|
|
Ben Olan BenKategori: Felsefe | 5 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 15 Mart 2008 12:00:54 Literatürdeki <etik> ile ilgili bir anımsatma yapayım. Birçok sınıflandırma var, ama bunlar belli bir yöntemle, belli bir bakış açısıyla yapılmış sınıflandırmalardır. İçerikli Değer Etiği, Formalist (biçimsel) Değer Etiği, Yararcı Etik, Psikolojistik Etik, Doğalcı Etik, Belirlenimci Etik ve Özgürlük Etiği.
İçerikli Değer Etiği; M.Scheller ve N. Hartman’ca düzenlenmiş. Şu anda içeriklerine girmeyeceğim. Çünkü başlı başına bunu çalışacağız. Formalist olan yani Biçimsel Değer Etiği;daha çok Immanuel Kant ve onun takipçilerini ortaya koyduğu bir etik biçimi. Yararcı Etik; Bentham başlatmış, daha sonra Pears, James ve Dewey’le de iyice şekillenmiştir. Yararcı Etik daha çok Amerikan felsefesini etkilemiş yarar ilkesi üzerine kurulan bir etik. Psikolojistik Etik; İngiltere’de David Hume’ca oluşturulmuş, daha çok psişeyi temel alan ve onun üzerinde etiği şekillendiren bir görüş. Doğalcı Etik; Stewensen tarafından kurulmuş; Stewensen, doğal bir zeminden başlatarak etiği inşa etmek istemiş. Biliyorsunuz en önemli görüşlerden bir tanesi de Belirlenimci Etik. Bunun üzerine çok tartışmalar oldu. Bütün felsefî etik tartışması daha çok bu belirlenimci etikle, formalist etik etrafında döndü durdu. Belirlenimci etik Spinoza’nın kurduğu kurguladığı bir etik biçimi. Spinoza sonrası özellikle romantik dönem geliyor. Ve Fichte ile başlayan bir özgürleşme hareketi var. Özgürlük Etiği; Belirlenimciliğe karşı koyma ve bu belirlenimcilik karşısında insanın özgürlüğünü arayışında felsefî zemin ve kurgu oluşturma çabası Fichte’de, öznenin özgürlüğü ve özgünlüğü ve zemin olması üzerine bir düşünce sistemi olarak ortaya çıkıyor. Spinoza’ya göre insan, bilincinde olmasa bile, davranışlarını belli nedenlere ve belli sebeplere bağlı olarak yapıyor olmakla belirlenmiştir, belirlenim altındadır. Dolayısı ile insan kendini özgür sanır, özgür davranışlar yaptığını sanır. Bunun karşısında fichte “İnsan eylem varlığıdır ve bu nedenle özgürdür” diyor. Geçen hafta “Eytişim mantığı ve yöntemi”, “Sibernetik bilimi ve yöntemi”,bir de “Holografi bilimi ve holistik yöntem” üzerinde üç temel düşünce üzerinde odaklanmıştık. Geçen çalışmamızın sonu buydu. Oradan hareketle ben devam ediyorum. Sibernetikte bize bir işaret vardı, sondan başa doğru bakış. Determizimdeki sebepler sonucu belirler lineer akışı, geleceği doğru belirlenim düşüncesinin karşısına, sibernetik terim olarak <kapalı sistemlerde> “sonuçlar sebepleri belirler ve kendisi için değiştirir” diyor. Bu sibernetik dünya görüşü felsefeye uygulanabilir mi, ya da felsefî bir bakış açısı ile de okunabilir mi? Sibernetik birçok alanda uygulanabilir. Bilgisayardan tutun, tıp biliminden hukuka kadar sibernetik düşünce ile yaşamda çeşitli olay ve olgular değerlendirilmeye çalışılıyor. Sibernetik, günümüzde daha yeni yeni yeşeren, yeni yeni üretilen bir disiplin olduğu için, yaygın