak toplum dediğimiz ekonomik çıkarları farklı, çelişkili sosyal grup ve sınıflardan oluşmuş belirli bir hukuksal örgülülük altında yaşayan insan kitlesinden oluşur: farklı gelenekler, farklı diller, etnik farklı kökenler bir toplumun zenginlikleri olarak devindirici bileşenleri olarak işlev görürüler. Ancak bu farklılıklar eşit, adil bir biçimde ve hukuksal güvenceye sahipseler ortak yaşamın dinamik birer bileşeni olurlar. Bu bileşenlerin ortak yaşamı nasıl sürdüreceklerini, kader birliğini nasıl sağlayacaklarının yollarını bulmak politik güçlerin ve iradenin sorunudur. Tarihsel ve anlık toplumsal koşullar ne olursa olsun, farklı bileşenlerin renkleri ne olursa olsun bunların uyumlu halde birlikte olabilmelerinin, ortak bir yaşam ve gelecek için kader birliği yapabilmelerinin evrensel bir ilkesi ve mutlak bir temeli olması gerekir, bunlar var mı? Var. Mutlak temel İnsan, evrensel ilkesi ise adalettir, içeriği güvenlik ve özgürlüktür. Ancak bu ilkenin ve zeminin algılanıp kavranmasında, yorumlanması ve bunun uygulanmasında yanlışlar, eksik ve verimsiz adımlar atılabilir. Bu doğaldır ve korkulacak bir şey yoktur. Çünkü çözümün temel gücü ve evrensel ilkesi vardır: İnsanı temele koyup doğuştan getirdiği haklara saygı duymak evrensel adalet ilkesini kılavuz edinmek. Tüm politik uygulama ve örgütlenmelerin karakteri bu ilke ve zemin üzerinden denetlenip değerlendirilebilir ve sorunlar çözülebilir. Adalet birilerinin lütfü ya da birilerinin aklından türemiş keyfi bir ilke değildir. Farkın olduğu yerde karşıtlık içeren ilişki var demektir. Farkların hak edişlerini vermek adalettir. Adalet yaşamın doğasından kaynaklanan olmazsa olmaz varoluşsal bir ilkedir; keyfi, tek tek bireylerin ya da yönetimlerin kaprisine bağlı gelip geçici bir seçim değil. Peki! Adaletsiz yaşam, adaletsiz devlet, adaletsiz yönetim yok mu? Var, varolmaya da devam edecektir. Toplumsal yaşamın doğal akışı içinde ekonomik, teknik, bilimsel, kültürel, ...vb. değişiklikler oldukça farklı talepler, uygulamalar, karşıtlıklar sürekli olacaktır. Bu dinamik bir süreçtir, dengeler her zaman sarsılacak yeni düzenlemeler zorunlu olacaktır. Yaşamın doğal akışından belirli dengesizlikler, çekişmeler, anlaşmazlıklar kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Ancak hangi derinlikte ve biçimde olursa olsun, Marks’ın deyimi ile “her sorun kendi çözümünün maddi koşullarını da beraberinde getirir.” Koşulların getirisi varoluşsal, ilkeye bağlanıp yöntem geliştirmek politik bir seçimdir. Önemli olan bu seçimin koşulların dayattığı sorunların çözümüne uygun düşüp düşmemesidir. Bu uygunluk bir anda değil ama er veya geç mutlaka sağlanır: adaletsizlik, özgürlüğe yönelik sınırlar kaçınılmaz olarak bunları ortadan kaldıracak güçleri de bizzat kedisi doğurur: Bu, tarihin diyalektiği, bir yasalılığıdır. Toplumsal-politik sorunların çözümüne genel bir sınıflama ile bakarsak iki yöntemle yaklaşıldığını görmek mümkün: ya evrensel ilkelerle, ya da ideolojik seçimlerle... Birinci yol demokratik, özgür ve insanca bir yaşama götürür. İdeolojik seçimler yolu ise dayatmalar, zorbalıklar, farklı olanı silip tekliğe zorlayan, onu inkâr eden kendi kutsadığı düşünsel kabullerini zorla topluma giydirmeye çalışan bir zorbalığa ve acımasızlığa dönüştüğü görülür. Çok uzağa gitmeden, 20. Yüzyılın başından beri insanlığın yaşadığı deneyimler bize bunu gösteriyor. Hak