|
|
Hayranlık TohumlarıKategori: Yaşam | 4 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 07 Şubat 2008 11:31:14 Bu bir mektup. Korkunç kötü ve korkunç güzel dünyamızda var olabilmek, var olurken her anın hakkını vermek, yani tadını çıkarmak isteyen bir kadının 'doyumlu yaşama' çabasını paylaştığı bir mektup.
Nasıl bir şey olarak var olmak istiyorum? Bu sorunun yanıtını biliyorum artık. Yaşayarak öğrendim. Hayranlık duyarak, şaşırabilerek yaşayan bir insan olmak istiyorum. Çünkü o zaman sevinçli, heyecanlı bakabiliyorum yaşama. O zaman paylaşma arzusu oluyor içimde. Ve hayat yalnızca paylaşınca güzelleşiyor. Metin Bobaroğlu, Batını Gelenek adlı kitabında “evrende herhangi bir şey ilişkileri ile varlaşır” diyor. Bu söz şu sıralar sorduğum bütün soruları, verdiğim bütün yanıtları açıklıyor. Hınzır bir söz. Kendi halinde iddiasız duruyor. Tehlikeli bir söz aslında! Duruma göre, insanın kulağını çekiyor, sırtını sıvazlıyor. Ya da kapıyı gösterip kıçına bir tekme atıyor, bizi yok eden ya da sevimsizleştiren ilişkilerden çıkalım diye. Peki bir çöplükte yaşıyorsak ya da başka hiçbir yaşam biçimine hoşgörü göstermeyen, anlamayan bir toplumun inançları bizi kapana kıstırmışsa, kaçamıyorsak, çıkamıyorsak ne yapacağız? Başımızı yukarı kaldırıp, bakışımızı bulutlarda, yıldızlarda tutacağız. Mecazi anlamda değil hem de gerçekten ve sık sık. Ve odalara kapatılmışsak, duvarlarla çevriliysek, isyan edemiyorsak, kaçamıyorsak, dostlarımızı, düşlerimizi imgelemimize çağırıp, çoğaltacağız onları. Yaşam alanımızı imgelemimiz oluşturacak. Ama hayranlık diyordum. İnsan bazan kendi hapishanesini kendi yaratıyor. Yaşama sevinçsiz bakan, paylaşma arzusu duyamayan bir bireye dönüşüyor. Katı, mutsuz, gergin… Sanki ölmek için yaşayan, ama ölümü beklemeden ölen bir insan haline geliyor. Üstelik de hiç istemeden, hiç ayrımsamadan adı ‘kendim’ olan bir hapishanede buluyor kendini. Evet hayranlık diyordum. Adı ‘kendim’ olan hapishanenin duvarlarını önce şeffaflaştırıp sonra yıkan, insana dünyayı kucaklama yaşama ait olma olanağı veren o duygu! Hep o duygu ile yaşamak istiyorum. Her sabah hayranlık duygusu ile uyanmak istiyorum. Gün boyunca hayranlık duygusunun verdiği umutla, heyecanla, ilişkilere girmek, hayranlık duygumu hiç yitirmeden o ilişkileri sürdürmek, gece yatağıma hayata hayran bir yürekle uzanmak. Sabahları hayran uyanmak şimdilik kolay. Küçük oğlum uyanır uyanmaz odama gelir. ‘Deniz… Günaydın!’ der. Bazan yüzümün hemen üstünde tutar yüzünü, uyanmamı bekler soluğuyla, ben gözlerimi açınca kocaman gülümser. Bazan, yanıma yatar, sarılırız. Onunla uyanmak mutluluğa uyanmak için yeter. İnsanın sağlıklı mutlu bir küçük çocuğu varsa, hayatı her an hayranlıkla selamlamak için bir sürü fırsatı vardır. Çocuklar hep coşku dolu, heyecan dolu olurlar. Hep bambaşka açılardan bakarlar yaşama. Yaratıcılıkları, sevinçleri havai fişek gösterisinin geceyi renklendirmesi gibi yaşamımızı renklendirir. Büyürken ne oluyor bilmiyorum, kusurlar, pürüzler, ediniyoruz. Korkutan ürküten yanlar ediniyoruz. Bir yerlerimiz az, bir yerlerimiz yanlış, bir yerlerimiz çok büyüyor. Tam, uyumlu, hoş bir bütünlükle yaşamın içinden geçenlerimiz çok az. Oysa çocuklar… Her anlarında, tam, uyumlu, hoşlar. Küçük oğlum da büyük oğlum gibi bir gün büyüyecek. Perdemden süzülen güneş ışıklarına ya da Melbourne’da daha sık olduğu üzere, yağmur bulutlarıyla ağır, gri güne