|
|
Özgürlük Sorumlulukla - Zorunluluk SınırlaKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 11 Mart 2016 23:43:45 Doğa insanlar tarafından bilinip bilinmemesiyle ilgili değildir. O hep akışta dalgalanır, oluşta dönüşür, surette belirir. İnsan dışında her şey kendinde belirli, oluş-bozuluş akışıyla tutarlı ve açıktır; yasalılık altındadır, yasalılık doğanın aklıdır. Doğada ki bu akıl, yani doğa kuvvetleri insanda Us olarak tecelli eder; evrendeki kozmos insanda logos olarak varlığını ortaya koyar.
Yasalılığı yasalılar yoluyla anlar ve ussal bir çıkarsama olarak onun varlığını, hakikiliğini kabul edip güveniriz; çünkü onun belirişinde, görünüş kazanmasında sonsuz çeşitlilik olsa da işleyişinde bir değişme olmaz. Yasalılar tekillerdir, onlar kendinde varlıklardır –ontolojik-; yasalar ise bilinçte ve epistemolojiktirler.. Tekiller sınırlı, tümeller sınırsızdır; bundan kasıt tümeller sonsuzca tekil görünüşler, oluşlar olarak gerçeklik kazanmalarıdır. Gerçek olan; kullanılabilir etkili, duyulara açık, dönüşen, halden hale geçen bu anlamda yaşantılanan, algılanan nesnelliklerdir; tekillerdir ki asıl değerli olan bunlardır. Tümellerin ise kendi başlarına herhangi bir gücü, etkisi yoktur. Onlar sonlu varlıklar yoluyla akılda çıkarsanır ve oluşturulurlar. Akılda varlık derken duyusal olmama özelliğinden söz ettiğimiz kuşkusuzdur; sınırı olmayan, ölçüye gelmeyen, tek bir görünüş altında tutulamayan varlık… Belirli bir görünüş altında sınırlanamayan sonsuzca görünüş kazanabilir demektir: İDEA, hakikat, ayan-ı sabite, Allah’ın İsimleri olarak ifade edilirler ve akıl uzayında bulunurlar. Asli özellikleri hiçbir suretle sınırlanamayacak olmalarıdır. Sınırlı varoluşlar olarak dışsallaşırlar; sınırlı, belirli, ilişkili bir gerçeklik olarak suret kazanırlar, bilinebilir hale gelirler. Bilinebilir hale gelmek bilginin, anlamanın kendisi değil ama koşuludur. İnsan bilmeden yapabilir mi? hayır. Çünkü yaşamını sürdürmek zorundadır ve bunun için yaşamsal etkinlik göstermesi gerekir. Doğal donanımları, içgüdüsel kudreti yaşamanı sürdürmesine yetmediği için ‘’bilmek’’ zorundadır. ‘’Bilmek yapabilmektir’’ denir. Bilgi zorunluluğa dayanır, zorunluluk yoksa bilgi yoktur. Zorunluluklar akıl tarafında idrak edilir ve sınırsızdır, suretler öncelikle duyularla algılanır ve sınırlıdır. Zorunluluklar suretleri öncelikle algılayıp anlamak onda tecelli eden evrensel ve kalıcı olana ulaşmak içindir; sınırsız olanı sınırlı içinde idrak etmek, sınırlı olanı sınırsız olan içinde mertebesine yerleştirmek ve diğer soydaşları ile ilişkisini kurmaktır. Böylece rahmetin sonsuzluğu suretleri kuşatmış olur diyebiliriz. ‘’Hadleri uygulamak, rahmetin bir hükmüdür’’ (İ. Arabi). Suretler mana, manalar görünüş kazanmış olur. Suretler manaların evi, manalar suretlerin ruhu gibidir. Manalar giyindikleri suretlere hem içkin hem de aşkındırlar, aşkınlık içkinlik olmadan varlık kazanamayacağı gibi içkin olanda aşkınlıktan beslenmek zorundadır. Her suret, her varlık bir yandan kendi varlıklarını yaşarken, diğer yandan da kendilerine aşkın olan, duyulara açık olmayan manaların akledilmesinin, anlaşılmasının da kapısı olurlar. ‘’Manalar suretleri tedbir eder, suretler manaları izhar ederler’’. Sonsuzluk ifade edilip deneyimlenemez, onu hep bir