|
|
Göl ve YabancılaşmaKategori: Yaşam | 1 Yorum | 22 Şubat 2008 02:29:34 İnsanlar yaşadıkları acıları sadece hisleri ile değil mantıklarıyla da yaşarlarsa o acılardan ders alabiliyorlar, olay ve kavramları sadece hisleri ile yaşayan bireyler kendilerine bir ders çıkaramıyorlar, çünkü insanlarda acı hafızası bulunmuyor.
Ne yalan söyleyeyim Zeki Müren’i çok da sevmem, bu benim bireysel tercihimdir ve kimse alınmasın; buna gerekçe olarak sanatçının cinsel tercihi değil, sadece görsel ve yapısal olarak doğallıkla yakından uzaktan alakası olmayışını gösterebilirim. Günümüz şartlarında, sanayi toplumu hastalıkları, ne yazık ki insanoğluna doğanın bir parçası olduğunu unutturmuş durumda. Konformist, elitist; daha güzel, daha rahat ve daha uzun yaşam adına çıkılan serüvenle, kalıp ve standartlar altına alınan yaşam, sosyal yaptırım ve otoriteyle formüllendirildi. Birey farkına varmadan kendi neslinin yarattığı baskının altında ezilirken toplum psikolojisi hastalıklı değişimlere uğradı. Yine de Zeki Müren ve cinsel tercihi 3. cins olan ve bunu gizlemeyen herkes toplum içinde cesur kabadayılar olarak gezen birçok politikacı, mafya ya da çete üyesinden daha cesur geliyor bana. Zeki Müren kendisi için doğal neyse o doğrultuda bir tercih yapmıştı. Ancak kendine yabancılaşma, tercihten sonra gelen dış etkilere karşı geliştirilen tepki ile meydana çıkıyor. Kişi, hastalıklı, nevrotik, saplantılı bir bireye dönüşüyor ve kendi kendini doğaya yabancılaştırıyor. Ancak Zeki Müren’in bir şarkısında geçen bir tek “saptama” benim için bir aforizma değerinde: “Ben yokum”… Sanatçı bu kısa cümleyi bir sevda şarkısında dile getiriyor ve kendince bir derinliğinin var olduğunu düşünüyorum. Ancak diğer taraftan ben onu inanılmaz derinlikte bir aforizma olarak taçlandırıyorum ve ekliyorum “Aslında ben yokum”, çünkü varlığımız her ne kadar bize çok özel gelse de, başı sonu belirsiz evren ve zamanda Bootstrap* kuramı açısından varlığımız yadsınamaz bir gerçek ve gerçeklikten çıkarıp atılamayacak bir parça. Ancak tüm bunlara karşın birey sonsuzluk karşısında kendini her zaman yokluk hissiyle baş başa bulacaktır. Bu aforizmaya bir de daha dünyasal ve daha ideolojik bir yaklaşımla, -hatta ironiyle- “Düşünüyorum öyleyse yokum”, tanımlaması ile bir karşı aforizmanın penceresinden bakmak gerektiğini düşünüyorum. “Düşünüyorum öyleyse yokum”, (ya da J.P. Sartre’nin değişiyle; hiçbir şeyi düşünmeyi beceremediğim için varım) herkesin bildiği Descartes’in ünlü sözü “Cogito ergo sum” yani “Düşünüyorum öyleyse varım”ın zaman-koşul farklılaşması ile kendine anlam açmış bir önermesi olarak günümüzde gelip karşımıza oturuyor… “Düşünüyorum öyleyse yokum” - Çünkü günümüzde ve tüm dünyada sistem düşünen insanı yok etmek üzere planlanmış. Bu durumda Zeki Müren’in kendine yabancılaşmış düşünce tarzı ve hayat felsefesi genel, sosyal ve ahlak anlayışının karşında bir “yanlış” (biraz açarsak, biyolojik dengesizlik ve onun sonucu hormonal farklılaşma ve onun sonucu fiziksel değişim ve onun sonucu ortaya çıkan sosyal konum) olarak dururken ve benim baktığım yabancılaşma