|
|
Türk Ulusunda Ben Bilinci ve DevrimcilikKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Şahin Filiz | 26 Temmuz 2014 13:36:59 Eric Hoffer, “Kesin İnançlılar” adlı kitabında milliyetçilik ile devrimcilik arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapmakta ve şöyle demektedir: “Gerek Fransız, gerekse Rus devrimlerinin birer milliyetçi hareket haline dönüşmüş olmaları göstermektedir ki, modern çağda milliyetçilik, kitle heyecanının en yoğun ve en sürekli kaynağıdır ve devrimci heyecanın başlatmış olduğu büyük değişiklikler zincirine son verilmek isteniyorsa, milliyetçi heyecanın önü alınmalıdır…” (1)
Fransız ve Rus devrimleri, modern çağın baskın eğilimlerinden olan milliyetçilikle, devrimci değişimi yakalayabilmiştir. Devrimler, bir ulus içinde ben bilincinin ortaya çıkıp yeşermesiyle doğru orantılıdır. Devrimlerden önce Fransız ve Ruslarda, adı ancak modern dönemlerde konulmuş bir milliyetçiliğin fiili hazırlık aşamaları olduğunu söylemek gerekir. Bu hazırlık olmasaydı yapılan devrimlerin “adı konulma zamanı gelmiş” milliyetçi heyecan ve hareketlere dönüşmesi daha çok süreye yayılabilirdi. Devrimcilik ile milliyetçilik, ulus devlet kavramının iki temel öğesi olmuştur ki bu rastlantı ile açıklanamaz içerikte bir olgudur. Uluslar ben bilincini tarih boyunca birikmiş olarak saklar ve şartlar oluştuğunda bu bilinci devrimle ete kemiğe büründürür; buna milliyetçilik adını koyar. Bu süreç, bir ulusun tarihsel birikimiyle var oluşunu gerçekleştirdiği ben bilinci olarak belirginleşir. Ben bilinci oluşmamış milletler, ben bilinci oluşmuş ve bunu dayatan diğer milletlerin egemenliği altına girer; sömürgeleşirler. Türk ulusu dışında İslam ülkelerinin durumu bunun en somut örneklerindendir. Türk ulusu, benlik bilincini kolaylıkla elde etmiş değildir. Yüzyıllarca süren Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşunu Türklere borçlu ise de, nimet ve imkânlarının paylaşılmasını, siyasal ve ekonomik gücün bölüştürülmesini Türkleri dışlayarak gerçekleştirmiştir. 1399’da kuruluşundan çok kısa bir süre sonra, kurucusu olan Türkler, bir azınlık ya da öteki etnik gruplardan birisi, belki de en itilip kakılanı olarak muamele görmüştür. Cumhuriyet kurulana kadar da hemen her türlü egemenlik gayri Türk unsurların elinde Anadolu’ya karşı bir baskı aygıtı olarak kullanılmıştır.(2) Osmanlının, kendisini kuran Türk unsuruna karşı baskıcı ve sindirici politikalarına rağmen Türk ulusu ben bilincini tarihsel süreç içinde sürekli canlı tutmayı başarmıştır. Bu Türklük bilincidir. Milli kimliktir. Milliyetçi bir varoluş felsefesinin sonucudur. Devrimcidir ve devrimcilik ruhunu bu bilinç sürekli ayakta tutar. Ben bilinci bağımsızlık ve anti-emperyalizmin de tek panzehiridir. Türk milletinin Atatürk önderliğinde Osmanlı yıkıntısından genç bağımsız bir cumhuriyet kurmuş olması da bunun somut sonucudur. 