biçim altında görüp anlayabiliriz. Tekil varoluşlar kendilerini ilişkiler ağı içinde, dönüşüme açık, sınırlı ve göreli bağımsız gerçekler olarak ortaya koyarlar; kendi dışıyla karşılıklı etkileşim içinde olurlar. Böylece hep yeni oluşumlara yol açarlar, sınırları geçip yeni sınırlar oluştururlar. Bu bir süreçtir, harekettir ve hiç durmayan bir akıştır. Ancak bu başıboş, belirsizce dağılan bir kaos değil kendi içinde ritmi, uyumu ve menzili olan, karşılıklı bağımlılığın olduğu, zorunluluklar tarafından tertip edilen kesintisiz bir devinimdir. Bütün bunların bizim için önemi-anlamı nedir? Öncelikle bilip anlamak, ikincisi özgürleşme adına sorumluluk yüklenip kendimizi var etmek ve üçüncü olarak; ‘’Hakla buluşmak, kudretle yüklenmektir.’’ Bir şeyi bilmenin ilk koşulu bilinecek şeyi kendi sınırları içinde birliğe-Bir’e getirmek, dışındaki dünyayla ayırıp biricik olarak önümüze koymak. ‘’Herhangi bir insan idrak etiği şeyi ancak ‘benzeri yoktur’ tarzında idrak edebilir.’’ (İ. Arabi) İkinci olarak; bilinecek olanın bütünlüğünün ve kendi dışıyla, sınırıyla olan ilişkisindeki zorunluluğunu bulmaktır. ‘’Zorunluluğu gördüğün her yerde sınırlılığın ona eşlik ettiğini bilmelisin.’’ (İ. Arabi) Tekil-sınırlı, geçici olanın bizim tarafımızdan ilk fark edilişi duyusal algıdır. Duyusal algılar sınırlı, soyut ve aşılması gereken görüngüler ve buna karşılık gelen bilinç düzeyimizdir. Ancak bilme edimi bu aşamada durup kalmaz-kalamaz. Algıladığı şeyde kalıcı, evrensel ve zorunlu olanı arar. Bu bilincin kendini oluşturma; duyusal, geçici olandan zorunlu, kalıcı, kavramsal olana yükselme sürecidir. Bu ‘’yalın algı ediminden deneyime bir ilerleyiştir’’. (Hegel) Deneyim düşünce ve eylemin birliğinden oluşur, bu insani bir yolculuktur: sorumluluk bilinci taşıyan, kendi olmanın özgüvenine sahip bağımsız, özgür ve özgün öznenin yaratılmasının yolculuğudur. Bu yolculuğa çıkmak zorunlu mu, yoksa keyfe kalmış öznel bir seçim mi? Bu soruya hem evet, hem de hayır demek durumundayız. Öncelikle ‘’Evet’’ diyebiliriz; çükü bir donanımla-potansiyelle doğarız ve potansiyeli hazır buluruz. Ancak bu potansiyel kendiliğinden edimselliğe geçmez; iradeye bağlı olarak bilinçli, amaçlı etkinlikle gerçeklik kazanır. Söz konusu potansiyelin itkisiyle içten itilir, yaşam sürecinin dayattığı nesnel ve tinsel sorunlara yanıt bulma gereksinimiyle çekiliriz. İtkiler ve çekimler ne denli güçlü olursa olsun seçimli ve yönelimli, yöntemli çaba gerekir. Bu çaba sarf edilemeyebileceği için ‘’özne olma’’ yolculuğu ‘’zorunlu mu’’ sorusuna ‘’Hayır’’ yanıtı verebiliyoruz. ‘’Evet’’ yanıtının içeriği de bu yolla açıklanabilir. Doğuştan getirdiğimiz yetileri gerçek kılacak donanıma sahip olduğumuz ve bu yetiler bizi içten içe uyardığı için eyleme geçebiliriz. ‘’Evet diyerek yaşarsak kendine göre sonuçlarla, ‘’hayır’’ dersek de yine kendine göre bir ahiretle karşılaşırız. Seçimimiz kaderimiz, yaşadıklarımız ahiretimiz olur. Kadim bilgelik-gelenek, insanı bir yanıyla hayvan, bir yanıyla tanrısal varlık olarak görür ve kutupsal yapısından dolayı kendi bütünlüğünü kurmanın kendi sorumluluğunda olduğunu, iradesini hangi yöne yönlendirirse ona göre bir benlik inşa edeceğini bildirir: hayvanlığa düşüşü de, tanrısallığa yücelmesi de kendisine bağlı olduğunu hatırlatır. İbni