|
|
Tarih sahnesinde işçilerKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 28 Nisan 2016 11:08:06 Şubat sonunda Türkiye’de İşçi Hareketi Tarihi 1908-1984 başlıklı kitabımın ikinci baskısı İmge Kitabevi Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Bu olayı izleyen günlerde sürpriz ve hoş bir « çakışma » meydana geldi. Yayınlanmasının yakın olduğunu bildiğim ama bu kadar yakınlığından haberim olmayan başka bir kitabım da öbüründen sadece bir hafta kadar sonra TÜSTAV’a bağlı Sosyal Tarih Yayınları’nca piyasaya çıkarıldı.
Her iki kitap ta kendi bağlamında Türkiye’de işçilerin de bir Tarihi olduğunu ispatlıyor. İşçiler Örgütleniyor (1939-1950) başlıklı kitaba ilişkin tanıtıcı bir makaleyi burada dikkatinize sunarak Türkiye’de İşçi Hareketi Tarihi konusuna bir parça değinmek istiyorum : Bu iki kitap aslında, özünde, temelinde birbirini tamamlayıcı nitelikte. Hem akraba, hem yoldaş: Türkiye'de İşçi Hareketi Tarihi 1908-1984’te dönemlere ayırıp neredeyse özetle ve genel bir bakış açısından incelediğim işçi hareketi tarihinin 1939-1950 gibi epey hareketli, siyasi, ekonomik, toplumsal ve bilhassa çalışma hayatımız ve emekçiler açısından çok önemli bir dilimini ise ikinci kitapta irdeliyorum. Epey ayrıntılı ve pek bilinmeyen veya çok az bilinen kaynaklardan edindiğim özgün bilgilerle. Dönemi bizzat yaşamış birkaç « kahramanın » anlattıklarından hareketle. Yıllarımı alan bu çalışma sayesinde daha sonraki dönemlerde işçi hareketinin liderliğini yapacak isimlerin pek çoğunun 1945-1946’da ve hemen sonrasında kendilerinden söz ettirdiklerini saptayabiliyoruz. Onlara sendikacılık, işçi örgütlenmesi, işçi haklarının elde edilmesi için mücadele ve eylem geleneği konularında yol gösterenlerin ise 1910’lardan, 1920’lerden ve 1930’lardan gelen işçi önderleri olduğunu da. Böylece işçi hareketi tarihindeki sürekliliği ispatlayan bilgileri buluyor ve meraklılarına sunuyorum. 1946’da kurulan dönemin sendikalarından kimi ise geçmiş dönemlerde cemiyet veya dernek isimleri altında faaliyet yürüten örgütlenmelerdir : Bu da işçi örgütlenmesindeki devamlılığın işaretlerinden bir başkasıdır. İkinci savaş sonrasında sadece işçi örgütlenmesi, sendikacılık konularında değil, siyasi açıdan da son derece önemli gelişmeler söz konusudur : « Çok partili » sisteme geçilmesi, siyasi parti kurulmasına göreceli bile olsa özgürlük tanınınca onlarca siyasi parti kurulması ve bunların arasında iki sosyalist, birkaç sosyal demokrat partinin de yer alması özel bir inceleme gerektiriyordu. Bu kitapta özel bir bölümde bunu yapmaya çalıştım. Aynı zamanda hemen hemen bütün siyasi partiler, savaş yıllarında analarından emdikleri süt burunlarından getirilen emekçilerin ve hele kadın ve çocuk işçilerin ve madenlerde zorunlu çalıştırılan yarı köylü-yarı işçilerin haklarını koruyucu önlem alacaklarını programlarında açık açık belirttikleri için bütün partilerin programlarında emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmeye yönelik tedbirlerin de bu bağlamda irdelenmesi, vurgulanması, yazılması gerekiyordu. Öyle yaptım. Bu dönem içinde kurulan bütün partilere ilişkin birçok bilgiyi kitapta bu konuya ayrılmış özel bölümde bulmak mümkün. Kimi siyasi partinin yönetiminde yer alan işçilerin izini sürdüm, sonraki zaman dilimi içinde