olarak bilinmiyor. Sibernetik adı biliniyor ama, uygulamalarında asıl kendini ortaya koyacak bir düşünce tipi olması ya da felsefeye yeni bir bakış açısı getirme olanaklarını taşıyor olması henüz fark edilmiş değil. O nedenle üzerine vurgu yapmaya çalışıyorum. Şimdi konumuza dönelim. Fichte’nin “İnsan eylem varlığıdır ve dolayısı ile özgürdür” sözünü anlamaya çalışalım. Doğasal belirlenimler sadece insanın organizmasını belirler. Dıştan belirlenim, insanın organizmasını belirler ve zorunluluk alanı organizmayla ilgilidir, doğası ile ilgilidir. İnsan “ben bilinci” ile eylemlerinde özgürdür diyor. İnsanın asıl özgürlüğü ben bilincindedir. “Ben bilinci”, nesnenin bilinci değil.Nesnenin bilincinde koşulludur, ama “ben” bilincinde özgürdür diyor. Dolayısı ile Ben bilincine ulaşan insan eylemlerinde özgürdür. Batı dillerinde örneğin, İngilizce’de “I” ve “me” vardır. Fransızca da “je” ve “mo”. Almanca’da “ich” ve “mein” var. Ich, bendir. Me ya da moi ya da mein bu da ben’dir ama bu ben; bana, benim sahiplik, aidiyet bildiren yanımızdır. Yani, bir bilincimiz var ki, o, nesnelerle birlikte koşullanmıştır ve onunla tasarımsal olarak kendini örgütler ve bu “ben”in sahipliklerini bildirir. Ben’in kendisini göstermez, benin sahipliklerini gösterdiği zaman, o sahiplikleri ben zannetmek gibi bir hataya düşer insan bilinci. Fichte mealen diyor ki;“Ben” yani “ich” ya da “I”özgürdür, o dışırdan herhangi bir belirlenimle belirlenmez. O’nun bilincine varmak, ben’in bilincine varmak, özgürlüğün kendisidir. O, merkeze ben’i koyuyor, “ben” vardır orada diyor. Orada Tanrı ya da başka bir nesne ya da doğa değil, “Ben” vardır. “Ben” potadır. Pota. Bu ilgi çekicidir. Tasavvufa çok yakın bir görüştür bu. Ben” bir potadır, bir ateştir diyor Fichte. Bütün diğer her şey o potadır, bir ateştir diyor Fichte. Bütün diğer her şey o potada erir ve kendileşir. Ben bütünleyici faktördür, bütün çevredeki olay ve olguların birliğe getirilmesini ancak “ben” yapar. “Ben” olmaksızın birlik olamaz diyor. Fichte ortak bir ben kavramını kullanıyor. Yani kişileşme dediğimiz, ‘mine’ olacak olan, o Ben’in, o potanın, o ortak Ben’in eylemleri ile kendine dönüştürmeleri sonucu ortaya çıkan, kendini inşaa eden kendini üreten bir varlık olarak ben. Tur-u Sina’da Tanrı vahyine muhatap olan Musa sorar, der ki: Adın ne? Cevap şudur: “Soranlara deki: Beni, ‘Ben olan Ben’ gönderdi” Çok ilginç bir cümledir bu. Bütün filozofları etkilemiştir batıda. Hatta sanatçılarıda. Önce sanatçıları sonra filozofları. “Beni, Ben olan, Ben gönderdi”, Burada birkaç tane Ben var. Beni dediğimiz “mein” diyebiliriz. Yani mein,ı ben’i “Ich” gönderdi. Ben’i “bendeki Ben” gönderdi. Bu çok ilginç bir önerme. İnsan varlığının bütün var olanların diğer benlerden ayrılan bir ben olarak değil, kendi beni olarak algılanması. Mutlak soyutlama, buna batıda <absolut nothing>, mutlak hiçlik, mutlak bir şeysizlik gibi bir terimle karşılıyorlar ki, İslam kültürü içinde de “la ilâhe illallah”tır. Son