perspektifinde de yanlış bir konuma karşılık gelirken, sistemin yanlış düşünceyi yok etme konusunda çok da azimli olmadığını anlıyoruz. Zeki Müren gibi naif bir sanatçı üzerinden daha fazla yol almak istemiyorum. Sanat tarihimiz onu hep güzellikle anacaktır. Ama diğer yandan yanlış düşünce sorunsalını topluma ve tabana yayarsak, görüyoruz ki, sistem toplumların içinde olduğu yanlış düşünce zincirlerini kullanarak kendine hayat buluyor. Sistem besinini dünyadaki kaostan sağlıyor. Şimdi bir hikaye yazalım. Sayısı bilinmeyecek kadar çok insan bir gölü geçmeye çalışıyormuş. En öndeki kendisine elden ele arkadan iletilen taşı bir adım ileriye atıyor ve sonra attığı taşın üzerine çıkarak arkadan iletilen yeni taşı yine bir adım ileri atıyormuş, böyle böyle uçsuz bucaksız gölü geçmeye çalışıyorlarmış, suya düşmeden. –Suya düşen oyundan atılıyormuş zaten- Neyse bu böyle bin yıllarca sürmüş gitmiş, sonra bakmışlar ki, ne nereye gittiklerini biliyorlar, ne de nereden geldiklerini, taşın bile nereden geldiğini bilmiyorlarmış artık, hep bir geridekinden geliyormuş ve tüm bildikleri buymuş, suya düşene ne olacağını bile artık bilmiyorlarmış. Bunun nedeni artık yaptıkları işe bile yabancılaşmış olmalarından kaynaklanıyormuş. Yabancılaşmanın sonucunda doğru düşünemez hale gelmişler ve İçlerinden biri bu suyun kenarına neden bir golf sahası yapmıyoruz ki demiş. Ellerinde su da var, taş da var. Ve suyun da, taşın da nereden geldiğini hiç sorgulamadan hemen oraya bir golf sahası yapmışlar. Geleceğim nokta şu; sistem doğru düşüneni dışlıyor çünkü psikolojideki doğru: “yaygın düşünce neyse doğru da odur”. Farklılaşan doğru bile olsa, psikolojide hasta sayılıyor. Bir laf vardır, iki yanlış bir doğru etmez ama unutmamak lazım ki, milyonlarca yanlış bir doğru ediyor. Anlatmak istediğim şu ki, insanoğlu kendine o kadar yabancılaşmış durumda ki, evrensel değil, sadece gözünün görebildiği mesafe kadar uzağı görüyor ve o çapta düşünebiliyor. Lao Tzu şöyle der; var olandan yararlandığımız gibi var olmayanın da yararını kabullenmeliyiz”. Ancak sadece görebildiği kadar düşünenler bunun anlamını kavrayamaz. Ne üzücü ki, -bu bizim genetik haritamızla mı ilişkili bilmiyorum- yaşanan toplumsal acılar, bizim toplumumuzda sosyolojik bir hafıza yaratmıyor. Su fakiri ülkemizde siyasiler 100 golf sahası sloganı ile kurak bölgelere bile golf sahası projelendiriyor. Bir kuzey sporu olan golf, sadece bir bahane, amaç golf sahası manzaralı villa yapıp, satmak… Örneğin Bodrum’a 25 km mesafedeki Tuzla sulak alanında eko sistem hızla değişirken, sulak alana hala bölgedeki 2 dereden evsel ve sanayi atıklar boşalıyor. Aynı havzaya binlerce 2. konut ve 10’larca otelin atıkları deşarj oluyor; onbinlerce insanı barındıracak, içinde 2 golf sahası bulunan yapılaşmanın temelleri geleceğimizin üstüne atılıyor. Sanayisi olmayan bir ülke olarak devlet, yatırımcıyı inşaat sektörüne koşuyor. Turizmin de, turizme mekan olan doğanın da sonunu hazırlayan “yabancılaşma”, toplumsal bir hastalıktır. Politikacılarımız ise ellerindeki siyasi erkle, aynı yabancılaşmanın meclisteki temsilcileridirler. Sistem bir kısır döngü olarak çarklarını döndürüyor. Lou Tzu’ya dönecek olursak, var olan golf sahasındansa, var olmayan golf sahası daha yararlı gözüküyor… Yukarıdaki hikayenin sonu şöyle; gölün sonu nihayet gözükür ama bu hayra alamet değildir. Çünkü yaşam bu göldür aslında…