neler yaptıklarını araştırmaya çalıştım. Bulduklarımı aktardım, böylece ilginç sonuçlara ulaştım : İlerici, sosyalist partilerde görev alan sendikacıların ve işçi önderlerinin daha sonraki yıllarda da siyasi mücadelede emekçilerden yana tavırlarını sürdürdüklerini saptayabildim. Şimdi « İşçilerin, sendikacıların emekçilerden yana tavır takınması doğaldır » diyebilirsiniz, demeyin lütfen. Çünkü bizde, ülkemizde, kimi sendikacının tavrı hiç te emekçiden yana olmayabiliyor(du). Örnekleriyle, isim ve soyisimleriye aktarıyorum. Ama bu arada Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda sendika liderlerinin başı çekmesi hiç te rastlantı değildir. İşçi hareketinin tarihsel süreçi, « dipten gelen dalga » böyle diyor. Savaş yıllarındaki akıl almaz derecedeki zor çalışma koşullarının baş sorumlusu Milli Korunma Kanunu’nu hukuki açıdan özel bir biçimde inceledim. Uygalamada sömürü oranının artırılmasına nasıl katkıda bulunduğunu da. O yıllarda yürürlüğe konulan ve savaşın bitmesine karşın 1947 sonuna kadar yürürlükte tutulan Sıkıyönetim’in nasıl ve ne tür baskı aracına dönüştürüldüğünü de : Okumuş-yazmışlar, aydınlar, gazeteciler, gazeteler ve dergiler üstündeki binbir baskıyı da aktarıyorum. Emekçiler akıl almaz biçimde sömürülürken Türkiye’de ilk ciddi sermaye birikimi olgusunun da aynı yıllarda meydana gelmesi şaşırtıcı olmadığı gibi sermaye birikimi ile sömürünün artışı arasındaki doğru orantıyı bu vesileyle ülkemizde de saptamak olanağını buluyoruz. Savaş sayesinde zenginleşenler arasında dönemin en önemli yöneticilerinin kardeş ve akrabalarının bulunduğunu da görüyoruz. İsimleri ve örnekleriyle sunuyorum. Dönemin emekçilerinin, işgücünün özelliklerini birkaç başlık altında inceliyorum. Daha sonraki dönemler için önemli ipuçları bulurken, dönem boyunca emekçiler arasındaki « işçileşmek » meselesi de kendiliğinden ortaya çıkıyor : Kimi işkolunda artık babadan oğula anadan kıza işçileşmek söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Zonguldak, Soma gibi birçok kent ve kasabada ve köyde madenciler, zorunlu olarak madenlerde çalıştırılan köylüler ve mahkumlar binbir dertle ugraşarak ülkenin kömür ihtiyacının giderilmesi için canlarını dişlerine taktılar. İkinci Dünya Savaşı sırasında, « iş mükellefiyeti » uygulamasıyla, Milli Korunma Kanunu gereğince zorunlu olarak madenlerde çalıştırılan yurttaşlarımızın durumunu yerinde incelemek üzere milletvekilleri gruplar halinde madenlere ziyaretler düzenliyor, görüp dinlediklerini birer raporla TBMM’e sunuyor ve gerekli önlemlerin alınması için çabalıyorlardı. Kitapta ayrıntılı bir biçimde sunduğum gibi bu tür ziyaretler ve daha başka belirleyiciler sonucu savaş biter bitmez madencilerin çalışma ve yaşam koşullarını düzeltici toplumsal politika önlemleri alındı: Çalışma saatleri yeniden düzenlendi, belli sınırlar içine alındı, çocukların ve kadınların madenlerde çalıştırılmaları yasaklandı, konut ve sağlık konularında ciddi ama maalesef kalıcı olmayan adımlar atıldı. Dönem içinde mücadele eden emekçiler arasında madenciler yanında fırın işçilerini, kundurucuları, dokuma ve tütün emekçilerini, şöförleri, otel, lokanta ve eğlence yerlerinde çalışanları saymak lazım. Fırın işçileri çekilmez çalışma koşullarının düzeltilmesi ve düşük ücretlerinin