soyutlamayı yaptığımızda, bu değil, bu değil, bu değil, bu değil... hepsini yaptığınızda geriye ne kalır? Soyutlamayı yapan kalır, Soyutlamayı yapan kalır, ama soyut olarak kalır. İşte “Ben olan ben” bu. Fichte, Soyutlama ile “ben”e varıyor, ama onda bir enerjia buluyor. Orada bir yokluk, bir hiçlik bulmuyor. Bir energia, bir ateş var diyor. Ben’de bir ateş var. Hani Musa’nın dağında da bir ateş vardı ya! O simgeden hareketle bir karşılaştırma yapılabilir. Rab orada “Ben olan ben” diyordu, ama bir de ateş vardı. Musa eteşten almıştı bu mesajı. Bu eteş, her şeyi kendine dönüştürenrek, kendisini yapandır. Böyle bir ben. Fichte diyor ki; “Kendini evrenin merkezine koyan insan, ben bilincini ahlâksal eylemin koşulu kılabildiği sürece özgürdür.” Var olan her özne, nesnesine göre öznedir. Çünkü nesne olabilmek konu olmak, bilince konu olmaktır. (Herhangi bir cismin, herhangi bir olgunun, herhangi bir eşyanın bilince konu olması felsefede nesne diye belirlenir, tanımlanır.) Özne, nesne bağlılaşık—birbirini zorunlu kılan—kavramlardır. Yani nesnesiz özne, öznesiz nesne olamaz. Peki bu nesne dediğimiz şey ne olabilir ki, özne bağlılışık olarak özne olsun. Bu var olan, duyumsanan çevre olabilir, ama bu kadar değil. Giderek, algılanan çevre, düşünülen çevre, imgelenen çevre...Yani imgeler de o öznenin çevresi olabilir. O halde özne sadece duyumsanan, ampirik bir gerçekliğin öznesi değil, aynı zamanda düşüncelerinin de öznesi, aynı zamanda imgelerinin de öznesi, aynı zamanda bütün bilgi, bilgi yöntemleri, üretim, eylem, katılım ne tasarlayabiliyorsanız giderek ne düşünebiliyorsanız, hepsinin öznesi durumundadır. Her özne için diğer özneler de nesnel bir çevredir.(Öteki özneler her bireyin kendi öznesi için çevredir. Ve onları bir nesnel–özne olarak algılar). Burada bir fark var. Diğer bütün var olanları sadece nesne olarak algılarken, onlara anlam yükleme yetisinin yalnızca kendi öznesinde olduğunu fark ederken, diğer öznelerle olan ilişkisindeyse, onların anlamlandırma yapabilen, ama kendisi için bir nesne olan, bir öteki olduğunu fark eder. O zaman orada “nesnel–özne” terimi yakışır. Dolayısıyla kendisinde nesnel özneler, nesneler, düşünceler, imgeler, tasarımlar ve bununla örgütlenmiş bir evren tasarımı ve bunun merkezinde “Ben”. İşte Fichte’nin anlatmak istediği en temelde buldur. Var olan her nesne için insan, özne olarak merkezdedir. “kavradığı nesnelerin imgeleri ile kurduğu anlıksal örüntü, dünyanın modelidir”. Nesnel çevrenin algıları. Onun üzerine düşüncelerimizin oluşturduğu ve imgelerimizin hayallerimizin katıldığı, duygulanımlarımızın yüklendiği, giderek bir spher ortaya çıkıyor ki, dünya o. O zaman dünya, herkesin kendi anlıksal örüntüsü içindeki bir tasarımından başka bir şey değil. Hatta kavramsal düzeyde değil, imgelerler kurulmuş, dünya imgelerle kurulmuş bir anlıksal örüntü. İşte daha sonra Hegel, bunun üzerine çaba harcayacak. Fichte, Hegel’in hocası. Hocasına karşı bir atağa geçiyor. Böyle