1922’de Nafia vekili Feyzi Diyarbakır halkına seslenerek gençlik Derneği’ndeki konuşmasında yıkık-dökük, işgal altında ve emperyalizmin üstüne çullandığı Osmanlı’dan, tam bağımsız bir Türk Cumhuriyetine nasıl geçildiğini şöyle anlatmaktadır: “Düşmanlarımız, Sevr Muahedesini, İstanbul’un bazı soysuz, cibilliyetsiz şahıslarına imza ettirmekle milletimiz için verdikleri idam hükmünün hakiki mahiyetini göstermiştiler. Bu tarihi paçavranın hülasası siyasi,, adli, mali, iktisadi esaret ve nihayet ebedi bir izmihlal ve ebedi bir inkırazdı. (3) Binlerce senelik şevketli bir tarihe malik, azim bir medeniyete, ahrarane (hür olarak) ananelere sahip milletimizin bu hükme baş eğmesine esasen imkân yoktu. Bu itibarla milli hareketimiz, tarihin şimdiye kadar kaydettiği hadiseler içinde en meşru ve en haklı olanıdır. Hususiyle milletimiz bu meşru kıyam ve ihtilali, kıymetli ve hayırlı bir inkılâp (devrim) haline ifrağ ederek (şekline girerek) milli bir devlet vücuda getirmiş ve asırlardan beri halkla alakadar olmak istemeyenlerin elinde zebun kalan iradesini eline almış, kendi mukadderatına kendisi hâkim olmuştur. Bunun için milletin şimdiye kadar sarf ettiği gayret, büyük küçük bütün millettaşların sergilediği fedakârlıklar her türlü tasavvur ve tasvirin fevkinde bir ulviyeti haizdir. Millet kendi iradesine sahip olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve hükümeti vücuda getirinceye kadar harici, dâhili ne kadar zorlukları, güçlükleri yenmek mecburiyetinde kaldığını cümlemiz biliyor ve bu fedakârlıkları en büyük bir hürmet ve iftiharla hafızamızda saklıyoruz. Tasavvur buyurunuz: Her tarafı, harici ve dâhili düşman istilası altında kalmış, silahsız, müdafaasız, kimsesiz bir vatan iki üç sene zarfında hududunun her tarafını emniyet altına almak, harici ve dahili selametini takviye etmek ve nihayet en son tahrip vasıtalarıyla mücehhez bir orduyu senelerce durduracak kadar yüz binlerce süngüden müteşekkil muazzam bir ordu vücuda getirmek Türkiye Büyük Millet meclisi Hükümeti için şüphesiz en büyük bir muvaffakiyete delildir. Efendiler, şarktaki vilayetlerimiz için artık Ermeni meselesi kalmamıştır ve yoktur. Karadeniz vilayetlerimiz için bir Pontus meselesi kalmamıştır. Bir Adana, bir Kilikya meselesi kalmamıştır. Nüfuz mıntıkaları meselesi kalmamıştır. Memleketimiz dahilinde bir Konya, Koçgiri, Yozgat ilh. Gibi sırf düşman teşvikiyle vücuda gelen ve getirilen dahili meseleler kalmamıştır.” (4) Dâhili meseleler, düşman teşvikiyle yaratılmaktadır ve Cumhuriyet, emperyalistlerin bu teşviklerini tarihe gömmüştür. Ne var ki Nafia Vekili, yurt hattındaki iç meselelerin bugün yurt sathına kadar yayıldığını görseydi ne düşünür, nasıl bir konuşma yapardı, tahmini güç değildir. İç ve dış sorunları ortadan kaldırmak, milli bir devlet kurmaya yetecek gerekli Türklük bilinci ile mümkün olduğuna göre, bu ben bilinci zayıfladıkça da, kurulu devletin temelleri sarsılmaya yüz tutacaktır. Atatürk bu bilinci, devrimci bir heyecana, harekete dönüştürmeseydi, sadece İstanbul’da değil, ülke sathına yayılmış bir kısım “soysuzlar ve cibilliyetsizler”, Türkiye’ye ve Türk halkına sömürgenler adına düşmanlık etme “özgürlüğünün tadını çıkarabilirler miydi? Özellikle 1950’li yıllardan başlayarak Post-Osmanizm, sömürge altındaki Arap dünyasından ithal İslamcılıkla birleşerek Türkiye Cumhuriyetine devrimci karakterini veren Türklük bilincini, Osmanlılar dönemindeki gibi sindirmeye kurgulanmış emperyalist bir söylem tarzında kurgulana gelmiştir. Son zamanlarda bu kurgu, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda iyiden iyiye etkisini hissettirmeye başlamış; Kürt açılımı, Ermeni açılımı, dinler arası diyalog gibi, üstlerine demokrasi ve insan hakları kılıfı geçirilmiş bir Avro-Amerikan projesi olarak dayatılmaktadır. Atatürk, Osmanlıların Türkleri, ezen ve sömüren zorbalığını