* Bootstrap; Geoffrey Chew’in ortaya attığı bir hipotezdir. Temelleri Antik Yunan felsefesinden gelen maddeyi temel taşlarına indirgeme, bileşenlerine ayırma geleneğine karşı olarak Bootstrap, aynı Budizm’deki gibi evreni var eden her küçük parçanın bir diğerinden farklı olmadığını; bir bütünü var eden devingen bileşik alanın parçaları olduğunu savunur. Matematiksel çatısı S-matriks teorisini kullanır; Kuantum ve İzafiyet teorilerini kapsamında bulundurur. Budizm ve bilimin buluştuğu bir kuramdır. (Detaylı bilgi; Tanrı ve Yeni Fizik, Paul Davies, İm Yayınları, 1994)
YorumlarUmit Dagitan
{ 02 Mart 2008 13:36:30 }
"Dunya ve yasam","nereden geldik nereye, nicin ve de nasil gidiyoruz/gidecegiz" turu konularda kafa yormak bence dusunebilen insanlarin ayirt edici bir ozelligi. Bu yazisinda da bekledigimiz sekilde Yigit Uygu'un da boyle bir kisi oldugunu anliyoruz.
Diğer Sayfalar: 1. Yazida yasamdaki olaylarin kendilerinden onceki bir takim olaylarla siki bagliligi; bir yandan yasam tarzlarinin jenerasyonlar boyunca agir agir evrime ugramasi, obur yandan da bu yasam tarzlarinin onlarin icinde yasayan jenerasyon icin kaliplasmis olmasina dikkat cekilmis. Canlilarin nedenlerini fazla irdelemeden rutin bir tarzda yasadiklari saptamasi yapilmis. Yani baslangici ve sonu olmayan bir iliski silsilesinin farkindaliginin eksikliginde yasadiklari iddia edilmis - artik dogru yada yanlis- Zeki Muren'in marjinal - ya da amiyane tabiriyle tuhaf - durumu konusundaki saptamalara dantellerin beni de geri kafalilikla suclamalari riskini hic dusunmeden goze alarak katiliyorum. Cunku boyle bir dunya da tuhafliklarin olmamasi kesinlikle tuhaf olurdu. Zeki Muren'deki degisik durumu saptamak onu escinsellikle suclamak asla degildir, o yuzden de boyle dusunceleri dile getirmek kesinlikle tabu olmamalidir. Burada konuyu biraz dagitma pahasina onemli gordugum ve de beni uzen bir noktaya deginmek isterim. Bu yakinlarda Bulent Ersoy da juri uyesi oldugu Popstar Alaturka programinda "eger oglum olsaydi guney dogunun bu durumunda onu kesinlikle askere gondermezdim" demis. Oyle sinirlendim ki bu konuda dusuncelerimi yazmaya kalksam en az iki sayfa surer. Fakat hadi Zeki ve Bulent iki cinsli olduklarinda arasira da olsa denge problemleri oluyor diyelim. Popstar Alaturka'daki bir diger juri uyesi, halkin arabeskinin yaraticisi, mazlumlarin babasi, muzigin krali ve de gonul adami unvanlarina sahip Orhan Gencebay ve de en onun tahtini her konuda tehdit eden Ferdi Tayfur gibi halk adami gecinen sanatcilarimiz ne yapiyorlar. Arabesk bir adam olarak ikisine de sevgim ve saygim sonsuz. Ancak ulkemizin son 30 yilda yasadigi kabusta ve de onun bu son 10 yilinda bir gunden bir gune cikip milletin kanini emen somurgecilere karsi cikip bir laf soyleyebildiler mi? Onlarin agzinin icine