bir şey olamaz diye düşünüyor, bir zorunluluk olmalı Spinoza’nın dediği gibi, ama o da özgürlüğü halledemedi. Bir özgürlük olmalı Fichte’nin dediği gibi o da zorunluluğu halledemedi. Bu ikisinin ilişkisi üzerine düşüncesini örgütlüyor Hegel. Ve diyalektik dediğimiz, zorunlulukla özgürlüğün ilişkileri, çelişkileri, süreçleri üzerine kavramsallığını üretiyor ve Fichte’nin görüşünün sonucu olarak çıkan öznel dünya tasarımı vaya imgelemi yerine, Hegel’de evren, kavramsal bir dizge oluyor. Kavramsaldır diyor, imgesel değildir. Kavramsaldır deyince ne oluyor? Şu oluyor: İmgesel olunca ve anlıksal tasarım örüntüsü olunca herkese göre bir evren var. Bana göre öyle, sana göre öyle, bunun zorunlu bir yanı yok. Hegel herkesin farklı algılamaları duyularından olsun, hallerinden, ruh katılımlarından, duygulanımlarından filan, bunları ayıklıyor, “soyutlama” diyoruz buna, ayıklıyor, bunlar var diyor, bunlar görelidir diyor. Bunlar sana göre, bana göre. Gidiyor, gidiyor, gidiyor, varlık diye bir kavrama gidiyor. Duyumsadığı her şeyden bütün varoluş niteliklerini soyunca, varlık diye bir kavram buluyor. Varlık dilde;”Dır” aslında İngililzce de “İngilizce de “is”, Almanca da “ist”. İt is. Veya Türkçe konuşursak “dır”. Bardaktır, Metindir, şudur..yani vardır. Onun için var orada bir sıfat, aslında “dır”ı buluyor. Aslında diyor ki, bu varlık, bütün düşüncelerden ve bütün göreli olanlardan, her şeyden imajlardan, algı farklarından, ne kadar bildiğiniz görelilik varsa hepsinden soyutlandığına göre, bu saltık’tır. Artık onun göresi kalmamıştır, şuna göre, buna göre diyemeyiz, saltıktır. Düşünmeye başlama zemini budur. Bundan başka bir zemin kuramayız. Saltık soyutlama, sonsal soyutlama. Daha başka soyutlayacak bir şey varsa soyutlayalım, neticede ondan konuşuyoruz. Ama bu varlık kavramın her şeyden soyutlayınca içeriği yok; o zaman bu yokluktur, diyor. Peki ne diyorsunuz? İşte ben olan Ben. Aslında Fihte’nin Ben’ine, o özgürlük alanına varıyor Hegel, fakat ona Fichte’de ki psişik yaklaşımla, ateş gibi, enerjia gibi dönüştürücü bir şey, pota gibi bakmıyor, çünkü oradan zaten psişik oluyor olgu ve felsefeden uzaklaşıyordu. Oraya gelince bu diyor ilkedir, düşünmenin ilkesidir, bilmenin ilkesidir varlık, ya da yokluk, hem varlık hem yokluk, aynı söz. İşte bu bir çelişkidir diyor. Aynı ne ? Aynı, varlık veya yokluk, aynı şey de diyemiyoruz “şey”i burada joker gibi düşünürseniz, hani onlunun yerine geçer, yedilinin yerine geçer, dokuzlunun yerine geçer bir joker vardır ya, onun gibi düşünürseniz buradaki sözcüğü, “şey” yani o zaman varlık yokluktur deyince, “şey” diyelim ona, bir şeye (eşya mânâsında değil) yani joker. Bu jokere hem varlık hem yokluk yükleyince nötr. Nötr, ama bir “ilke” ve düşünmenin tek zemini diyor. “Çelişki” Çelişiklik, düşünmenin kendisidir, başka türlü olamaz. Düşünmek budur. Sonra, sonra aslında Fihte’nin ateş dediği, pota dediği <her şeyi kendi içinde eritir ve kendileştirir> dediğini, kavramsal