|
|
ÇOCUKKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 10 Nisan 2018 15:16:29 “Çocuk, çocuk olduğunu bilmiyordu.” Yeni doğmuştu. Doğumunun ilk öğleden sonrasıydı. Gözlerini açtı. Anasına baktı. İlk tebessümünü anasına lütfetti. Anası o anı yakınlarına gönderdiği elektronik mektupta aynen şöyle yansıttı: “Tebessümünü görünce az daha kalbim duruyordu.”
Çocuk çocuktu. Hemen yürümek istiyordu. İki el ve iki ayak yerde, sürünmek hoşuna gitmiyordu. Hiç hoşuna gitmiyordu. Besbelli. Fırsatını bulur bulmaz ayağa kalkmak, herkes gibi iki ayağı üstünde dikilmek ve bilhassa yürümek ve koşmak istiyordu. Çocuk çocuktu ve herşeyi anlamıştı: Mesele çünkü ayağa kalkmak, dik durmak ve yürümekti. Sürünmek değil. Çocuk ilk sözçüğünü telaffuz ettiğinde ağzından “Ana” çıktı. Telaffuzu zor sözçükleri es geçiyordu. İkinci kelimesi “Baba” oldu. Sonra “nene” ve “dede”. Ana ve baba, nene ve dede olmak kolay meslek değil mutlaka. Olsun, çocuk size iki tebessüm çeker, eveleyip geveleyerek bile olsa, anlaşılması her zaman ve her yerde mümkün olmayan iki kelime çıkarırsa ayağınız yerden kesilebilir. Aman tavana dikkat! Ana çektiği acıları, doğum sırasındaki sancıları çoktan unutmuştu: Şimdi çocuğunu ana sütüyle beslemek, memelerinin şişmesinin verdiği acıları azaltmak, anı ve saati gelince çocuğunun altını ve üstünü değiştirmek, çocuğunu tertemiz etmek ve daha bir dizi ek işi sırasıyla icra etmek işini üstleniyordu. Baba da başka binbir işi. Nene ve dede torunlarıyla yeni tür ilişkiler demeti içinde gençliklerini yeniden buluyordu. Geçmemiş gençlikleriyle yeniden karşılaşmaktan biraz şaşkın. Zaman geçiyordu. Çocuk yatağından, beşikten, yatak odasından, evden çıkmak, dolaşmak belki koşmak istiyordu. Otomobilleri, sokakları, kaldırımlardaki, küçük ve büyük meydanlardaki insan kalabalıklarını görünce heyecanlanıyordu. Anlamaya çalışıyordu. Bu kadar insan nasıl birarada olabiliyor? Nereden çıkıyordu bunca insan? Hayret! İlkbahardı. Dedesiyle balkona çıkmıştı: Balkonda sarı ve kırmızı renklerine bürünmüş çiçekleri, minik ağaçları ve gökyüzünü, evin önündeki minik parktaki çocukların bağıra çağıra oyunlar oynamalarını, kırlangıçların hep birlikte, dayanışma içinde toplu danslarını seyreylemek alışkanlığını dedesinden kaptı. Gökyüzündeki bulutlara bakarken, küçük ve büyük bulutların birbirini izleyen hareketlerine dalmışken, gökyüzünü bir boydan öbürüne delip geçen uçağı görünce ağzından “Gııı” çıktı. Çocuk çocuktu ve ana karnında daha birkaç kez uçak yolculuğu yapmış, doğumunun neredeyse hemen ertesinde ilk uçak yolculuğunu da gerçekleştirmişti. Hosteslerin tümünü kağıt torbalarda sarıp sarmalayıp, “kafaya almıştı”: İki tebessüm ve yere serilen hostesler de hani görülecek güzellikte melekler. İlk öğrendiği kelimelerden birinin “uçak” olması artık bir tesadüf biçiminde yorumlanamaz. “Gııı”dan sonra “Patat” lafına takıldı bir süre. Ne görse, bir şeye canı