|
|
Aklın Çekirdeği - DilKategori: Kültür/Sanat | 1 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 17 Haziran 2007 13:10:54 Bugün konuşmama sevinçli bir haberle başlayacağım. Orhan Pamuk 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. Bu aynı zamanda tüm Türk Edebiyatına verilmiş bir ödüldür. Eminim dünyada diğer Türk yazarlarının da önünü açacak bir gelişme
Konum Edebiyat ve Türkçe olarak belirlendi. Ancak konuşmamın özünü, sanatla, dil, insan, yaşam ilişkisini irdelemek, yaşamlarımıza yansıyacak yeni açılımlara olanak verecek saptamalar yapmak oluşturuyor. Bugünkü konumuzun başlığında Türkçe var çünkü bizler Türkçe konuşuyoruz. Sizlerle paylaşacağım düşüncelerse Türkçeyle sınırlı değil. İngilizce de içinde olmak üzere tüm ana diller için geçerli. Dilin ne olduğu ile başlamak istiyorum. Dil, diğer insanlarla anlaşabilmemiz için gerekli bir iletişim aracı, tek değil en önemli iletişim aracı ama kendimizi anlamamız için de gerekli, yaşamı anlamlandırabilmemiz için. Daha doğrusu “birisi” yani “kişi” olabilmemiz için önce bir dilimiz olması gerekiyor.
Yaşamı ya da insanı tanımlamaya çalışmadım onu nitelendirdim yalnızca aklıma öncelikle gelen sözcüklerle, onu
Dilin akılla ilişkisi çok açık ama arzunun, akılla, insanla, yaşamla ilişkisi bambaşka bir tartışma alanı… Onu başka bir güne bırakıyorum. Sanat nedir peki? Niçin var? Sanatı burada özellikle ‘yazın’ anlamında kullanıyorum. Resim heykel ya da müzik değil. Elbette bunların da dille birer iletişim aracı olarak ilişkileri, hatta kendilerinin değişik birer dil oldukları üzerine konuşmak olası. Ama dilin yaşamda olduğu gibi yaratım ortamını, aracını oluşturduğu, yaratımın kendisiyle özdeşleştiği sanat türü yazın. Öyleyse sorumu yeniden soracağım. Yazın nedir? Ne için var? Sanatın, insanın birey ve tür olarak var oluşunda hiçbir yaşamsal işlevi yok aslında. Öyleyken bireyin, birey olarak ve toplumsal bir canlı olarak var oluşunda vazgeçilemeyen bir katkısı var. Yazın,
yasaları olmayan, ama temeli, aracı, yöntemleri olan bir başkaldırma, direnme, sağaltma dünyası. Biz insanların evrene –ya da o anlamda tanrıya- inat ya da eş yaratım alanı. Yaşamla yazının tam da burada birbirleriyle benzeştikleri bir öz var. O da sonsuz olasılıkları denemedeki sonsuz özgürlükleri. Yaşam gidebileceği her yola girer –asfaltta otlar çıkarır, zifti betonu yarar… virüsler, böcekler, sinekler, bakteriler yaratır güller, kelebekler, hiç biri birbirine benzemeyen insanlar… Akıllı güzel güçlü şanslı olan kalır diğerleri elenir. Sanatın da sonsuz olasılıkları vardır. Sanatçı araçlarını alır dener. Eğer yetenekliyse, akıllı, duyarlı, özgün, yaratıcı, içtense yaratısı bir değer bulur yoksa yok olur gider… Yaşamda, arama deneme sürecinde her şeye izin vardır ama yalnızca çok ama çok iyi olan kalır. Sanatta da öyle… Ya da öyle olması gerekir. Dip not düşersek buraya… Sanırım sermayenin tüm dünyayla olan ilişkisi sanatın da yozlaşmış, işlevini yitirmiş başka bir boyuta indirgenmesine yol açıyor. Öyle bir toz duman var ki geleceğe ne kalacak bir şeyler kalacak mı belli değil… Ama