uyanacağım. Güzel bir düşten ya da yalnızca düş olduğu için bir düşten gözlerimi açmak istemeyeceğim. Oysa tüm düşlerden daha güzel daha tehlikeli daha yaratıcı daha olanaksız olan yaşam en umulmaz deneyimleri sunuyor insana. Ona gözlerimi hep coşku, sevinç ile açabilmek için içimde hayranlık tohumları tutmalıyım. Bunu nasıl yapabilirim? Hayranlık duyduğum her şeyin dökümünü yapacağım önce ki iyice bileyim, tanıyayım onları. Toprağa saplanmış birer tohum gibi yerleşsinler ruhuma. Gözlerimi açtığımda, içimde eğer kara can sıkıntısı bulutları varsa ısrarla, tüm gücümle, inatla hayranlık tohumlarımı sulamalıyım. Onları gördüğüm, bildiğim, tanıdığım, sevdiğim her anı içimde canlandırmalı, yaşamalıyım. Adı Kaptan Paul Watson olan bir hayranlık tohumu Geçen gün işe giderken radyoda dinlediğim bir haberle Kaptan Paul Watson’ı tanıdım. Ona, tayfasına hayranlık duydum. 21. yüz yıl korsanı o ve tayfası. Balina avcılarını durdurmaya çalışıyorlar. Güney Okyanusunda, Japon balina avcılarınının kuyruğundan ayrılmıyorlar. Hatta iki tayfası, bir Japon balina av gemisinin güvertesine tırmanıyor, onları durdurabilmek için. Balina avcılarının kızgın bakışları, onları okyanusun soğuk sularına atma tehditlerine karşın. Kaptan Paul Watson’ın gemisi şimdi Melbourne’da demirli. Tayfasını, erzaklarını yenileyip birkaç gün sonra yine okyanusa açılacak. Japonlar, peşlerinde gözcüler varken balinaları avlayamıyor. Balinaları çok ama çok seviyorum. Onları Victoria’nın kimi sahillerinde açıkta, kara korkutucu sularda yüzerken görmek içime o hayranlık tohumlarından en okkalısını bırakıyor. Bu muhteşem yaratıkların vatanları olan sularda, aileleri, zekaları, güzellikleri ile rahat rahat yaşamalarını istiyorum. Japonlar, balina yemeden de yaşayabilirler. Keşke Watson’un gemisi ile açılabilsem. O bambaşka bir şey yapıyor. Hayat kurtarıyor. Kimsenin bilmediği bilemeyeceği balina hayatlarını. Watson’un ve yeni çağ korsanlarının bunu nasıl yaptığını, niye yaptığını anlamak istiyorsanız sitelerine bir göz atın. İçinizdeki mavi sulara bir hayranlık tohumu bırakın. www.seashepherd.org Afrikalı bronz bir salyangozdan hayranlık tohumu Geçen hafta sonu, Ulusal Resim Galerisine gittim, Afrika görsel sanatlarına ilişkin ne bulabileceğimi, ne öğrenebileceğimi anlamak için. Bana internet üzerinden gönderilen bir Afrika resimleri kolleksiyonunu çok beğenmiştim. Bu resimlerin tamamı beyaz batılılar tarafından onların Afrika’ya bakışı ile yapılmış. Çok sevdiğim güvendiğim iki dostum hiç beğenmediler. Sömürgeci resimleri dediler. Afrika’nın içinde bulunduğu korkunç, kara, kanlı, umutsuz durumu düşününce benim beğendiğim resimlerin, çok hoş birer aldatmaca, batının kendini tatmini oldukları anlaşılıyor. Sanatla ilgileri olmadığını kabul ettim ama onları çok güzel bulmaktan hala alamıyorum kendimi. İşte sırf bu yüzden, Afrika’nın gerçek resminin, yontusunun ne olduğunu anlamaya, bir Afrika Sanatı zevki edinmeye çalışıyorum. Henüz yalnızca iki katalog devirdim. İlki bir fotograf kataloğu. Afrika’lıların fotoğraf çalışmalarından oluşuyor. Afrika’nın açmazı resimlenmiş. Hepsinde kara mizah var. Kara kıta olduğu için değil üstelik, her şeye karşın mizah olduğu için. Batılı giysiler, batılı dekorlar batılı pozlarda Afrika’lı siyah kızlar, kırmızı toprak üzerinde kurulu çöp ve betondan oluşan kentlerde, yırtık kot pantolunlu Afrikalı çocuklar… Ne dramatize edilmiş bir yoksulluk, açlık, keder, kanlı