düzeyde söylemekten başka bir şey yaptığını sanmıyorum ben Hegel’in. O kadar abartıldığı gibi çok bambaşka dünyalar kurmuyor Hegel, hayır. Fichte’nin söylediğini kavramsal düzeyde ifade ediyor. Çünkü onun da varlığı, varoluş süreci zincirleridir ve birbirini peşleyen, birbirinden çıkarsanan yani kendileşen ve kendini örüntüleyen bir kavramlar dizgesi haline gelir. Fark ne? Kavramsal olmaya ulaşmıştır düşünce. Yani ne demek? Düşünce, düşünceyi düşünceden üretip, arasında içsel bağı, zorunluluğu gösterebilmiştir. Usun kendi kendinde kendini anlama edimi gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle, Fichte’nin veya Musa’nın “ben olan beni”, o meçhul “ben olan ben” bütün varlığı, içinde kavramlaştırmış olarak, aynı absolut, aynı saltık noktasında durmakta, fakat kavramsal olarak. Yine saltık, çünkü “ben olan ben” yine saltıktı, soyutlamam tamam olduğu için, hiç bir göreliliği yoktu. Burada da kavramlar birbirinden türetilip, örgünleşip bütünlendiği halde ortada bir görelilik yok. Kavramsal saltıklık var. Nesnelere göre özne değil, öznenin kendine özne olması. İşte “ben olan ben” aslında bu. “Ben”in “ben”i, başka bir şeyin ben’i değil, eşyanın ben’i değil de, ben’in ben’i, “ben olan ben” ve fakat ussal, anlaşılır. Burada inancaya yer yok, inanç tamamen dışarıya atılmış, uzaklaştırılmış ve Hegel’e göre, kavramsallık kendini tatmin edip doyuma ulaşınca, inancayı tüketti. Bunu yapmadığı dönemde inanmak zorunda idi insanlar. Bilmediğine inanacaktı ya da red edecekti, yadsıyacaktı, inkar edecekti. Ama şimdi biliyor, biliyorsa, burada neyi reddetsin, neye inansın. Biliyor ve us doruğuna ulaşmış oldu. Yine önceye dönelim. “Özne, dış nesnelerle kurduğu ilişki örüntüsünün tasarımını anlıksal bir model ile içe taşır”.Başka bir deyişle, akıl, us bütün çevresindeki nesnelerle kurduğu ilişki örüntüsünün tasarımını yapmaklıkla onları içselleştirmiş olur. Çevresini içselleştirmiş olur, kendinde onları kurar. Bu anlıksal model (zihinsel model), kendilik imgeleri ile dış nesne imgeleri’ni bir arada taşır. Hatta bazı mistik yaklaşımlar, Plato Musa’yı sani (ikinci Musa) dir derler. Ne demek? İkinci Musa’dır. Niye diyorlar? Musa’nın dinsel anlatımını O, akılla söylemiş, fark yok diyorlar. Bunu ilk ileri süren Philon’dur. Tasavvuf, Philon’un Musa ile Eflatunu evlendirmesinden doğan çocuktur. Bundan sonra Phillon’u izleyen bütün Tasavvuf dünyası, hem Yahudi tasavvuf <Kabala ve Zohar> hem Hıristiyan tasavvufu ki, eski gnostiklerden beri gelen o düşünceleri katarak yürümüş olan bir tasavvuf, hikmet öğretisi, hem de Müslümanların bildiğimiz tasavvuf öğretisinin kaynagı, üçünün buluştuğu kaynak Philon’dur. Peki Philon ne yaptı? Musa ile Eflatunun görüşlerini karşılıklı örtüştürdü. Musü simgesel anlatmış diyor. Eflatun kavramsal söylemiş; ikisi de aynı gerçekliği söylüyor. Philon’u kaldırırsanız, Onu yok sayarsanız ne tasavvuf anlayabilirsiniz, ne de daha sonraki gelişen felsefe akımlarını anlayabilirsiniz. Çünkü her birini