|
|
Sevinç mi Endişe mi?Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 11 Şubat 2008 00:08:52 Hesabı verilmemiş kavramlar sadece birer tasarım veya inancadır. Farkındalığı olmadan dile getirilen düşünceler birer zan, herhangi bir çağrışım veya anlık bir uyarana karşı verilen tepkilerdir. Konuşurken veya yazarken kurduğumuz cümlelerin gücü gramere bağlı düzenliliğinden değil içerdiği anlamdan doğar.
Dili anlamlı kılan, açığa vurduğu Varlığın iç örgüsü, onun kendinde taşıdığı organik düzenliliğidir. Dil düşüncenin özdeği, biçim alıp nesnelleşmesi, varlığın değişik kıvamlarda yoğunlaşıp insandan insana akmasıdır. “Dil insanın dünyasıdır”, bunu başka bir biçimde ifade etmek istersek şöyle diyebiliriz: Dünyamız dilimiz kadardır. Kendimiz olarak kabul ettiğimiz dünyalarımız her ne kadar biricik olsa da tözü bir (Düşünce) olduğu için özünde aynıdır da. İşte bu aynılık birbirimizi anlamamızın, birbirimizi var etmemizin temelini oluşturur. Var olan her şey bir bütündür; bir merkezi ve bir çeperi, kendi yaşam döngüsü ve dönüşüm süreci vardır; fikirler, duygular, tasarımlar ve düşünsel olgularda böyledir. Hep vurgulanır, insanı diğer her şeyden ayıran yegane şey bir bilinç varlığı olmasıdır diye. Önermelerle karşılaştığımız zaman, bunun ne anlama geldiğini; ya da önermeler ileri sürdüğümüz zaman bununla ne anlatmak istediğimizi irdelediğimizde ancak onu kendi dünyamıza katabiliriz. Eğer düşünce her eylemimize eşlik ediyorsa, en yüksek yetkinliğimiz ise o zaman tinsel dünyamızın her bileşenini onun hükmü altına getirebiliriz. Daha açık söylemek gerekirse duygularımız, beklentilerimiz, korkularımız, bunalımlarımız bir biçimde irademiz altına alınabilir demektir. Elbette varoluşsal kaygılarımız, yaşamın zorlukları karşısında çaresizliklerimiz, anlamsızlıklarımız olacaktır. Dikkat edilirse bunlar bile birer düşünce biçimleridir. Bu önerme saçma görülebilir, ama test de edilebilir; örneğin düşüncenin olmadığı bir durumda bu ruhsal hallerin kendisi de var olamazlar. Hiçbir deli mutsuz değildir, ama mutlu da değildir; kaygısı da yoktur beklentisi de. Bilmek-anlamak-yorumlamak, varoluşumuzun ayrılmaz üçlüsü. Bilmek bize dışımızdaki dünyayı verir, anlamak bize bizi verir, yorumlamak bize geleceğimizi verir. Bu çizgisel bir süreç değil kendi üstüne katlanarak yükselen bir döngüdür. Ancak yinede bir süreçtir ve her süreç zorunlu aşamalardan oluşur. Düşünce her aşamada değişmez güç olarak (Töz-zat) bulunur. Eylemlerimiz dünyamızı yapılandırmak için harcanan emektir; düşünce ise onun ruhu, yönlendiricisi ve düzenleyicisidir. Düşünsel yolculuklarımız önce bir kabulle başlar, bir amaca yönelir ve bir yol izler. Bu anlamda düşünce her durumda bir yöntem kullanır ve kendisinin oluşturup kendisinin kullandığı yöntem bizzat kendisinin kaderi olur. İnsan kendisini bir tanrı tarafından yaratılmış olarak, bu dünya ya iradesi dışında gelmiş ve yaşamak zorunda kalmış biri olarak, yaşamı kendisine sunulmuş bir armağan olarak, kâinatın toplamı-özü olarak, bu dünyaya atılmış mutsuzluğa mahkûm bir parça olarak da görebilir. İşte bunlar insanının kendini evrende konumlandırma biçimleridir, peki bundan bize ne? İnsan kendini nasıl konumlandırırsa yaşamı da ona göre anlamlandırır. Her konumlandırma biçimi kendine uygun bir anlamlandırma biçimiyle zorunlu olarak örtüşür. Ama seçim ne olursa olsun ölüm gerçeği hepsi için ortak kabuldür. Dolayısıyla yaşam içinde kendini konumlandırma aslında insanın ölüm karşısında anlayış oluşturmasıdır. Ölüm-ölümsüzlük tartışmaları insanlık var olduğu sürece olacaktır. Ölüm diye bir şeyin olmadığını hatta ölümün