Arabi sureta insana ‘’insan havyanı’’ der; hayvanlığın ve insanlığın potansiyel birliğine dikkat çeker. Kuran’da belirtildiği üzere: ‘’Biz insanı en güzel kıvamda yarattık sonra onu aşağıların aşağısına attık’’(Kuran: 95/4), derken doğamıza ait kutupsallığı bize bildirir. Her kutbun kendine göre enerjisi, yönelimleri, dirençleri ve talepleri var. Bunun yarattığı ikilemi, varoluşsal gerilimi içten içe her zaman duyumsarız; böylece varoluşsal bir sorunla karşılaşmaktan kurtulamayız: yaşamı anlamlı kılmak: Hayatı taşımak zorunda kaldığımız bir yükmüş gibi sürüklemek mi yoksa sevinçli, huzurlu, kendi olmanın güven ve onuruyla bezenmiş bir sürece çevirmek mi İkilemi bizi anlam arayışıyla yüz yüze getirir Bütün yapıp etmelerimizin, arayışlarımızın, sorgulamalarımızın kaynağında bu evrende yerimizin ne olduğu, kim olduğumuz sorusu, bu hayata gelmiş olmamızın anlamı nedir kaygısı yatar. Hiç kimse bu soruların ve kaygının tedirgin edici uyarısından kaçamaz. Peki, bu uyaran neden tedirgin edici olsun? Bu tedirginlik gayretli, neşeli, ümitli bir yolculuğa dönüştürülemez mi? Yanıtım kesinlikle ‘’Evet.’’ Ancak tedirgin edici uyarılar hep olur; çünkü yaşam bir akıştır, hep yeni yeni sorunlarla, farklı koşullarla evrilip durur. Bu akış, bu evrilip duran koşullar yolculuk üzerinde arşımıza hep aşılması gereken engeller çıkarır. Yaşam gerçekliği olarak bunlar doğal olarak ortaya çıkar. Ancak engelleri aşmanın yollarını hazır olarak bize vermezler. Bu belirsizlik hep karşımıza çıkar ve bizi tedirgin eder. Uyarıların ‘’tedirgin edici’’ olması bundandır. Öte yandan ‘’tedirginlik’’ yaratan doğal, tarihi ve bireysel engellerin kendisi insan için yaratıcı-dönüştürücü bir yaşam yolculuğunun dayanakları da olabilir. İnsan çözmek zorunda kalacağı sorunlarla yüz yüze gelmekten kurtulamayan bir varlıktır da. Çünkü o içgüdülerini aşmış bilinçli, özgür irade sahibi olan ‘’yok varlıktır’’. Varlığının ‘’hayvanlığından’’ bilincinin tanrısallığına yükselmekle sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getirmekle içten uyarılır, başka bir ifadeyle kendi ‘’aslına’’ doğru çekilir. Bu bir süreçtir ve insan bu süreçte içerden ve dışardan yaşamın meydan okumalarıyla karşılaşır; karşısına çıkan sorunlara tutumları ve eylemleriyle bir yanıt olur, yanıt olmak durumunda kalır. ‘’ancak insanın ayırt edici özelliği, insanın düşünen varlık olarak, varlığa açık bir biçimde, varlığın önüne getirilmiş olmasında, varlığa ilişkin kalmasında ve böylece de ona cevap veriliyor olmasında yatar. İnsan esas bu cevap verme ilişkisinde durur ve yalnızca öyledir.’’ (HEİDEGGER: Özdeşlik ve Ayrım. S/18) Düşünen özne olarak insan Varlık içinde yerini, cevap olma gücünü ve yaratım kudretini kendinde taşıyor. Tanrı, ‘’seni kendi suretimde yarattım’’, diyor. Bu, insanın tanrısal bir varlık olduğuna işaret eder; dönüştürücü, ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle, görmesi ve duymasıyla, anlamasıyla yaratıcı ‘’halife’’ olarak. ‘’… Nitekim onu (insanı) ‘natık hayvan’ (konuşan-düşünen) diye insanın ayırıcı özelliği yapmışlardır. Keşif ise böyle bir tanımın insana özgü olduğunu kabul etmez. İnsanın özel tanımı ilahi surete sahip olmaktır. … öyle biri, dışı insana benzeyen bir hayvandır. (İ. Araabi. Fütühat.. C. 11, S/347) Ussal bir