|
|
Bir kenti sevmek - MelburnKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 01 Haziran 2014 17:32:24 Melburn’da sanatla kucak kucağa bir gün geçirebilirsiniz. Tüm yapmanız gereken, trene binip kent merkezine inmek. Eğer hava güneşli ise her köşede bir çalgıcı göreceksiniz. Buram buram kahve kokuları arasından gülümseyerek geçerken, daha önce hiç görmediğiniz hatta on yıl öncesine dek varolmamış bir çalgının tınıları ile büyülenebilirsiniz de... Melburn, ulaşımı rahat, insanları kibar, yemekleri çeşitli ve güzel, kahvesi harika bir kent! Bence kent merkezine inmelisiniz.
Geçen hafta böyle bir gün yaşadım. Esin, mutluluk, güzellik dolu... Ruhum beslendi. Melburn kışa giremedi bir türlü. Hala yazdan armağan günler yaşıyoruz. Güneşli, pırıl pırıl... İşte öyle bir günde armağanınız, trenle tıkır mıkır kent merkezine inmek, Flinders tren istasyonundan çıkıp South Bank üzerinde köprüden geçip Viktorya Ulusal Sanat Galerisine (National Art Gallery of Victoria - NGV) yürümenin dayanılmaz güzelliğini yaşamak olmalı... Eğer Melburn’da yaşıyorsanız, gün boyunca bakmanız gereken küçük çocuklar yoksa ya da çalışmıyorsanız, kendinize verebileceğiniz en güzel armağan, kente inip NGV’ye gitmek değilse ne olabilir? . NGV’de Hülya ile buluşup İtalyan Ustalarından Parçalar sergisini gezeceğim ben de. Ayıcıklar NGV’den içeri adımımı atar atmaz neşeleniyorum. Neşelenmemek olanaksız. Galerinin, üstünden sular akan camlı duvarının bir yanı giriş, diğer yanı çıkış için. Giriş, çok geniş çok yüksek üstü kapalı bir avluya açılıyor. Avlunun ortasına rengarenk, gerçek boyutlarında ayılar koymuşlar. Turuncu bir ayı arka ayaklarının üstünde dikilmiş, sizi karşılıyor. Ortada pembe bir ayının üstüne mavi yavru ayı tırmanmış, nasıl da sevimli! Az ilerde yerde debelenen bir pembe ayı güldürücü... Diğer yanda, ayağa dikilmiş birbirinin gözlerine bakan mor ve yeşil ayılar... Avlunun bir köşesinde havada asılı mavi ayı... Bu uygulamanın sanatçısı Paola Pivi. Uygulamanın adı “Sen başlattın onu... Ben bitiriyorum onu.” Uygulamanın amacı, yaban yaşamın ne kadar duyarlı, yaralanabilir olduğunu anlatmak, tinsel bir duyarlılık ve merak uyandırmakmış ki bunu başardığını söyleyebilirim. Hem kendim için hem de ayıları görünce çocuklar gibi çevresinde gülümseyerek, poz vererek dolaşan diğer yetişkinler adına. Gerçeküstü, alışılmamış, çarpıcı, duygulandıran, sevgi, şefkat uyandıran bir çalışma. Melburn’da bize bu tür sanat çalışmalarını getiren bir ulusal galerimiz olduğu için çok şanslıyız. NGV, insanı içine çeken, şaşırtan, düşündüren yeni çalışmalar yanında ücretsiz olarak sunduğu, sürekliliği olan, eski sanat yapıtları; rahat, keyifli, kucaklayan ortamı ile gerçek bir kültür yuvası. Üstelik okul öncesi çocukları asla unutmuyor. Onlar için özel olarak hazırlanmış odası, etkinlikleri var. Bir yandan da okul çağındaki çocuklara keyif alacakları, düzeylerine uygun sanat alanları sunuyor. Hepimizin sanata ilgisini canlı tutuyor. Hülya ile yerde debelenen pembe ayının yanında kucaklaşıyoruz. O da şaşkın ve çok mutlu. Ayıların arasında çocuklar gibi şen dolanıp görsellerimizi çekiyor, sonra arka avluya çıkmaya karar veriyoruz. Renkli