tarihe bakarsak, geride hep en güzel, en iyi, en özgün yaratıların kaldığını görüp güven ve umut duyabiliyoruz geleceğe. Dilin insanla yaşam ve sanatla olan ilişkisini böyle özetleyebiliriz. Bütün bunların Avustralya da yaşayan Türklerle ilişkişi nedir peki? Sizler bugün buraya niye geldiniz örneğin? Ya da tüm söylediklerimden bir kesit alacak olursam: Yaşamdan beklentiniz nedir, insan olmaktan? Yaşam hepimiz için torbasında güzellikler, şansızlıklar taşıyor. Yaşamdan, insan olmaktan beklentilerimize göre o torbadan payımıza bir şeyler düşecek. Ama eğer yaşamdan beklentilerimiz arasında, yaşamı keşfetmek yepyeni düşüncelerle, duygularla, tatlarla tanışmak, bu tatlarla tanışabilmek için okumak, tartışmak yoksa, bu dil konusunda biraz gevşeyelim. Türkçe mi İngilizce mi konuşuyoruz, arı mı konuşuyoruz kirli mi, karman çorman mı, anlaşılır mı, çok da önemli değil… Konuştuğunuz dil işinizi görüyorsa, ilişkide olduğunuz dünyayla (eş dost bakkal çakkal) anlaşmanızı sağlıyorsa gerisini zorlamanın ne anlamı var? Öncelikle rahatlamamız gereken nokta şu.. Dillerin insanlara gereksinimi yok. Onlar insanlar için var. Onların gereksinim duyduğu kadar var. Ama eğer yaşamdan beklentilerimiz arasında düşünceden, yeni kavramlarla, duyuşlarla tanışmaktan, yaşam karşısında hep şaşırıp kalmaktan keyif, haz duymak, hep değişmek; başka, yeni, güzel ya da yalnızca bambaşka boyutlara açılmak varsa… Her birimiz yeni birer Leonardo olup renklerin dünyasında fırçalarla harikalar yaratamayacağımıza göre, ya da birer nükleer fizikçi olup atomların dünyasında deneyler, gözlemler yapıp değerlendirme olanağımız olmayacağına göre…. Elimizde öncelikle dil var. Bizi yeni düşüncelere, yeni görüşlere, yeni dünyalara taşıyacak dil. Tam burada işte, ne dili konuşuyoruz, nasıl konuşuyoruz, dili nasıl öğreniyoruz çok önemli oluyor. Ve yine tam da orada… Türkçenin yaşadığı kirlilik neden bizi de tehdit ediyor anlaşılır oluyor. Çünkü kısaca söylemek gerekirse, ana dilimiz bizim öğrenme yetimizi oluşturuyor. Ana dilimiz neden bizim öğrenme yetimizi oluşturuyor? Sanırım bunu eğitimci arkadaş daha iyi açıklayacaktır. Benim özellikle vurgulamak istediğim nokta şu: ana dilimizi öğrendiğimiz çocukluk sürecinde, kültürümüz, ailemiz, çevremiz edindiğimiz deneyimler üzerinde belirleyici. Bir kavramı bir sözcükle tanımıyor onu bütün duyularımızın değişik katkıları ile tanıyor, anlıyor, öğreniyor sonra bir sözcükle etiketliyor beynimiz. Böyle öğrendiğimizde beynimizde çok güçlü bağlantılar kuruluyor. Ve biz yeni bir dili de, ana dilimizin ışığında, onu ne kadar güçlü öğrendiysek o kadar güçlü öğreniyoruz. Ne yazık ki,
Evet ben Türkçenin aşığıyım, onu Türk olduğum için değil, tınısını yapısını olanaklarını sevdiğim için de çok seviyorum. Ama onu sevdiğim için değil kirlenişinden duyduğum üzüntü. Çünkü Türkçe kirletilerek, yozlaştırılarak ana dili Türkçe olan insanların, yani Türkiye halkının aptallaştırılması, güvensiz, gurursuz insanlara dönüştürülmesi hedefleniyor. Böylece yine kullardan, hizmetçilerden, uşaklardan oluşan cahil, belleksiz, geleceksiz bir halk ortaya çıkacak. Bir sömürge halkı yani. Çünkü insan