artırılması için Ankara başta eyleme gitmekten çekinmediler. Otel, lokanta ve eğlence yerlerinde çalışanlar ise bir aylık ücretlerinin bir akşam sofrasında harcandığını, kimi kez bir aylık ücretlerinin bahşiş olarak verildiğini kendi gözleriyle göre göre bilinçlenmeye başladılar. Bilinçleşmek çelikleşmek gibi işçiler için yaşamsal önem kazandı. O yıllarda madenciler, Zonguldak ve çevresinde olduğu gibi, sırası gelince haklarını korumak için eyleme gitmek gereğini duydular, yeni tür mücadele biçimleri geliştirdiler. Örneklerini kitapta sunuyorum. O yılların madencilerine, köylülerine borcumuz var : Hem bizim, hem devletin. Savaş bitiminde devlet, madenciler başta bütün emekçilere borcunu ödemek için, Avrupa’daki gelişmeleri de yakından izleyerek ve o gelişmelerin etkisi altında, kimi ciddi toplumsal politika önlemi almaya başladı : 1936 tarihli İş Kanunu tanımına göre işçi sayılanların, yani ülke düzeyindeki emekçilerin sayısına göre son derece sınırlı bir kümenin, dertlerine derman olmak için Çalışma Bakanlığı’nın kurulmasını, bu alandaki İngiliz etkisini, İş ve İşçi Bulma Kurumu ile İşçi Sigortalar Kurumu’nun hizmete girmesini, ama maalesef bunların o sınırlı sayıdaki işçiler için bile yetersiz kaldığını bu bağlamda inceliyorum. Bu konularda kıyaslama için gerekli rakamları da sunarak. Ancak devlet, patron, emekçi temsilcilerinden oluşan üçlü yapıya sahip bu kurumlar içinde kimi işçi önderinin ve/veya iktidara yakın sendikacıların devletle ve aynı zamanda devlet-partiyle bütünleşmesinde yeni bir kapı açıldığını da. Böylece sonraki yıllarda giderek « zenginleşecek », incelediğimiz dönemde kendilerini işçilerin temsilcisi olmaktan daha çok devletin işçiler arasındaki temsilcisi gibi algılayan, devlet memuru değil « devletin memuru » sendika bürokrasisi oluşuyordu. Kitapta isimlerini ve neler yaptıklarını aktarıyorum. Devlet-partisinin yaratığı sendika bürokrasisi en geniş biçimde işçileri de bu « kervana » katmak için bir sendika için yapılamaz faaliyetlerle işçileri « uyutmanın » yollarını açtı, döşedi, sonraki yıllara kadar uzattı. Bu konudaki birçok örneği kitapta aktarıyorum : Dönemin günlük gazetelerine ve dergilerine yansıdığı biçimde. Dönemin sendikacılarının anlattıklarına dayanarak. Ne eksik ne fazla. İbretlik çünkü. « Uzlaşmacı sendikacılık » veya « devlet sendikacılığı » veya « sarı sendikacılık » yolunda emin adımlarla yürüyen sendikaların düzenledikleri eylemleri okuyunca göreceksiniz. Kitapta ve burada eleştirilen sendikaların bu eylemleri düzenlemeleri değil, SADECE bu eylemleri düzenlemeleridir. Bu sendikaların yıllık bütün faaliyetleri iki « çay partisi », bir « tanışma toplantısı », beş « kutlama telgrafı » biçiminde özetlenebilir çoğu kez. « Tanışma toplantısı » bilhassa Çalışma Bakanı ile veya Çalışma Bakanlığı’ndan yüksek memurlarla filan yapılınca daha kıymetli oluyordu … Dönemin ilk Çalışma Bakanı’nı ve sonrakileri özel biçimde inceliyorum. İlk Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın kimi özgün niteliklerini aktarıyorum. O günlerde devletin ve devlet-partisi CHP’nin en büyük korkusu sendikalardı ve sendikaların kurulmasına izin vermek zorunda kalınca da sendikaların kendi güdüm ve denetiminde bulunmamasıydı. Burada TBMM’de birçok milletvekilinin kurulacak