savaşlar.. Ne de olağanüstü doğa yaşamından esintiler… Yalnızca fotoğraf sanatçısının öne çıkan seçimleri ile sıradan Afrika’lılar, onlar için sıradan kentlerinde, sıradan göklerinin altında. Diğer katalog ise ilk çağlardan günümüze Afrika Sanatından örnekler içeriyor. Önce merakla, ilgiyle her sayfasına teker teker uzun uzun baktım. Masalara oturmamıştım. Ortadaki kanapelere çökmek galerinin sıradışı havasına daha uygun geldiğinden, kitaplar kucağımda, iki büklüm resimlere bakıp bir şeyler anlamaya çalışırken, durumumun umutsuz olduğunu çaktım. İki saatte Afrika Sanat zevki edinmem olası değildi. Doğru düzgün çalışmam gerekiyordu. Afrika tarihinin ayrıntılarını bilmeli, sömürge tarihini okumalıydım. Beyaz, sömürgeci batı uygarlığına iyice bilenecektim ama olsun. Ya da olmasın! Kan, zulum, sömürü okumak istemiyordum. Şu ana kadar bu konuda öğrendiklerimle, eli kolu yeterince bağlı bir isyan yaşıyordum zaten. Ne yapabilirdim, çile çekmeden bir şey öğrenemez miydim? Boynum tutulmuştu. Derken bir şey ayrımsadım. Sayfalardan birinde bir şey beni çekiyordu. Dönüp dönüp aynı sayfaya bakıyordum. Sanki yeterince anlamamışım –sanki her sayfayı anlamışım da- gibi bir duygu. Sonunda kendimi özgür bıraktım. O sayfa kucağımda yalnızca o bronz salyangoz kabın resmine bakarak oturdum, yorgun, mutlu, doygun. Artık yalnızca bana ait bir Afrika Sanatı zevkim vardı. Hayranlık duyduğum o bronz salyangoz kabın, sanat ve Afrika tarihi içindeki değeri ne olursa olsun, benim içimdeki değerini kimse alamayacaktı benden. Nijerya’nın Igbo-Ukwu bölgesinde, yaklaşık 1000 yıl önce bir sanatçı tarafından yapılmış. Zarif, güzel, işlevsel, anlamlı… Gerçek bir hayranlık tohumu. Bir çocuğun yatağında bulunan küçük kuru fasülyeden bir hayranlık tohumu Bana kalsa hep çocuklarımdan, onların içimde yarattığı duygulardan söz ederim. Dünyada söz etmeye değer onlardan daha güzel bir şey yok benim için. Biraz önce ufak oğlumun odasına gittim. İki koca ayak yorganın altından çıkmış. O güzel serçe yüzü yorganın altında saklı. Yorganı çektim. Alnı terli, saçları yapışmış, tam bir teslimiyet içinde huzurla uyuyor. Uyurken çocuklarıma bakmaya, öpmeye, dokunmaya bayılıyorum. Gündüz ne olurlarsa olsunlar geceleri birer meleğe dönüşüyorlar. Yatağında küçük bir kuru fasülye tanesi buldum. Arda’nın odasından, yatağından her şey çıkabilir. Makas, konserve açacağı, telefon kulaklığı, her çeşit pil, kalem, kevgir… Şaşırmıyoruz artık. Bu kuru fasülye tanesi de gülümsetti beni. Kuru fasülye torbasını açamaz. Mutlaka parmağıyla delmiştir. Gidip baktım, o küçük deliği buldum. Bu şimdi melek gibi uyuyan fırlamanın güne bıraktığı o izi. Bir armağan o. Evde meraklı küçük bir adam olması, gizli saklı iş beceren inatçı bir hınzır, böyle tam bir huzur içinde melekler gibi uyuyan küçük bir adam… Bir armağan yaşamıma. Ne kadar büyüseler de onlar benim hayranlık tohumlarım olarak kalacak. Nerede bir çocuk varsa orada bir hayranlık tohumu da var. Belki gizli, belki yaralı ya da utangaç ama mutlaka! Havai fişek tohumlarımız onlar. Hep hayranlık duyalım hep şaşıralım hayatı hep sevelim diye. Hayır hayranlık tohumu dökümüm bitmedi. Onları aramayı, bulmayı, içimde saklamayı, sulamayı sürdüreceğim. Ama bu yazı bitti. Sizi kendi hayranlık tohumlarınızla başbaşa bırakarak. Bir şey daha! Patentli tohum kullanmayı düşünmüyorum. Tüm tohumlarım yalnızca yaşama ait, özgür tohumlar olacak.