bu hareketin içinden izleme olanağımız var. Philon, İsa’nın manevi babasıdır! Bu benim savım. Bana kızıyorlar. İsa’nın babası Philon’dur ama, Meryem’in kocası değildir. Onu kast etmedim. Ruhsal babası, yani manevi babası, yani hocası, Rabisi. Çünkü Philon Yahudi’dir, Mısır’da İskenderiye’de yaşamaktadır. İncil’e göre, İsa daha çocukken annesi ve babası (babalığı) ile birlikte Mısır’a gitmiştir sözü var daha sonrası yok. Sonra dönmüştür ve peygamberliğini, daha doğru deyişle Rabiliğini yapmaya başlamıştır. Arası boştur. Otuz yaşına kadan olan yaşamı meçhuldür İsa’nın, bilinmez. Birileri der ki, İsa o sırada Essenilerle birliklikteydi, birileri der ki, gitti bir köye, dağ başında inzivaya çekildi her herhalde... Ama incil diyor ki, Mısır’a gitti Tarihe baktığınız zaman, İsa’nın doğum tarihine baktığımız zaman, yani milat “0” olarak baktığınız zaman, Mısır’a gittiği yaşı da İncil’deki öykülerin içinden biraz tahmin yürüterek bulduğunuz zaman ve Mısır’da da gidebileceği yerin Yahudi yerleşim yerinden başka bir yer olamayacağını anladığınız zaman—sosyal bir yapı, kültürel yapı—onun da İskenderiye olduğunu ve İskenderiye’de Yahudi çoğunluğun Esseni olduğunu ve bu Essenilerin liderinin de zahirde de yani Roma’ya karşı, Roma’nın izniyle Philon olduğunu göreceksiniz. Philon orada köşede kenarda bir adam değil. Cemaat reisi ve Filozof aynı zamanda Hakîm yani hikmet sahibi bir zat-ı şeriftir ve öğretisi meşhurdur, Atina’ya gitmektedir, Roma’ya gitmektedir. Çok etkilemiştir etrafını Philon ve o etkileşim içindeki öğretisi de yazılmış, çizilmiştir, felsefedir; felsefî metinlere girmiştir, acabası yoktur ve o metinleri okuduğunuzda—İncil’deki dağınık biçimde, orada parça buçuk, burada parça buçuk yapılan o uhrevî, ruhanî konuşmaların arkasında, bir bütünlük sezersiniz, fakat kuramazsınız bir türlü—sistematik bir biçimde, bütün Hıristiyanlığın daha sonra da aklı o olacaktır. İsa ne demek istiyorsa orada düzenli, düzgün bir biçimde Philon’un söylediğini görürsünüz. İsa duygusal bir biçimde, yani akla hitap etmeden, duyguları ile yaşamın kendisini okuyarak, yaşamı değerlendirerek konuşmuştur. İsa’nın öğretisini, soyutlayıp kavramsallığa getirdiğinizde Philon’un dediklerinden başka bir şey olmadığını görürsünüz. Hatta açık açık <Baba>, <Oğul>, <Ruh-ül Kudüs> bütün bu üçlemeler, bütün Hıristiyan teolojisinde ne varsa Philon’da var Philon’un hemen arkasından bir Yunanlı çok sinirleniyor bu işe. Philon’un böyle bir kültür emperyalizmine kalkması, Yunan felsefesini yani Plato’yu yutmaya kalkması, onu yemeye kalkması, 2. Musa deyip Musa’yı Plato karşısında yüceltmesine, Plotin tepki gösterdi. Yeni Eflatunculuğun kurucusu olan Plotin bütün dinsel öğelerden tekrar soyutlayarak, fakat Philon’un görüşünü geliştirerek yani Plato’da kalmadan, Philon Plato ile Musa arasında neyi keşfetti, kavramsal olarak neyi kurduysa onu arı kavramsallığa taşıyarak, felsefeleştirdi ve kendisinden sonraki felsefelerin babası oldu Plotin. İç