İnsanlığın en önemli buluşunun ateş olduğunu düşünürüm. Kimileri tekerleğin bulunmasının en önemli buluş olarak düşünse de, ateşin nelere kadir olduğunu hatırlarsanız bana hak verirsiniz. İnsanoğlu ateşi bulmasından sonra karanlığa galip gelmiştir. Ateş ve bunun türevlerinden elde edilen güç ve verim ile son yüzyılda dünyada büyük işler başarılmıştır.
Hayvanların yağlarını eritip mum yapmakla başlayan bu serüvende geçtiğimiz yüzyılda roket yapım aşamasına gelinmiştir. Hatta insanoğlu uzaya çıktı, aya ayak bastı. Koskoca bir teleskopu uzayda yörüngeye oturttu ve uzayın derinliklerinin resimlerini çekmeye başladı. Hatta bir aracın en yakın gezegene gönderilmesini hayretle izledik. Bu uzay aracının gezegenin yüzeyine inmesini, oradan resimler göndermesini bundan elli sene evvel söyleseler inanmazdım.
Yatılı okulda okurken köyün tek odalı postahanesinde Ankara’ya telefon etmek için gittiğimizde, Osman Ağa adlı posta memuru siyah telefonun ahizesini bir eli ile kaldırır, diğer eliyle telefonun üzerinde bulunan kolu bir iki çevirir beklerdi. Diğer uçta bulunan kişi cevap verdiğinde ‘Bir Ankara yazdıracağım. Normal olacak. Çok bekler miyiz? Peki.’ der, telefonu kapatırdı. Saatlerce postahanede beklerdik. Bağlantı sağlanamaz, mahzun bir şekilde okula geri dönerdik.
Nereden nereye geldiğimizi bir ömür içinde yaşamak önemli olsa gerek. Kıtalar arası telefonla konuşmanın yanında, görüntülü konuşmayı görmek de bizim nesil için çok önemlidir. Teknoloji çağında manyotolu telefondan cep telefonuna kadar bir serüveni yaşamak, inanılması zor bir gerçek.
Yatılı okulda kimi zaman Kayseri’den gelen enerji nakil hattında bir arıza meydana gelir, gece elektrikler kesilirdi. Mum yakardık. Mum belirli bir süre yanar parafinli kısmı sona erince mum sönerdi. Hepimizde el lambası bulunurdu. Gece yatakhanelerimize giderken bu el lambalarının aydınlattığı yolda yürürdük. Dağ başında elinde bir lamba bazen bir sopa ile yatakhanelere yürümek, 13 yaşında bir çocuk için cesaret olsa gerek.
Bugün siz çocuğunuzun böyle bir ıssız yolda gece gitmesine izin verir misiniz ? Ancak bu o okulun bir özelliği idi. Yatakhaneler, okuldan 146 basamaklı taş merdivenlerden inip, patika yolda bir kaç yüz metre giderek ulaştığımız bir mekandı. Sabahları aynı yoldan yürür, okula doğru basamakları çıkarken sabahın ilk ışıklarının kör karanlığı araladığı bir zamanda kahvaltı ve dersler için sınıflara giderdik. Mum ve el feneri bu okulda çok önem arz ederdi.
Mum ve kandilin sadece bu küçük anıda önemi olduğunu düşünmüyorum. Bir çok şiirin içinde mum ve kandil vardır. Ancak her ikisi de içinde barındırdığı yağ ve parafin kadar yanar. Sonunda fitilde yağ bitince mum söner.
Ekranlarda son günlerde düşünen de konuşuyor, düşünmeden de insanlar konuşuyor. Hele Cumhurbaşının konuşmadığı gün yok. Ekranlarda konuşanların isimlerinin başlarında ya Doktor yazmakta, yahut Doçent, hatta profesör yazanlar bile savundukları konulara, kendileri bile inanmamaktalar. Programın sunucusu hava soruyor, aldığı yanıtta balık tutmanın yararları anlatılıyor.
Benim çok sevdiğim atasözleri vardır. Ne ekersen onu biçersin derler ya. Hani arpa ekip buğday biçemezsin gibi bir şey. Kimin söylediğinin önemi yoktur, amma bir söz söylenmişse ‘önce bir söylenen lafa bakarım söz mü diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye’ derler ya, ne kadar güzel bir anlatım.
Topluma verilecek doğru yanıtlar halktan saklanmakta. Halktan ne kadar saklarsınız gerçekleri? Bir gün şapka düşer kel görünür, yalancının mumu da sadece yatsıya kadar yanar diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.