Yorumlarcemil eren
{ 11 Şubat 2008 22:44:46 }
sevgili denizcigim
ozunun yapısı cok duygusal ipliklerle islenmis, onlar vasitasiyla evrenden, cevreden ve yaratiklardan yayilan titresimleri yakalamakta donanimlisin; her seyi algılamak kavramak ve duygularinda yansitmak istiyorsun. balinalari katleden japonlarin pesine dusen sovalye avustralyali kaptan ve ekibine duydugun hayranlık, benim don kisotu okurken ve onlarin resimlerini yaparken servantes`e duydugum hayranlıkla ortustugu icin o bolum beni cok etkiledi. evrensellige bak ki 17. yuzyıldan bugune uzanan, daha cok daha gerilere uzanan zayifi, caresizi koruma icgudusu nasil da yasami koruma altina alabiliyor. servantes bu gercegi yakalayabildigi icin evrensel olmus; iste donkisot`un uzantilari sovalye kaptanlar okyanuslarda kotu adamlarin. serserilerin pesindeler. afika sanatina gelince, bana gonderme yapmıssın: o sana gonderilen resimler afrika sanati veya kulturu degil; tamamen avrupa, somurge kulturu. o resimlere bakar bakmaz benim gordugum asirmaca...yapaylık. afrika sanati otantiktir .afrikali onlari sanat diye yapmaz, onlar birer fetistir, totemdir, buyudur. yasaminin bir parcasidir. senin yine de begendigin o resimleri yapanlar avrupa sanat kulturuyle egitilmis kisilerdir. afrikaliyi anlamamislardir. sanatin bir yasama bicimi oldugunu anlayamamislardir, icindeki ozu kavramadan yuzeyde gorduklerini kopyalamaya calismislar ama onu dahi yapamamislardir. sanati da anlayamamis kisilerdir onlar. afrikali taklit etmez. sanat dedigimiz, veya buyu diyelim, seyi kaniyla caniyla yasar; ondan dolayi da yaptıklari algilayabileni buyuler. tohum gercekten hayran olunacak cok onemli bir ozdur. bundan daha buyuk bir yarati olamaz. her sey ama her sey nasil o kucucuk nesnenin icine konur da programlandigi gibi, bir canliya yasam verir. dogaya bakmasini ogrenirsek her sabah uyandigimizda yeniden, yeniden dogaya hayran oluruz ve sevincten cildiririz. ne kadar samimi yazdiklarin sevgi dolu. sevgiyi yakalayabilirsek zaten cok seyleri hallederiz. onemli olan sevgidir, asktir... sevgilerle kal cemil Edip CEYHAN
{ 11 Şubat 2008 21:56:10 }
Okyanusta ki bir balinanın korunması;
Afrikada ki bir bir salyangoz; Fasulyesiyle uyuyan küçük oğlun; Heyecan ve Hayranlıkların; Ya büyük oğlun anne; uzaklarda ki, hiç görmediğin büyük oğlun niye yok? Annecim yazın çok güzel olmuş. beni çok duygusallaştırdı, ben de kendimi tanımayı hatta tanımlamayı cok denedım ama sanırım bunun ıcın daha cok beklemelıyım. Gün gelir amaçsız yaşadığımı, gün gelir hayallerimin peşinden sürüklendiğimi anlarım ama bunu önceden hic kestiremedim. Kendimi tanıdığım gün, Hayattan zevk alarak yaşamaya başladıgım gün olacak. Kalemine, yüreğine sağlık. mustafa alagöz
{ 09 Şubat 2008 09:19:50 }