varlık olarak bilincimiz ve verili yetilerimizle potansiyel olarak sonsuz bir yanımız var. Öte yandan idraki, yetenekleri ve bedensel gücüyle sınırlıdır. O sınırsız güçleri ve yetileriyle sınırlı arzularının, inançlarının, korkularının, hırslarının, beklentilerinin ötesine geçebilir. Kendimizin ötesime geçmeye itilmemiz, başka bir ifadeyle aşkınlığa çekilmemiz sonu olmayan bir dönüşüme yazgılı olduğumuza işarettir. Bu işarete gözümüzü kapatmak, dikkat kesilmemiz kendimizi var etmemize; özgür ve özgün birey olarak kendimizi bilmemize de, kendinden habersiz biyolojik dürtülerin itkisi ve zanların yanılsamaları ile sürüklenen bir varlık olarak kalmamıza da yol açar. ‘’Kendini Bilmek’’ insanın öncelikle sınırını bilmesidir. Bizi biz yapan tüm belirliliklerimiz ve bağlılıklarımız sınırlarımızdır: alışkanlıklarımız, inançlarımız, sahiplenmelerimiz, arzularımız ve özlemlerimiz bize biçim veren, belirli kılan olgulardır; bizi olduğumuz yer de tutan bağlardır da. Bu bağları çözülmez kılmak insana gerçek olmayan bir güvenlik duygusu verir. Bize biçim ve belirlenim verdiğini düşündüğümüz her şey geçicidir. Yaşamın akışı, bize meydan okuması bizi bu meydan okumaya yanıt vermek durumunda bırakır. Verilecek her yanıt sınırlarımızı aşmaya, bağlılıklarımızı terk etmeye yönelik bir adımdır. ‘’Terki dünya’’, ‘’terki ukba’’ hem bir çağrı, hem de insanın kendi özgünlüğünü inşa etmesi için bir rehber, bir yöntem önerisidir. Bağlılıklarımız, sahiplenmelerimiz hep olacaktır, ama bunlara yapışıp kalmak insanı köleleştirir. Bu bağlayıcı güçler aynı zamanda bir deneyim vesilesi, kendi olmamızın hizmetkârı da olabilirler; ama şu basit gerçek göz önünde olmalı, ister bağlanıp kalalım, ister ruhsal olgunlaşmanın gücü olarak değerlendirelim onlar hep gelip geçeceklerdir, kalan hep ‘’biz’’ olacağız. ‘’Bil ki neye ibret nazarıyla bakarsan, onu ‘ma hulika lehi’ne (yaratılmış bulunduğu maksada) seferber bulursun. Görürüsün ki senin de, başkalarının da menzilleri vardır. Herkes bir saik, bir (güdücü) ile bir menzile konar… senin tasarrufun altında bulunan her şeyi: altın, gümüş, ev, bark, kap-kacak, sergi, çocuklar, zevce, kitaplar, hizmetçiler ve diğerleri, sen gerçi bunların sahibi olduğunu zannedersin, biri elinden çıksa üzülür, azap çekersin. … Bilmiyorsun ki onlar seferdedirler. Tek tek, ya da çifter çifter, ya da daha çok olarak çeşitli taraflardan geldiler, sana kondular ve seni menzillerinden menzil yaptılar. Sonra geldikleri gibi seni bırakıp ne için yaratılmış ve fenaları nerede mukadder ise onu aramak maksadıyla gittiler.’’ (N. Mısri. İrfan Sofraları; 21. Sofra) Yaşantının, bilincin ve gönlün süzgecinden geçirip hakikatleri deneyimleyerek dile getiren güzel insanlara minnet duymamak vefasızlık olur. Hakikatin sonsuzluğu, mürşitlerin dilinden hayat veren damlalar olarak üzerimize yağıyor. Kendimizi bilip-bulup-olmamız, yaşam sevincini tatmamız için onlar kurumayan kaynaklardır. İ. Arabi’ni dile getirdiği şu kelam arayışta olan her insan için bir rehber olmalı. ‘’hiçbir itikatla itikatlanmayız, itikatsız da kalmayız.’’ Bu gerçeği konumuzla bağlantılandırarak şöyle de ifade edebiliriz. Hiçbir sınırla sınırlanmayız, sınırsız da kalamayız. Çırpınıp çırpınıp çıkamaz oldum
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|