çiğnenmesi, özgürlüklerin kısıtlanması, toplumun tüm ekonomik, politik, düşünsel, kültürel tüm dirimsel güçlerinin özgürce kendini gerçekleştirmesine dışarıdan dayatmalarla yön vermeye kalkışmak sadece çatışma ve gerilim yaratır. Böylesi bir yaşam biçiminin ayakta kalması mümkün olamaz, çünkü tarihsel sürecin yasalılığına, evrensel hak ve özgürlük ilkesine tümden aykırıdır. Özgürlüğe, kendini gerçekleştirmeye, kendi kaderi hakkında söz sahibi olmaya ve kendini ifade etmeye yazgılı insan doğası buna katlanamaz. Özgürlük-yaratıcılık-üretkenlik birbirinden ayrılamaz tinsel güçlerdir. Ne zaman bu üçlü birlik bozulursa o yerde kargaşa, belirsizlik, haksızlık ve acılar kaçınılmaz olur. Nerde, ne zaman düşünceler özgürce kendini ifade edebilmişse, insanlar kendilerini gerçekleştirirken dışarıdan onlara dayatılan kısıtlama ve yasaklardan kurtulmuşlarsa düşünsel, bilimsel, felsefi ve sanatsal üretkenlik o denli artmıştır. Tarih bize bunun kanıtını veriyor: Antik Yunanistan, 12 ve13. Yy. Anadolu, 17.yy Hollanda’da olanlar bunun göstergesi. Hakikatlerin evrensel ve kadim olduğunu ifade ediyoruz. Evrensellik derken onların tarih içerisinde koşullara göre faklı suret kazandıklarını, kadim derken de koşullar olgunlaştığında gerçeklik kazanacaklarını, yaşama adım atacaklarını ifade etmiş oluyoruz. Bu anlamda hakikatler (özgürlük, adalet, hak, barış, dostluk, yaratım, ...) her dem tazedir. Yüzyıllar öncesinden bilgelerin, sanatçıların, filozofların aklından damıtılarak söylenmiş kelamlar canlılığını hep korur. Buna dair bir kaç alıntı vermek istiyorum: “Çaba gösteren herkes için eksik veya tam bir zevk arayan herkes için de az veya çok Allah’ın ışığından pay vardır. İlim bir topluluk ile sona erip de Melekut’un kapısı onların arkasından kapanmaz ve onlardan sonra gelen insanlar daha fazla ilimden mahrum kalmaz. Aksine, ilim ihsan eden ‘apaçık ufukta duran ve gayb konusunda cimri davranmayandır. En kötü çağlar içtihat (yorum) pınarının kuruduğu, düşüncenin hareket seyrinin kesintiye uğradığı...çağdır.” (Ş. Sühreverdi; İşrak Felsefesi. S.26) * * * “Her biriniz için bir şeriat ve açık bir yol meydana getirdik.” (Maide; 48) “Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hucurat; 13) * * * “Yardımcılarımızın (yöneticilerimiz anlamında) yurttaşlara böyle davranmalarını, onlardan daha güçlü olunca, iyi niyetli korucular olacak yerde, amansız birer zorba kesilmelerini ne pahasına olursa olsun önlemeliyiz.(Sokrates; Devlet: 416 a) “ama toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacak yerde kendilerin de mal sahibi ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlardan çok içerideki düşmanlardan korkarlar. Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler. İşti bunun için koruyucularımızın oturacakları yerleri ve yaşama yollarını önceden iyice belirtmek, bunu da kanunlaştırmak gerekmez mi?”(a.g.e. 417 b) * * * Türkiye önümüzdeki Pazar günü seçime gidiyor. Yıllardır Türkiye’yi yöneten iktidarın ülkeyi ne hale getirdiğinin kanıtları ortada: Ahlaki çözülme, kültürel yozlaşma, ekonomik çöküntü, yönetsel keyfilik, politik söylemlerdeki seviye düşüklüğü ve çapsızlık toplumsal günlük yaşamımızın panaromasını oluşturuyor. Elbette hiç bir şey bir günde olmadı. Tek sesliliğin, dayatmacılığın, kof bir kibrin ve “ilah edinilmiş bir nefsin” getirisi ancak bunlar olabilirdi.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|