Haz içgüdüseldir, bilincimizle ve irademizle hiçbir ilişkisi olmayan dürtülerin doyurulması sonucu organizmanın duyumsadığı doyumdur. Bu doyumun hatırlanması arzu dediğimiz gücü doğuruyor. Bu noktanın insanlaşmamızla bir ilgisi yok; ama var da, çünkü bunlar aklımıza egemen olursa kendilerinin tatmini için kullanırlar. Beklentilerimiz yaşamımızın bir başka dinamik noktasını oluşturur. Beklentilerimizin karşılanması bizi mutlu eder, oluşturduğumuz planlar da gerçekleştiğinde aynı duyguları duyumsarız. Burada önemli noktanın şu olduğunu düşünüyorum: Her iki durumda da dışa bağımlılık var, dışardan uyaranlarla veya olanaklarla içimizdeki istekler buluştuklarında geçici bir doyum ve denge yaşarız, ama geçici. Mutluluk dediğimiz duygu bu alana düşer. Bundan dolayı hiç bir mutluluk kalıcı olamaz. İsteklerimiz içimizde ve hep bizimle birlikteler, fakat onları karşılayacak olgular dışımızda ve geçiciler, bu hepimizde var olan varoluşsal bir sorundur ve iki yönlüdür. Potansiyel olarak bunalıma da yol açarlar, sevince-coşkuya da- zemin olurlar. Hangi yönün etkin olacağı yine bize bağlı. Başka bir şey daha, bunlar hep geçmişe aittirler, İçimizde istek uyandığında önceki anıları hatırlar ve onların tekrarını isteriz. Anılarımızın gücü buradan kaynaklanır. Şimdinin doyumsuzluğunu geçmişin özlemiyle giderme isteği. Ya da şimdinin boşluğunu geleceğe havale edilmiş göreli hayallerle doldurdurma çabası. Ne yazık ki İkisi de sonuç vermiyor... Sevinç kalıcıdır, deyim yerindeyse ilahidir. İnsanın kendi varlığından beslenmesi, kendinden zevk almasıdır. (Haz içgüdüsel-hayvansal, zevk ise akli ve insani bir duyumsamadır) Kendi varlığından zevk alan insan herşeye karşı içten gelen bir ilgi, yüreğinden taşan bir sevinç ve düşüncelerin de katkısıyla bir hayarnalık duygusunu hep yaşar. Hayranlık bir başlangıç değil bir sonuç, bir üründür. Bu yazıda baştan sona samimi bir sorgulama ve tutkulu bir arayış çabası var. Her insanın şu veya bu düzeyde yaşadığı evrensel bir sorunsala parmak basıyor. Düşünsel içeriğinin değerlendirilmesi ayrıca gerekir ama yeri burası değil.
Nietzsche'nin sözü; "en parlak yıldızlar en büyük kaoslardan doğar." İçsel bunalımlarımız bilincimizin iradesi dışı yaşanan duygulanımlardır. Bütün sorun kendimizi parça olarak görmekten kaynaklanıyor, halbuki varlığımız bütün bilincimiz parçalı. Aslında yanıtlar hep hazır, önemli olan doğru soruyu sorabilmek... Sorgulama yoluyla doğru soru bulunabilir, çünkü sorgulama sorudan soru üreterek düşüncenin yürütülmesidir. Akıl akıla sürtülerek parlar, insan bir başka insanı deneyimleyerek gelişir. Bizlerin bu yazışmaları işte tamda bunu yerine getiriyor diye düşünüyorum. Psişik bunalım da bir yaşam enerjisidir ve bunu sevince dönüştürmek olanaklıdır. Bu bir dilek değil, bireysel yaşantımdan deneyimlediğim bir hakikat. Bu güç her insanda var, bundan eminim. Kendini hayata açtığın ölçüde hayat sana yaklaşıyor. Bu yazıda içten bir açılım ve her insanı kendini açmaya cesaretlendiren etkili bir çağrı var. Burada dile getirilen gerçeklerle tanışık olmayanımız var mı? aykut yazgan
{ 07 Şubat 2008 13:38:34 }
sizlerin hayranlık tohumlarının artık kabukları çatladı, onlar kök saldılar ve büyüyorlar.
Diğer Sayfalar: 1. bir tanesi yatağında bir tek fasulya ile.... diğeri şimdi bir fidan ama ulu bir çınar olma yolunda.. daha ne arıyorsun ki?
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|