imkansız olduğunu söyleyen bilgeler-peygamberler var, hatta bunu deneyimlerine dayandırdıklarını da söylüyorlar. Bir düşünceye karşı tavır oluşturmak onu anlamaktan önce gelirse yeni bir düşünce üretilemez, yaşamı anlamak imkansız hale gelir. Burada ölüm var mı yok mu tartışmasına girecek halde değilim, ancak şu soruyu sorarak bu konuyu geçmek istiyorum. “Beyin mi düşünce üretir, yoksa düşünce mi beyni bir araç olarak kullanır?” Çünkü beyin bir organizmadır; kimyasal ve fiziksel yasalara bağlı çalışan, yani determinasyona bağlı bir organizma. Determine bir organdan determine olmayan bir enerji, yani düşünce nasıl ortaya çıkabilir? Bu soru nerden çıktı? Öncelikle kendime soruyorum… Ölümün ne olduğu şuurun ne olduğu sorunuyla birebir ilişkili. Doğa varlığı olarak geçici yaşamı olan beden miyiz, yoksa bir şuur olarak ölümsüz müyüz? Son yıllarda kuantum fiziğindeki gelişmeler ile mistik geleneğin söylemleri arasında bir paralellik görülmeye başladı. Bu konuda teorik fizikçi Fritjof Capra’nın eserleri ve Holografi konusundaki gelişmeler bizlere yeni ufuklar açıyor. Konuya ilgi duyanlar için ayrıca Hoimar Von Ditfurth’un “Dinozorların Sessiz Gecesi” ve Saffet Murat Tura’nın “Histerik Bilinç” adlı eserini önerebilirim. Varoluşmuzdan kaynaklanan anksiyetelerin temelinde kendimizi bir parça olarak görmemiz yatar. Bu anlayış varoluşçuların dile getirdiği “insan dünyaya atılmış bir varlıktır” önermesiyle en somut biçimde dile getirilir. Bu tek cümleye yönelik pek çok soru sorabiliriz: Dünya dediğiniz nedir? Atan kim? Bizi neden bu dünya ya atıyor? Varlık derken neyi kastediyorsunuz; bedeni mi, şuuru mu, yoksa ikisinin birliğini mi? Ama asıl üzerinde durulması gereken şeyin bu önermeye bağlı olarak davranan bir anlayışın kaçınılmaz olarak bir anlamsızlık yaşayacak olmasıdır. Çünkü kendisini bu dünyaya yabancı görecek; rızası olmadan gönderilmiş, yaşamak zorunda kalmış birisi olarak… Anlamsızlık ve bunaltı kaçınılmazdır, bu dünyaya yabancısın, bu dünya da sana ait değil. Bu durumda insanın tüm hayatı kaybedilmeye yazgılı bir savaşa dönüşür. Dünya sana düşman, evren sana anlamsız görünür, ve bu anlayışa göre tek çıkar yol intihardır. Dünya; birbirinin dışında, birbirine yabancı ve birbiriyle sürekli savaşan bir parçalar çokluğu mu, yoksa her zerrenin diğer bir zerrenin varoluşuna destek verdiği, dahası her bir parça diğerinin varlığının vazgeçilmez koşulu mu? Sıradan fizik, kimya ya da biyoloji bilgisi bile bize her şeyin her şeyle kopmazcasına bağlı olduğunu, evrenden bir tek zerrenin bile koparılamayacağını gösteriyor. Bize verilen her şey aslında bir lütuf değil mi? Elimizi-kolumuzu, gözümüzü-kulağımızı… hangi bedensel organımızı biz oluşturduk. Birey bağlamında konuşursak, kullandığımız dili biz mi ürettik; bilgi edinmemizin, yetilerimizi geliştirmenin araçları ve malzemelerini biz oluşturduk? Bunlar bize bir armağan değil mi? Bize sunulan bu lütufları verene ister Allah diyelim, ister Rahman diyelim, ister Doğa diyelim ne fark eder. Ama bunları ben mi istedim, bana soran mı oldu gibi bir itiraz olabilir, bu itirazında çözümü var: İnsan irade varlığıdır ve kendi yaşamı hakkında da karar verme iradesi de yine kendinde aittir. Sosyal ilişki açısından her ne kadar şikayetlerimiz, doyumsuzluklarımız ve korkularımız olsa da tüm bunların çözüm olanakları bizlerin elinde değil mi? Eğer herkesi memnun edecek düzeyde çözüm yolları bulamasak ta bunun mümkün olduğunu, sorun sadece bu olanakları harekete geçirmekten, bunun da bir süreci olduğu gerçeğinden ibaret değil mi? Tarihe baktığımızda geçmişten günümüze insanlık olarak ne zorlukların