açıkça dile getirmiştir: “ Osman oğulları, zorla Türk milletinin egemenliğine ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini ve saltanatını kendi eline almış bulunuyor.” (5) Din ve siyaset, Cumhuriyet döneminde birbirinden ayrılmıştır. Din merkezli siyaset, Osmanlının egemenliğinde etkin bir araç olarak kullanılmıştır. Kitleri sindirici ve onları, dinin koruyucusu gibi görünerek kendi siyasal din anlayışına bağlayıcı Osmanlı dini siyaseti, Türk ulusunu en alt sınıf teba olarak yüzyıllarca Osmanlı egemenliğine boyun eğdirmeye zorlamıştır. Tebalıktan yurttaşlığa yükseliş, Türk ulusuna Cumhuriyet’in armağanı olmuştur. Bu aramağının kıymet ve kadri de, Türk milletinin emperyalizme tarihte eşi görülmemiş bir ders vermesiyle, anlaşılmıştır. Atatürk, din koruyucusu görünümüne bürünmüş olanların tarihte işledikleri cinayet ve zulümleri dile getirdikten sonra diyor ki: “Türkiye Cumhuriyeti’nde, her yetişkin dinini seçmede özgür olduğu gibi, belli bir dinin törenlerini yapmada da serbesttir; yani dinsel tören yapma özgürlüğü de dokunulmazdır. Doğal olarak dinsel törenler toplumun güvenliğini bozamaz ve halkın göreneğine aykırı olamaz. Siyasal gösteri biçimine de dönüştürülemez. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara, artık Türkiye Cumhuriyeti hiçbir biçimde katlanamaz. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bütün tekkeler, zaviye ve türbeler yasayla kapatılmıştır. Tarikatler kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vb. yasaktır. Çünkü bunlar gericilik yuvaları ve bilgisizlik damgalarıdır. Türk milleti, böyle kurumlara ve onlara katılmış olanlara katlanamazdı ve katlanamadı da.” (6) Atatürk, din istismarcılığının uluslaşmaya engel olduğunu çok iyi bilmektedir. Dinin kurumsallaşarak kamu yaşamını kendi ölçütlerine uydurması, hem uluslaşmayı, hem de buna bağlı olarak devrimci ruhu yüzyıllarca engellemiştir. Atatürk’ün yerinde saptamasıyla, din, tarihinde birlik ve beraberlik sağlamamıştır. (7) Tam tersine, kendi içinde farklı anlayışlar, birbirleriyle kıyasıya yarış içinde olan mezhepler, birbirini boğazlayacak kadar gözü dönmüş cemaat ve tarikatlar yoluyla hem toplumsal ayrışmaları, hem de ulusal bütünlüğe yönelik tehditleri sürekli körüklemiştir. Osmanlılarla bu boğuşma ve didişmelerden en çok Türkler nasbini almıştır. Bugün olduğu gibi, o zaman da kabak onların başında patlamıştır. Türkün ve Türk kimliğinin yok sayıldığı Osmanlı, tarihe gömüldükten hemen sonrasından başlayarak, ne gariptir ki yine bazı “Türkler” tarafından “İslam’ın Kılıcı Türkler” diye taltif edilmiştir. Oysa Prof. Dr. Çetin Yetkin, bu savın belgelere dayanarak bilimsel gerçeklerle çelişik olduğunu vurgulamaktadır: “Eğer Osmanlı’nın ele geçirilen ülkeler halkına din ve vicdan özgürlüğü tanıdığından söz ediliyorsa, nasıl olur da onun “İslam’ın Kılıcı” olduğu öne sürülebilir? Osmanlı, Hıristiyanları ne kılıçtan geçirmiştir ve ne de onların inançlarına dokunmuştur ama Müslüman Türkleri Anadolu’da çocuklara varıncaya değin, kılıçtan geçireceği gibi, onların Orta Asya Türk kökenli inançları da topluca öldürülmeleri için yeterli bir neden olacaktır”. (8) Türklük bilincinin, Türkün tam bağımsızlığına ve kendi yazgısını kendisinin tayin etmesine götüren milliyetçilikteki devrimci ruh demek olduğunu, Osmanlıdaki bu parçalanmışlıktan tarihsel çıkar uman çevreler çok iyi