dünya, duygusal coşkusal bağlarla ilişkilenen kendilik ve nesne tasarımlarının arasındaki tasarımların alanıdır. Şimdi iç dünya deyince neyi anlayalım? Çünkü iç dünya denince, çoğu zaman boş sözler söyleniyor. Benim içim, dışım, benim iç dünyam, seziyorum, ama bilmiyorum. İnsanın bilgisinde olmayanın, bir anlamı da yoktur. Duymuş, birisi iç demiş, dış demiş herhalde bende de vardır diye düşünmüş; benim de içimde şöyle oluyor, böyle oluyor filan diye; aslında iç ne? Yoksa karaciğer ya da böbrek filan mı iç. Batn, karın boşluğuna diyorlar ya Araplar. Zahiren ve batınen; Kur’an’da da var. İşte cennet, cehennem meselesinde, bağırsaklar cehennem’dir. Cennet, cehennem’dir. Cennet, işte mide iyi olursa bütün vücud sağlıklı olur, o halde mide cennettir. Bir anda simgesel olmuş, ama asıl başta simge var, “batn” derken karnın içi nasıl görünmüyor, ama içeride gerçekten yarıp açtığınız zaman orada çalışan vücudu yapan organlar vardır. Beyin de böyle: Duygu, Düşünme, Hayal, <kavramsal dünya> beynin batnıdır. Şimdi isterseniz biraz da içselleştirmeden söz edelim: Öğrendiğimiz bilgiler bizde et ve kana dönüşmüyorsa, içselleşmemiştir. Bu İsa’nın sözüdür. Burada <sahip olmakla>, <olmak> arasındaki ayrımı anlamamız gerekiyor. Bana ait, benim, benimkiler, cebimdeki paralar gibi veya üstümdeki kazak, düşüncelerim, fikirlerim, duygularım vb. gibi, ikincil yabancı şeyler. Bunlarla olan ilişkim, öteki, dışarıdaki, ikincil olan, ben’le ilgisi sadece sahiplenme veya ilişki dugulanım bunların arasında cereyan ediyor. <Çoşku,> “ben olan ben” içinde. Bir şeyin coşması, dışarıya vurması olarak söyleniyor halk dilinde ama, Kadim Felsefe ve Tasavvuf düzeyinde çoşku, içselleştirici öğedir, bilgiyi içselleştirir, bu <irfan> diyoruz. Antik Yunan’da buna <sophia> denirdi, epistemden farklı olarak. Epistem, aklî olan bilgi. Sophia hikme bilgisidir, yani coşkuyla içselleştirilen bilgi. Pythagoras, bu nedenle <Philo-sophia> demiştir. Felsefe diye çevrilince hiçbir anlamı kalmıyor. Onun için Philon’dan söz ettik az önce—Philia: sevgi, On: Varlık, Phil–on: Varlıksal Sevgi. Philia: <sevgi ateşi>, Philos: aşık, Sophia: hikmet (irfan), Sophos: Bilge (Hakîm). Bilgiyi içselleştiren sevgi coşkusudur, <aşk ateşi>; “Ben”leştiren de budur...Ben’in üretimi, ya sanaldır ya hakiki. Sanal olanı, zihin yolu ile sahiplenme, sahip olduklarını ben zannetmek. Buna, “ben olan ben” kavramını temele koyan Musa’nın öğretisinde, <putperestlik> denir. Musa diyor ki; “Ellerinizle yaptığınıza tapmayın” Siz ondan kıymetlisiniz. Başka bir deyişle, karşınızdaki insanın Ben’ine saygı duyun, Ben’ine sevgi duyun, onun kaşına, gözüne, ayağına, ayakkabısına, sahip olduğu eşyaya, mevkiye vb. değil. Putperest olmayın. İnsanın Ben’ine ulaşmanın birinci aşaması <anlayış>,ikinci aşaması < sevgidir>, Sendeki ben’in ortaya çıkartılması, kendini “ben olan ben” olarak keşf edebilmenin yegane yolu budur. Tasavvufa göre, Musa mürşidi ile dağda oturmuş ve mürşidine sormuş: “Soranlara