üstesinden geldiğimizi görebiliriz. Bir gereksinim varlığıyız ve gereksinimlerimizi birbirimiz üzerinden karşılarız, bu her türlü politik sisteme, zaman ve toplumsal yapıya aşkın bir hakikattir. Kullandığımız her nesne bir gereksinimimizi karşılar. Ben bir nesneye gereksinim duyarım birisi bu nesneyi üretir, böylece benim gereksinimim onun geçim kaynağı olur. Benim düşüncelerim bir başkasına ulaştığı ölçüde anlamlıdır, başkasının düşüncesi kendimi geliştirmem ve üretmem için bir olanaktır. Bu ilişkilerin zamanla değişmesi kendine uygun politik yapılanmaları, hukuksal düzenlemeleri, sosyal yaşam biçimlerini de beraberinde getirir. Gelişmenin biçimi ve düzeyi ne olursa olsun bir tek ereğe doğrudur; ÖZGÜRLÜK. Bu zorunludur, başka bir ifadeyle özgürlük edimseldir, zorunludur ve sonsuzdur. Sartre “insan insanın cehennemidir” der, insan insanın cennetidir de. Bu önermeye karşılık şunu söylemek daha anlamlı gibi, her insan kendi kendisinin hem cenneti hem de cehennemidir. Bu mekânlardan hangisine yöneleceği bireyin kendisine bağlı. Kısaca cehennem derken anlamsız, mutsuz bir iç dünyayı; cennet derken de huzurlu, coşkulu ve ferah bir iç dünyayı kastediyorum. İnsan doğarken saftır ama yetilerle donanımlıdır, büyüdükçe bu donanımlarını işleterek yetiye çevirir. Tarihsel ve toplumsal olanakları etkinlikleri yoluyla dönüştürür. Ve kaçınılmaz olarak başka insanlarla ilişki kurar. Artık cangıldadır. Çıkar çatışmaları, gelecek korkuları, kendini kanıtlama çabaları, sevilme-sayılma istekleri onun dünyasını doldurur. İşte bu süreç insanın saflığının bozulmasının da başlangıcı olur. Adem’le Havva cennetten kovulmak zorundadır, artık yaşamlarını emekleriyle kazanacaklardır. Hesabın-kitabın, çekişmelerin bu dünyası insanın benliğini zorlar. İnsanlar kendi yüzlerine maskeler takmaya başlarlar, kişilik imgesi oluştururlar. Böylece mutsuzluğun kapısına gelip dayanırlar. Ama mutsuzluk kaçınılmaz değildir, aslında mutluluk kaçınılmazdır, çünkü varlık kendinde güzeldir. Kötü diye nitelediğimiz hiçbir şey asli değildir. Bir şeye iyi ya da kötü demek soyut bir söylem, ama yaşamda karşılığı olan kavramlardır. Bir şeyi iyi ya da kötü diye ayırırken bir ölçünün olması gerekir: Eğer bir şey kendinden kendini aşan ve özünü taşıyan yeni bir şey doğuruyorsa iyidir, doğuramıyorsa kötüdür. Varolan bir şey yok olamaz, o hep dönüşerek kendi kemaline doğru ilerler. Varlık bu anlamda güzeldir, doğrudur ve iyidir. Varlığı anlamak düşünceyi anlamaktır, dahası insanın kendini anlamasıdır. Sadece insan gerçek Varlıktır, diğer her şey birer varoluş. Anlamak düşüncenin gücüyle olur ve onu işletme biçimi bizim anlayışımızı belirler. İşte yine bu noktada iradeye geliyoruz, yani kendi tanrısallık noktamıza… “Gene de, insan kendi özgürlüğünün bilincini taşıdığı sürece, ruhunun uyumu ve ansal barışı, başına gelenlerin kabul edilemezliği tarafından yok edilemez. Öyleyse insanların hoşnutluk ve hoşnutsuzluklarını ve böylece yazgılarının kendisini belirleyen şey Zorunluluk üzerine görüşleridir.” (Hegel, Mantık Bilimi, Prg; 147) Sevgili Metin Bobaroğlu ile sohbetlerimizde sıkça duyduğum bir uyarı hep yol gösterici olmuştur: “Bilimsel tutum, felsefi anlayış, sanatsal duyarlılık” insan bilincinin özgürleşmesi için olmazsa olmaz yöntemdir. Her insan yeni bir fikirle karşılaştığında bunu anlamakta önyargılardan kolay kurtulamıyor; duyduğu veya okuduğu bir şeyi öncelikle anlamak yerine kendi doğrularına ne derece uyduğuna bakıyor. Tartışmalarda sıkça duyarız “…sana bu noktada katılmıyorum, ya da tersi; evet onaylıyorum” söylemlerini… Aslında bu noktada bir fikir dile