bakan milyonlarca temiz, duygulu ve fakat biraz da saf-tirik insanlarimiza ulkemizin icinde bulundugu tehditlerden bahsettiler mi? Yok hayir, onlar TV showlarda, dizilerde boy gosterip keselerini doldurmayi yeglediler. Emperyalislerin konrolundeki Radyo Kral FM'den her ay bir nevi rusvet olarak aldiklari telif paralarina halal gelmesin diye ikisi de giklarini cikarmiyorlar. Hem onlar Muren ve Ersoy gibi gay de degiller, denge problemleri yok, sapina kadar errrkeekkkkler(!), ama sapa gelince is degisiyor galiba. Bence bu saglam erkek raw modellerinin yaptiklari ya da yapmadiklari Turk halkina karsi oburlerininkinden daha buyuk suctur. Yine geldik gercek aydin ve sanatci eksikligimize. Yazida bahsedilen iki nokta ozellikle ilgimi cekti: 1." birey sonsuzluk karsisinda kendini her zaman yokluk hissiyle bas basa bulacaktır." 2.""Dusunuyorum oyleyse yokum" - Cunku gunumuzde ve tum dunyada sistem dusunen insani yok etmek uzere planlanmış." Yukarida (1) felsefik bir onerme (ve bana gore de dogru). Sonsuzlugun ucurumuna kadar gidip bosluga dusmeden (yani kafayi yemeden) bu dunyada - ve de hala akilli - kalabilen kisiler burada bahsedilen "yoklugun icinden var olma, varlik icinde de yok olma" hisleriyle tanismislardir. Ancak (2) de Yigit Uygur, (1) de bahsedilen o felsefik/evrensel oneriyi alip gunumuz dunyasindaki onemli bir problemle - sistemin dusunen insani yok etme problemiyle - iliskilendirmis. Bence (1) bir onerme iken (2) daha cok bir yargidir - (1) dogru bir onerme, (2) ise dogru bir yargidir. Ancak bunlarin konteksleri yani gecerli olduklari ortamlari farklidir - o yuzden de bence bu ikisinin iliskilendirilmemesi gerekir. Ancak burada sonsuzluktan reel dunyaya bir sicrama yaparak bir sanat icra etmek ve boylece de edebi bir yazi yazmak da hos bir durumdur Yazinin o kisimlarindayapilmis olan budur bence. Bootstrap teorisi, s-matris, relativity (izafiyet/gorelilik) ve de quantum (cekirdek-zerre) teorileri gibi bizi kolaylikla asabilecek (burada kolaylikla diyorum ama asan demiyorum :-) konulardan bahseden bu gibi yazilarda bir takim savlar dogru ya da yanlis olabilir, tartisma goturebilirler. Zaten bu konularin cogu yuzlerce bilim adaminca tartisilan ve hala da tam dogrulugu ispatlanamamis seyler. Yarin birileri cikip dogayi anlamak icin daha iyi bir model getirebilir. Keske imkan ve zaman olsa da bu konularda uzun uzadiya dusunme zevkini (ya da eziyetini) tadabilsek. "Var olandan yararlandığımız gibi var olmayanın da yararını kabullenmeliyiz" lafi golf sahasi gibi bir ornek dusunuldugunde dogru bir onerme olarak kabul edilebilir. Ancak bu cumle ayni zamanda kurulusu ve sekli itibariyle dantelce/ukalaca sarf edilmis anlamsiz bir laf olarakta algilanabilir - yine vakit olsa da, ve de dunyada ve ulkemizde bunca sacma sapan problemler olmasa da, ideal/huzurlu bir dunyada yasasak da, oturup aksam bes caylari icerken bu konularda bolca lak lak edebilsek. Yine de boyle alisilagelmemis konularda birilerinin yazilar yazdigini gormek hos birsey. Sevgi ve selamlar, Umit Dagitan
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|