işçi örgütlerine « sendika » isminin verilmemesi için nutuklar attıklarını da anımsatayım. CHP kurulacak sendikaların kendi vesayetini kayıtsız şartsız kabul etmelerini zorunlu kılıyordu : Bu amaçla hem 1947 tarihli Sendikalar Kanunu’na dünya kadar hüküm koydu, hem de sendikaları öncelikle devlete bağlı fabrikalarda, işyerlerinde bizzat kurarak, başlarına partiye yakın isimleri getirerek bir tür devlet sendikacılığının yaratıcısı oldu. Bu tür sendikaların, biraz önce değindiğim biçimde hayırsever derneklerinin faaliyetleriyle yetinmelerini zorunlu kıldı : Hem yasayla, hem kendi dayatması ve uygulatmasıyla … 1946’daki iki sosyalist partinin ve Türkiye Komünist Partisi’nin katkı ve yol göstericiliğiyle öncelikle İş Kanunu’nu bile uygulamayan ve sömürünün çok yüksek olduğu özel kesim işyerlerinde, tütünde, dokumada, kağıtta, gıdada, kurulan sendikalara gelince, altı-yedi aylık canlı ve umut dolu ömürleri Aralık 1946’da Sıkıyönetim’in müdahelesiyle sona erdirildi, yöneticileri tutuklandı ; sonra hukuki, idari, adli, polisiye, askeri ve her türlü yöntemle bir daha bu tür sendikaların kurulmasının önü alınmak istendi. Boşuna caba. Çünkü adını « 1946 sendikacılığı » koyduğumuz, sendika tanımına uyan, hakiki, gerekince mücadeleden kaçınmayan, siyasi tavır takınmaktan çekinmeyen sendikacılık akımı sömürü oranının yüksek olduğu, yasa hükümlerinin dikkate bile alınmadığı özel kesim işyerlerinde örgütlenmesini şu veya bu biçimde sürdürmek gücünü buldu, yeniden doğdu, gelişme yeteneğini gösterdi ve bu gelenek te cesur ve namuslu sendikacılar ve kurdukları hakiki sendikalarıyla sonraki yıllara taşındı. Bu konudaki örnekler de kitapta. O dönemde ve sonrasında yasak olmasına rağmen grev de yapıldı. Dönemin grevlerinden saptayabildiklerimi tek tek ve olanakların elverdiği ölçüde bulabildiğim, edinebildiğim belgelerin yardımıyla tarihsel olarak sıralıyor ve sunuyorum. Dönem boyunca grev hakkının yasayla tanınması tartışması ise gerek basın-yayın organlarında, gerekse TBMM’deki değişik kanun teklif veya tasarılarının görüşülmesi sırasında aralıksız sürdü … Sendikacılar da bu tartışmaya farklı açılardan katıldılar, hatta dönemin sendikacıları « grev yanlısı » ve « grev karşıtı » olarak ikiye bile bölündüler. Böyle bir hadise başka bir ülkede yaşanmadığı, yaşanamayacağı gibi, « böyle bir şey Türkiye’de oldu » dediğinizde şaka yapıyorsunuz sanmaları da ne kadar « orijinal » sendikacılara sahip olduğumuzun delilidir. Lütfen bana inanın. Veya o dönemin günlük gazetelerinde yazılanlara. Evet böylece ayrıntılı bir biçimde işçi hareketi tarihinin çok önemli, sonrası için belirleyici bir dönemine ilişkin bulguları okuyucularımla, bu konuyu merak edenlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü böyle bir ugraşın genel, siyasi, iktisadi, toplumsal tarihimizin ayrılmaz bir parçası olan İşçi Hareketi Tarihi’nin araştırılmasında, yazılmasında yararı olacağına inanıyorum. Tarih unutmaz. Tarih olayları silip süpürüp halı/kilim/karatoprak altına atmaz/altında saklamaz. Tarih tanıklık eder gelecek kuşaklara. Tarih gidenlerin çığlıklarını taşır günümüze. Hem de nasıl. İşte bu iki çalışma bu konuda bir parça bile olsa görevini yerine getirebilirse ne mutlu bize. KÜNYE :
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|