getirilmiş olmuyor, sadece kendi kafamızdaki düşüncelerimizi yeni fikirler karşısında test etmiş oluyoruz, ya da tersi. Hani papatya falına bakar gibi, “seviyor sevmiyor, seviyor sevmiyor” der gibi. Farklı düşüncelerle ilişkilerimizde genel olarak böyle; kendi doğrularımızı bir kalıp olarak ortaya koyarız ve farklı anlayışları ölçmeye başlarız; uyuyor -uymuyor, uyuyor-uymuyor. Bunun söylem biçimi yukarda dediğimiz gibi; katılıyorum-katılmıyorum, katılıyorum-katılmıyorum… Tutuculuk sadece dinsel söylem alanında olmuyor, bizzat bilimin alanında da olabiliyor. Bilim dini diyebileceğimiz (Pozitivizm) anlayışlar bugün neredeyse insanlığın aklına egemen durumda. Eğer bilim, ele aldığı her nesneyi önyargısız, kendinde nasılsa öyle anlamak zorunda ise, var olan ve yaşanmakta olan bir olguyu göz ardı edebilir mi? Bilim dinciliği diyebileceğimiz bu anlayışın niteliği en çıplak şekilde bizzat Din karşısındaki tutumda açıkça görülüyor. Geçen günlerde ülkemizin “ünlü” ve “yetkin” bilim adamlarından birisinin dinsel söylemler konusunda görüşlerini okudum, şaşırtıcı bir yan yok; ancak herkesin kendi kavramlarının hesabını vermesi, fikirlerinin içini doldurması çabası en azından erdemli bir tutumdur. Kutsal metinlerdeki mitolojik söylemler eğer birebir olarak alınırsa birer çocuk masalı niteliğine bürünürler. Bende bu hamlığı kendi dünyamda çokça yaşadım. Ama önyargısız düşünebilmeyi becermek için kendi içimden gelen engelleri aşma çabasına girdiğimde şu soru kafamda canlandı: “İnsanlık yaşamında en uzun ömürlü, hala canlı, günlük yaşam içinde her an gündemde olan ve etkisini gösteren yazılı metin nedir?” Yanıt; kutsal metinler. Peki, bunları bu kadar dirimsel kılan neydi? Evrim teorisi ortada, genetik bilimiyle neler yapıldığı göz önünde, maddenin merkezine doğru yolculukta bu kadar yol kat etmişken nasıl oluyor da hala bu “çocuk masalları” düzeyindeki kutsal metinler insanların bilincinde taşınıyor, günlük yaşamlarında etkisini sürdürüyor. Kısaca söylemek gerekirse eğer bu metinlerin simgesel anlatımı unutulursa, birebir kabul edilirse işte en büyük bağnazlık ortaya çıkmış olur. Bunları dile getirmedeki amacım kendimden hareketle söylersem, bir zamanlar en ufak bir kuşku duymadığım doğrularımın nasıl paramparça olduğunu gördüğümde büyük bir şok yaşamış olmamdır. Her fikir bilincin bir hareketi, düşüncenin biçim almasıdır. Biçimi ne olursa olsun bir düşünceyi anlamak onu kendi doğrularımızla yargılamakla olmuyor. Kutsal metinler özünde insanı, varlığımızı, ontolojik yanımızı anlatırlar; ama simgeler aracılığı ile mitsel öyküler biçiminde. Bizzat bu düşünceye de itiraz edenler olacaktır, olsun, ne güzel… Yalnız kendi alanlarında insanlık bilincine sıçratma yaptırmış düşünür ve filozoflardan birkaç örnek vermek istiyorum. Ben bunlarla karşılaştığımda ne denli kof şişinmeler içinde olduğumu, her yanımın önyargılarla ne denli bağlandığını hayretle gözledim. Örneğin C.G. Jung’un “Dört Arketip” adlı kitabında Kuran-ı Kerim’in 18. suresi olan “Kehf Suresi” hakkındaki yorumu; Erich Fromm’un “Rüyalar Masallar Mitoslar” adlı kitabında “Yunus Peygamber” bahsini değerlendirmesini; Hegel’de (Mantık Bilim) Adem’in cennetten kovulması, Havva’yı kandıran yılanın simgesel açılımını okuduğumda şaşkınlık içinde kaldım, dahası sevinçle doldum. Sorgulamak, düşünmek, anlamak ve anlamlı yaşamak düşüncenin serüvenidir. Bu serüvenin lezzeti hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar yüksek, yaşayanlar bilir. İnsan anladıkça dönüşüyor ve dönüşüm insanı özgürleştiriyor. ANLAMAK RUHU SAĞALTIYOR.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|