Değiştirebilen insanların dünyasının güzelleşme şansı, olanağı olur. Düşünen sorgulayan insanları kolay kullanamaz, köleleştiremezsiniz. Avustralya da yaşayan Türkler olarak,
Söz konusu Türkçe olduğunda büyük tartışma konularından biri nasıl bir Türkçe konuşmanın doğru olduğu. Arı Türkçe mi, yaşayan Türkçe mi, yoksa yeni adı küreselleşme olan küresel sömürünün ana dili İngilizce ile kirletilmiş bir İngilizce Türkçe mi? Dillerin başka dillerle etkileşimi ile zenginleşeceğine inanıyorum. Ama bu etkileşimin çok temel bir düzeyde doğrudan halklar, kültürler, bireyler arasında olması, dile bu temel düzeyden yansıması gerektiğine de inanıyorum. Bir örnek vermem gerekirse… Diyelim Rum komşunuzdan bilmediğiniz, onun mutfağına ait bir yemek öğreniyorsunuz. Bu yemeği komşunuzun verdiği adla mutfağınıza sokabilirsiniz. Doğal bir biçimde bu yeni sözcüğün ses yapısını kendi dilinizin ses yapısına uyduracaksınız. Belki de o yemeğin adına diliniz hiç dönmeyecek ona kendi dilinizde başka bir ad vereceksiniz. Her iki koşulda da diliniz dilinizle birlikte kültürünüz de zenginleşecektir. Ama ne yazık ki şu anda Türkiye’de ve dünyanın diğer pek çok ülkesinde yaşanan bu değil. Türkçeye yabancı sözcükler özendirme, imrendirme, dayatma yoluyla giriyor ve kültürel yozlaşmayla başat gidiyor. Peki Türkçemizi nasıl geliştirebilir, onu nasıl doğru ve güzel konuşabiliriz? Okuyarak, tartışarak, dilimizle gurur ondan haz duyarakKültürel Yapılanma Grubunun etkinliklerine katılarak Peki ama neler okuyacağız? Türkçemizi geliştirebileceğimiz temiz, düzgün, güzel Türkçe yazan kitapları nasıl bulacağız? Kesin bir yöntemi yok ne yazık ki, gittikçe de zorlaşıyor, epeyi bir ev ödevi yapmanız gerekiyor. Ama Türk yazınının devleri, dağları belli, onlarla başlayabiliriz. Doğru başladığımızda gerisi de mutlaka doğru gelecektir. Peki Avustralya’da yaşayan Türkler olarak İngilizcemizi nasıl geliştirebiliriz? Sanırım işe okumakla başlamak doğru olur. Bu dilde konuşarak, tartışarak. Avustralyalı olmakla gurur, Avustralya İngilizcesinden haz duyarak. İngilizcemizi geliştirebileceğimiz temiz, düzgün, güzel İngilizce yazan kitapları bulmamızda, çocuklarımızın öğretmenleri, kitapçılar, kütüphane çalışanları bizlere yol gösterebilir. Dilden haz duymaktan söz ettim hep. Ama bir dilden nasıl haz duyabiliriz, o keyif vermek değil anlaşmak içindir? Ama anlaşmak büyük bir haz kaynağıdır.Yaratmak da büyük bir haz kaynağıdır. Sevmek de –Türkçeyi sevelim çok sevelim öyle çok sevelim ki ağzınızdan çıkarken ezgisini yüreğimizde de duyalım. İngilizceyi de çok sevelim çünkü hiçbir şey için değilse bile, o çocuklarınızın torunlarınızın ana dili. Deniz Günal Melbourne, 15 Ekim 2006 Kültürel Yapılan Grubu (http://www.cfg.org.au) tarafından Melbourne’da düzenlenen ‘Türkçe’ konulu seminerde sunulan çalışma
YorumlarEdip ceyhan
{ 01 Kasım 2007 10:43:26 }
Türkçe'nin ne kadar önemli olduğunu, 2 yil önce Doğu Anadoluda goreve başlayinca anladim.
Diğer Sayfalar: 1. Sizin dile getirisiniz de cok guzel olmus.
|
| Tüm Yazarlar |
|