sıkılsa “Patat” diyordu. Çocuk ağlamıyordu, sadece “patat” diyor onunla yetiniyordu. “Patat” lafı o günlerde bir tür parola biçimine dönüştü. Parolamız “patat”, işareti çocuk. Evet çocuk çocuktu. Konuşma çalışmaları aralıksız sürüyordu. Derinden. Konuşmayı çözecekti. Fiilleri şimdilik pek kullanmıyordu ama kendi kendine bir dil yaratıyordu: “Çocuk düştü” demiyordu “Çocuk düş” diyordu. Parkları, ağaçları, çicekleri, başka çocukları, başka ana ve babaları, yeni ve şaşkın dede ve nineleri keşfetmesiyle gözlerindeki ışığın alanı genişledi. Daha büyük gözlerle, daha geniş bakışlarla seyreylemeye başladı. Bu meseleyi de çözmek için anasına, babasına, nenesine ve dedesine sorular sordu. Soruları her zaman anlaşılamadı ama çocuğun zeki olduğuna topluca karar verildi: Açık oylama ve serbest sayımla. Yeni renklerle, yeni yüzlerle karşılaştı, şaşkın şaşkın baktı ve asla bakmakla yetinmedi: İlk karşılaştığı kız ve erkek çocuklarının tam karşına geçiyor, gözlerini gözlerine dikiyor, onları tepeden tırnağa süzüyor, inceliyor, irdeliyor, toplayıp çıkarıyor, çarpıyor, bölüyor ve onların bir parça şaşkın bakışlarını umursadan dönüp nenesinin yanındaki yerine oturuyordu. Düşünceli. Sarışın kız çocuklarını ise peşinden sürüklüyordu. Çekim gücü yüksekti. Çocuk ne de olsa çocuktu. Evet çocuk çocuktu ve çocuk olduğunu bilmiyordu. Her türlü kuşun, kırlanğıçların, hatta kargaların peşinden koşmak, onları elleriyle yakalamak istiyordu. Elleri hep boş kalıyordu, ama yılmıyordu. Yerinde duramıyordu. Hele uçmayı unutmuş, ot yanında et kırıntılarını da yiyen et obur olma yönünde değişime ugramakta “yürüyen fare” (Woody Allen) rollerinde seyircilerini üzen güvercinleri yakalamak çocuğa çocuk oyunu gibi geliyordu. Çocuğa. Evet. Ama yakalayamıyordu. Muz, ayva, elma ve portakala bayılıyordu. Hele portakal suyuna. Yere düşmüş erikleri toplamıyordu. Ama Sonbahar’da, yere düşen yaprakları alıp düştükleri dallara yeniden eklemek, yapıştırmak istiyordu. Çocuk aklı işte! Bir türlü yapıştıramıyordu. Anlayamıyordu : Neden düşen yaprak yerde kalmak istiyordu? Neden? Düşen yaprakları alıp anasına, babasına, nenesine, dedesine, arada bir de şirin ve bilhassa sarışın küçük kız ve esmer, yüzü “Şark Çıbanlı”, kalbi açık, eli cömert, futbol topunu paylaşan, güleç erkek çocuklarına hediye etmek istiyordu. Kimse oralı olmuyordu. Çocuk ısrar ediyordu. Dedesi yardımına koşuyor, sunduğu yaprağı alıyor, “Ne güzel yaprak, yaşa çocuk” deyip sarımtırak ve kendine özgü biçimiyle çekici yaprağı temizliyor, gazetesinin arasına yerleştiriyordu. Çocuktu. Cömertti. Paylaşmayı seviyordu. Dedesi onunla övünüyordu. Çocuk mevsimleri henüz keşfetmemişti. Kasım ayında doğunca çaresizdi, ilk kışını beşikte geçirdi. Arada bir nenesiyle yaptığı park gezilerini saymazsak. Zaman geçti, park dönüşlerinde dedesiyle birlikte şifreli naralar attığı oldu. Attığı naraları kimse toplamadı. Dedesine baktı: “Toplamak çıkarmaktan daha iyidir” deyiverdi. Çocuk dilinde. Bu “çıkmalarında” birkaç genç kadını heyecandan ve aşktan alt-üst etti, gönlünü (ç)alıverdi. Kimi genç, güzel, alımlı çalımlı kadın kaldırım ortasında kilitlenip, küçük dilini yuttu ve “Ne kadar güzel bir bebek” deyiverdi. Nenesi atıldı “Bebek değil çocuk!” Naralarıyla birkaç yaşlı kadının alışveriş sepetlerine sekiz elle sarılmalarına, para çantalarını elleriyle yoklamalarına yol açtı: “Çocuklar da mı?” Tanrım! Mart ayıyla birlikte gelen ilkbaharı, çömert, açık, güleç, ısıtan güneşi Doğa Ana’nın bir şakası sandı: Pencereden seyretti, hele yağmurlu nisan aylarında, uzun uzun seyretti: Seyretmek alışkanlığını geliştirerek sürdürdü. Dalıp dalıp gitti. Seyreylemek bir sanat dalı olabilir mi? Kimi filozofa göre, “şey”/seyre sunulan şey seyretmek eylemiyle sanat ürünü biçimini alabilir(miş), sanat “şey”de değil “bakış”taymış. Yapma yahu! Çocuk çocuktu. Felsefeye daha başlamamıştı ama konuşmayı tek başına ve kendi kendine öğrendi. Kimsenin yardımını beklemeden. Bundan daha iyisi olabilir mi? Çocukların herbirinin birer dahi olduğu anlamına gelmez mi bu? Konuşmayı kendi kendine öğrenmek: Çocukların en önemli eylemi. Tamam anası kimi öğleden sonralarında, işinden başını kaldırabildiği anlarda, bu kaşık, bu çatal, bu bıçak diye uygulamalı dersler verdi, ama asıl dersleri çocuk kendi kendine verdi. Büyükleri izleyerek, onları bir parça taklit ederek. Konuşmayı böyle öğrendi. Daha pek çok derse ihtiyacı var ama ilk adımlarını bizzat atıverdi konuşmak dalında. Merdiven çıkmayı da kendi kendine öğrendi. Dedesi elinden tutarak “Bak bu merdivendir ve acalesiz, basamaklara tek tek basarak çıkılabilir, inilebilir.” Çıktı, indi. Çıktı indi. Çıktı indi ... Futbol topunu ilk kez nerede, ne zaman, nasıl keşfetti? Kayıtlarda izine rastlayamadım. Plajda her fırsatta ille futbol oynanıyor topluca. O halde keşif, bu oyunlar, gazozuna plaj futbolu, sırasında olmalı, iticisi de babası mutlaka. Deniz sporlarında bir numara babası oğlunun futbolcu olmasını istiyor. Nenesi bozuk attı: “Neden?” Babası cevapı yapıştırdı: “Futbolcular çünkü çok para kazanıyor!” Vay anasını! Pardon vay babasını! Parkta, çim üstünde ve hatta evde, salonda her fırsatta futbol topunu çıkarıyor ve nenesiyle öncelikle, ama babası ve dedesiyle de futbol oynuyor. Dedesi sıkı çalıştırıcı rolünde ... Çocukluğunda ve ilkgençlik yıllarında futbol oynamış çünkü. Dedesi. Bu iş daha çok sürer gibime geliyor ... Bugünlük burada ara verelim mi? Evet lütfen. Bu aradan yararlanıp Victor Hugo’nun L'Art d'être grand-père (Dede Olmak Sanatı) isimli şiirler derlemesini okumalı. Onun çektiği acıların kimseye bulaşmaması umuduyla. Çocuklarımıza, torunlarımıza dokunmayın ! Çocuklarımız, torunlarımız büyüsünler : Değiştirmek ve geliştirmek için. Geleçek geleçek : Çocuklarımız ve torunlarımızla.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|