bildiklerinden, nöbetleşe dinsel ya da etnik ayrıştırmacı söylemleri demokrasi, insan hakları, birlikte yaşama kültürü ve bunların üzerine tüy diken “Kürt açılımı” gibi kavramlarla masum göstermeye çalışmaktadırlar. Dinsel ve etnik kategoriler, insan hakları ve demokrasi adına yaratılırken, tam da Türk kimliğini dışlayıcı, ırkçı ve mikrofaşist birer araç olarak kullanılmaktadır. Atatürk, Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyetine yönelik bu siyasal ve sosyal aşiretçiliği, Türk milletine, uluslaşmaya ve vatandaşlık statüsüne alternatif olarak görenlerin gerici olduklarını; milli birlik ruhuna aykırı tutum hatta ihanet içinde bulunduklarını bildirmektedir: “ Bugünkü Türk milletinin siyasal ve toplumsal birliği içinde kendilerine Kürtlük, Çerkezlik, Lazlık ya da Boşnaklık düşüncesi aşılanmak istenmiş yurttaş ve ulusdaşlarımız vardır. Ancak geçmişin zorbalık dönemlerinin bir sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici, beyinsiz dışında millet fertleri üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü ulusun bu bireyleri de genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlak anlayışına ve hukuka sahip bulunuyorlar.” (9) Atatürk, Türk ulusunda benlik bilincinin yeniden canlanmasına önderlik ederek ulusun devrimle kurtuluşunu ve yine devrimle var oluşunu sağlamıştır. Heyecansız devrimin, devrimsiz milliyetçilik ya da milliyetsiz bir devrimin olamayacağını en iyi bilen kuşkusuz Atatürk’tü. Dün ve bugün, Türk ulusunun varlığına ve onun bağımsızlığına kast eden iç ve dış mihrakların, Türk ulusunda ben bilincinin uyanmasını sağlayan Atatürk’e kin ve nefret duymaları rastlantı değildir. Çünkü o, Türklüğün ben bilincini devrimci bir milliyetçilikle yeniden tarihe mal etmiştir. Emevilerden beri öksüz kalan Türk, Ata’sıyla yeniden var olmuştur. Sözü, yine Eric Hoffer’le bitirelim: “Japon milliyetçiliğinin yeniden canlanma ruhundan yararlanılmasaydı, Japonya’nın olağanüstü kalkınması belki de mümkün olmazdı. Bazı Avrupa ülkelerinin (özellikle Almanya’nın) hızla modernleştirilmesinde, milliyetçi heyecanın iyi bir şekilde teşvik edilmesiyle kolaylaştırıldığı düşünülebilir. Mevcut belirtilere göre bir yargıya varıldığında, Asya ülkelerinin uyanışını gerçekleştirecek ortam milliyetçi hareketlerden başka bir şey olmayacaktır. Kemal Atatürk’ün hemen hemen bir gecede Türkiye’yi modernleştirmesine imkân veren durum, samimi bir milliyetçi hareketin doğuşu olmuştur.” (10) Buna bir ekleme de ben yapayım: dünden bugüne, Atatürk’ü, Türk Milliyetçiliğini statükocu, demokrasi karşıtı, faşist ve baskıcı diye suçlayanlar, diğer İslam ülkelerinin hangi İslam’la zorba, gerici, geri kalmış ve anti demokratik bir yapıyı koruduklarını; bugünkü hal-i pür melallerini hangi demokrasi ve din birliğine borçlu olduklarını nasıl açıklayacaklardır? Onlar milliyetçi olmadılar da, o zaman İslam ülkelerinin hala sömürge olmayı sürdürdüklerine nasıl bir kılıf bulabileceklerdir? İyi ki Türkün ben bilinci yaşamaya devam ediyor, iyi ki Atatürk milliyetçiliği var ve iyi ki devrimci bir milliyetçilik sayesinde bu demokrasi maskesini takmış zorba dinci ve etnikçi faşizmi tam bağımsız mayası olan bir ülkede rahatça seçip teşhis edebiliyoruz. 1 Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, Çvr. Erkıl Günur, İm Y., İst. 2005, s. 31.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|