Bundan 60 yıl kadar önce Türkiye’de iki önemli şahsiyet vardı. Sokaktaki çocuktan tutun da pazardaki tezgahtara kadar herkes bu isimleri bilirdi. Birincisinin ismi Sülün Osman diğerinin ise Karınca Ezmez. Karınca Ezmez Galatasaray kulübünün bir sembolü idi. Her Galatasaray maçında tirbünlerde gezer, seyirciyi çoşturmak için çeşitli gösteriler sergilerdi.
O tarihte Kulüp formaları ve giysileri bu günkü gibi mağazalarda satılmadığı için, kendi giysisini kendisi dikerdi. Şapkası, kazağı, pantolonu sarı kırmızı olur, hani kesseler Karınca Ezmez‘i damarlarından sarı kırmızı kan akardı.
Kaşkolü, atkısı hatta bereside sarı kırmızı renklerden yapılmış olurdu. Karınca ezmezin 1948 model, İstanbul 55180 plakalı, burunlu Opel marka bir taksisi vardı. Aracın içinde, bütün gazetelerden kesilmiş Galatasaraylı futbolcuların resimleri her yanı kaplamış halde bulunurdu. Galatasaraylı olduğunu söylediğin zaman 25 kuruş eksik alırdı. Bütün kalbi ile bu kulübe kendini adamış bir karakterdi. Futbolcularla çekilmiş resimler ise aracın ön cam siperliğinde yapışık olarak dururdu.
Aracına bindiğinizde konu her zaman futbol olur, o hafta oynanan Galatasaray maçının özel pozisyonları tartışılırdı. Taksim Karaköy arasında dolmuş hattında çalışır, kimi zaman Bayazıt’a kadar uzatırdı güzergahını, Şevki Güney. Karınca Ezmez Şevki’nin çok renkli bir kişiliği vardı. Kimseyi incitmek istemediğinden dolayı kendisine bu lakabın takıldığına inanırım. Bu gösterişli kimliği içinde yatan o ince ruhuna bayılırdım. Galatasaray maç kazandığı zaman, Galatasaray lisesinin önüne gider TÜRK bayrağına selam dururdu. Bu arada hastalık derecesinde olan taraftar ilgisine eşi isyan edip, boşandı.
Bir maçta kazayla tribünlerden düşüp kolunu kırmıştı. Bu onun hayatında bir dönüm noktası olmuştu. Kolu aynı yerden bir kaç defa kırılınca çürüyen kas dokusu nedeniyle kolunu kesmek zorunda kaldı doktorlar. Varını yoğunu Galatasaray için feda edebilecek ruhta olan bu müstesna insan, yaşlandığı ve hasta olup yatağa düştüğünde, Galatasaray’ın ona gereğince sahip çıkmadığını hatırlarım.
Aynı dönemlerde yine Istanbul’da yaşayıp bir başka dalda ün yapan kişi ise Osman Ziya Sülün‘dü. Halk onu Sülün Osman diye tanırdı. Nerede komedi gibi bir dolandırıcılık olsa, hemen herkes bu işi Sülün Osman’ın yaptığına inanırdı. Taksim’deki İş Bankası reklamı bulunan büyük kumbara şeklindeki saati, saf bir vatandaşa pazarlayıp satması gibi bir çok dolandırıcılık hikayesinin arkasındaki kişi hep Sülün Osman olurdu.
Kamu malı olan tramvay, şehir hatlarında çalışan vapur, Galata Kulesi gibi bir çok cesametli gayrimenkulü, alabilecek zihinde insanı yakaladığında hiç afetmez, satardı. Her cin fikirli dolandırıcılığın mutlaka altından o çıkardı. Zaten polise intikal eden bütün ilginç dolandırıcılığın faillerinin bulunması pek uzun sürmezdi. Adamı haklı göstermek istememekle birlikte bu kadar cahil insanın yaşadığı bir ülkede, onların sırtından geçinecek bir o kadar akıllı insan mutlaka bulunur.
Şimdi ise bu işler gizli saklı değil, aleni olarak yapılmakta. Ülkemin bir çok önemli gayri menkulünün sahipleri içinde körfez ülkelerinin olduğunu bilmeyen kalmadı. Ülke olarak özelleştirilen bir çok kurumun içindeki sermayede bile, Körfez ülkesinin sermayesinin olduğu da bir gerçek. Bu nedenle KATAR ülkemin dış siyasetinde ilgiye değer katar.
Hep düşünürüm, Osman Ziya Sülün, kamu malını benim yurdum insanına sattığında neden hapislere düşerdi de, bu gün ülkenin bütün değerlerini körfez ülkelerine peşkeş çeken insanlardan hesap sorulmaz diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.