|
|
Bir Tren Gördüm Sanki...Kategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: Elif Sezen | 14 Temmuz 2016 12:01:26 Deniz Günal’ın İstasyon Öyküleri adlı kitabını okuduktan sonra Melbourne artık eski Melbourne değil benim için: “...her şeye gülümseyen Japon turistler... birbirlerini ilk ve son kez görüyormuşçasına hayranlıkla seyredip öpüşen çiftler...bisikleti ile çevrende daireler çizen, sepetinde koca bir dosya ile boyalar taşıyan o uçuk ressam...” (s.16) ve daha birçokları olağanlıklarıyla güzelleşen büyülü birer kahramana dönüşüyor bu yapıtta.
Nitekim, Melbourne’daki istasyonlar arası gizli yaşam haritaları yaratan Günal için tren istasyonları ve vagonlar, yeniden ve yeniden keşfedilmeyi bekleyen var oluş sahaları gibidir. Kitabın ilk bölümünün girişindeki Bir adlı öyküde yoğun bir şiirsellik söylemi göze çarpmaktadır. Öyle ki ben bu tarzdaki öykülerde düzyazıya dönüşmüş uzun bir şiir görüyorum; estetiğini farklı yaşamsal öğelerden fazla fazla almış, kendi söylemini oluşturmuş çok sesli bir şiir. Şavkar Altınel’in de belirttiği gibi “Şiirin estetiği kendi içinden kaynaklanır. Bu estetik, hayatın rastgele öğelerinin şairin bakış açısından görüldüklerinde belli bir biçim, doku, uyum ve anlama kavuşmalarından başka birşey değildir. Şiir, hayatın bir an için böyle bir biçim ve anlam oluşturacak şekilde görülmesi ve yaşanmasıdır. Şiirin dili de bu yaşamanın ifadesidir.”(s.77) Bu şiirsel dünyada berraklaşan zihnin, hem bilinç hem de kalp düzeyinde kavramaya yeltendiği var oluş halleri, nesneler, acı ve acıyı cesurca karşılayıp yaşamanın getirdiği aşkınlık hali cezbediyor yazarı: “Trende biri ıslık çalıyor. Gözüme güneş giriyor, yaşarıyor gözüm, bakışım değişiyor gözyaşının üzerinde kırılan ışıkla, yeşile kesiyor dünya. Metal, tel, plastik, insan, taş, duvar aynı renkte eriyor.”(s.27) Deniz Günal, böylelikle, trende var olabildiği, o gürültülü ve hareket eden, her durakta duran vagonda kendisi olabildiği süreçte devingen yaşam enerjisini ve sevinci yeniden keşfediyor. İnsancıl yanını kuvvetlendiriyor; daha da çok sevmeyi öğreniyor insanları. Kah kabul etmenin kah sorgulamanın getirdiği özgürlüğü seçiyor. Ama yine de sorguluyor: “İnsanı mı aslında sürekli değişen bakışı mı seviyorum?”(s.28) diye soruyor kendi kendine. “Trenin uzaktan sesini duyunca içim kıpırdar. Işıkları, düdüğü ile sanki bir masaldan çıkmışcasına gelişi hoşuma gider. Her gün trene binsem de, ilerdeki ağaçcıkların gizlediği kıvrımdan öterek, tıkırdayarak çıkıp gelmesi beni hep şaşırtır, mutlu eder. Sanki büyülü bir ülkeden geliyormuş, daha önce hiç gitmediğim bir yere, hiçbir sorumluluğumun olmayacağı bir masal ülkesine götürecekmiş beni gibi. Ama doğrusu bu istasyondaki kalabalık ile masal ülkelerine falan gitmem, en fazla şehre inerim onlarla. İnsan büyülü bir yerlere gidecekse sevdikleriyle gitmeli, çocukları eteklerinin altında olmalı […] Eğer trene binmem gerekmeseydi, tren raylarının ağaçlar, evler arasından akıp gidişini izleme, düşüncelerimi, pişmanlıklarımı rayların akışına salma olanağım olmasaydı, başka çeşit mutluluklar bulurdum elbette, ama zorlanırdım.”(s.21-22) Yalnızlığı da sorguluyor Günal böylece...yalnızlık (daha doğrusu gerektiğinde yalnız kalabilme cesareti) erdemi görünür kılar çünkü...egonun insan ruhuna ağır gelen yüklerini, şımarıklıklarını azaltır, maskelerini indirir onun. Öyle ki yalnızlığı görkemli bir cüppe gibi giydiriyor okuyucuya, sevdiriyor yalnızlığı ve yalnız kalabilme, yalnızken sorgulayabilme cesaretini. Yalnızlığa rağmen kendini aşmaya yüreklendiriyor, çünkü kalabalıklar içindeki sessiz kalma hali -o içsel gözlemci- korkutmuyor artık. Charles Bukowski’nin de belirttiği gibi, “seçilmiş bir yalnızlık, insanın sahip olabileceği en büyük lükstür.” Görkemli, meşhur saatli Flinders İstasyonuna yaklaşınca işte böyle kendisiyle baş başa kalır yazarımız. Sığınacak, varacak yer kalmamıştır: “Tünelin karanlığında ayna gibidir camlar. Kendime bakarım yine. Benim yüzümdür, hem de değildir, başka bir boyuttan bakıyordur bana, başka bir zamandan. Ele geçirilemez, böylelikle de daha iyi, daha güçlü, daha kendim olduğum bir zamandan. İnsan nasıl camın içindeki kendi olabilir?”(s.23) Okuyucunun zamanını esnetiyor böylece Günal, “o içi tıka basa dolu miniminnacık an”dan yola çıkıyor, oynuyor onunla, yoğurup, arındırıp, sağaltıp ta geri veriyor okuyucuya o anı. Günal’ın İstasyon Öyküleri gecikmiş bir farkındalıkla ışıldıyor, gözden gönülden saklı dünyalarımızın tozlu kaldırımlarında. Kaynakça:
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|