ne diyeyim?” Mürşidi Musa’ya demiş ki: “Ben olan Ben” (Ehyeh asher Ehyeh) dersin. Seni Ben yapmak. Seni, ben yapmak, “Ben olan Ben”in Kur’andaki kullanılış biçimi, “İnna” (Biz). “Biz”, “in” ve “na”kavramları ”Ben olan Ben” in ifadesidir, buna Tasavvuf dilinde <Vahdet> denir. Benim için, “nesnel-özne olan öteki ile, nesne tarafını aradan çekerek, “öznel-özne”, “Ben olan Ben” olduğum zaman “Biz olunur. İşte, Fichte, Ben, kendileştirici bir ateştir diyor. Aşk, yangın. İçeriye ne atıyorsan eriyor, Güneş. Bütün bu dünya dediğiniz—evrenin her tarafı öyle ya—taş, toprak var ya, burada ne varsa hepsi güneşte var, oradan yaratıldı. Ama güneşte bunlar ışıma halinde duruyorlar. Şimdi, iç dünya duygusal ve coşkusal bağlarla ilişkilenen, kendilik ve nesne tasarımlarını. Onun için bakın ayırım var bu önermede. Nesne tasarımlarının bağı duygular. Yani bizim bir nesneye olan ilgimiz, eğilimimiz onun bizdeki imgesiyledir. Biz duygulanıyoruz ya birbirimize zaman zaman, bu duygulanmalarımız her birimizin ötekindeki imgesinedir. Biz imgelerimize aşığız, imgelerimizi seviyoruz, imgelerimizden nefret ediyoruz. Başka bir dert yok ortada. Coşku, duygudan farklı. Kendileştiren ateştir coşku. Çoşku olmadan, nesnel özne özneye dönüşmüyor bizim için. O hâlâ nesnenin (bedenin) arkasında gizli özne olarak kalıyor. Tasavvuf anlatımlarında, örneğin; Musa dağa baktı, Rabb’ını görmedi, sesini duydu. Doğru, hâlâ öyle, bizde öyle yapıyoruz. Ben karşımdaki beden dağına bakıyorum, sözünü duyuyorum, yüzüne bakıyorum, ama kendisini göremiyorum. Dağın arkasında saklanmış. Çünkü nesne (beden) olarak algılıyorum ve onu nesne zannediyorum. Hatta kendimi bile bu (bedeni göstererek) zannediyorum, ben buyum diyorum. Fichte gibi düşünmeye başlayınca, elim, ayağım, gözüm, beynim, aklım, ruhum vb. neyim varsa o ben değilim. Peki, “Ben” ne? “Ben”, dilde bile, bütün sahiplenmeleri yapan, ama kendisi sahiplenilemeyen öznedir. Tasavvuf dilinde “ene”, bendir. Ene’yi idrak edebilmek için, bir başka ene’ye gereksinim var, yani ötekinin <şuuru> ve <gönlü> ne gereksinim var. “İnna” aynalaşmadır, “ikilikte birlik” Onun için “Ben olan Ben”, “Biz” oluyor.
YorumlarDefne Özdemir
{ 18 Temmuz 2019 19:37:49 }
Çok yararlandım. Son derece aydınlatıcı, öğretici ve anlamlı bir içerik. Çok teşekkürler.
zehra ayan
{ 06 Şubat 2013 12:41:52 }
muheteşem bir yazı...fichte nin ben olmayan ben açıklamalarını, huffeland, ı anlatan bir yazıdada okumuştum. huffeland 18/19. yy da yaşamış bir ruh bilimci. fichte ne zaman yaşamış yada yaşıyor bilen varsa yazabilirmi merak ettim.
mustafa şişman
{ 30 Eylül 2012 04:20:27 }
çok yararlandım teşekkürler
Ulaş YÜKSEL
{ 10 Aralık 2010 01:24:37 }
Muhteşem sevgi çoşkusu ile okuduğum bir paylaşım oldu.Teşekkürler .
ümit yılmaz
{ 10 Ekim 2009 23:12:12 }
çok zevkli ve zekice yazılmış bir makale,Metin beyin bu güzel yorumlarına sanırım çağımızın insanının ivedilikle ihtiyacı olduğunu düşünüyorum
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|