camlarla desenli tavanı olan arka salonda ilkokul öğrencileri bir etkinlikte. Bıcır bıcır her yanda dolaşıp konuşuyorlar. Arka avluya lise öğrencileri doluşmuşlar. Güneşin altında, yeşillikler ve çocuklar arasında termostan demli çayımızı içerek söyleşiyoruz. Sonra, yollanıyoruz İtalyan Ustalarından Parçalar Sergisine. İtalyan Ustalarından Parçalar Sergideki yapıtların bir çoğu ilk kez ayrılmış İspanya’dan. Bu sergi tamamen Melburn’a özel. 16-18.yy arasında İspanyol Krallık ailesininim Avrupa’dan topladığı İtalyan sanatçılarının yapıtlarından oluşan bir sergi. İspanya Krallık ailesi sanata çok önem vermiş. İspanya kralı 2.Filip, dönemin önemli İtalyan ressamı Titian’a sayısız resim yaptırmış. 4.Filip Avrupa’nın her yanına adamlarını yollayıp sanat yapıtlarını toplatmış. Yeni sarayında sekiz yüzün üzerinde parça varmış, bunların bazıları yalnızca asılacakları odalara göre seçilmiş. Elbette bu servetin kaynağına değinilmiyor sergide. Değinilmesi gerekirdi kanımca. Avrupa’nın bilimde, sanatta gelişmesinin nedeni ne yazık ki göksel güçlerin onurlandırması değildi. Gerçeklerin tüm boyutu ile bilinmesi onların insanlık tarihi içindeki önemlerini değiştirmese gerek. Evet, bilmemiz gerekiyor, İspanya sarayının sanat tutkusunu olanaklı kılan para kaynağı, Amerika kıtasının önemli uygarlıkları Aztek, Maya ve İnkaların yok edilmesi, kaynaklarının talanı le sağlandı. Bu uygarlıklarda özellikle altın önemli yer tutuyordu. Yağmalanan, çoğu yerde eritilerek yeniden işlenmek üzere Avrupa’ya gönderilen altın ve gümüşten yapılmış Aztek, Maya, İnka yapıtları insanlık kültür tarihinden sonsuza dek yok olurken, bir yandan da Avrupa’da Rönesans sanatının gelişmesine kaynak sağladı. Gelelim sergiye... 16.yy yapıtlarında, insan bedeni üzerine titizlikle çalışıldığını, bir alt yapının oluşturulduğunu görüyoruz. 17.yy yapıtlarının sergilendiği salonlarda çok az da olsa, görünüm resimleri de var. Tabloların önemli bir kısmı, İncil ya da Tevrat’tan anlatılanlardan resimlenmiş. Bu anlatılara yabancı olan bana, İsa’nın ya da Meryem’in ya da kentlerin koruyucu azizlerinin resimli öyküleri çekici gelmedi doğrusu. Öte yandan dönemin giysilerini yansıtışı, resimlerdeki canlılık, gerçekçilik, renkler ilginçti. Bir sergi içinde ne de çok kent koruyucusu azizle karşılaştım. Bu, Hristiyanlık öncesi inanç açısından Pagan olarak adlandırılan dönemden kalan geleneklerin ne denli güçlü olduğunu, silinemediğini düşündürdü bana. Öyle ya, Eski Roma’da nasıl her kentin koruyucu bir tanrısı vardıysa, Hristiyanlıkla korumasız bırakmamışlar kendilerini, tek bir tanrı ve onun oğlu ile yetinmek yerine, eski tanrılarını azize dönüştürmüşler diye düşündüm. Elbette, tarihçiler bu konuda kendi saptamalarını yapmıştır. Bu serginin benim için başka bir önemi, Türk adına üstelik de sık sık rastlamaktı. Türklerle savaşlardan sahneler resmedilmiş. Bu resimlerdeki Türk tiplemeleri oldukça gerçekçi çünkü görür görmez ‘a ben bunu tanıyorum” duygusuna kapıldım, üstelik oldukça yakışıklı, esmer adamlar resmetmişler. Giuseppe Bonito’nun, bir Türk elçisinin yardımcıları ile gerçek boyutlarda anlatıldığı resmi, dönemin Avrupalılarının olduğu başka bir tablo ile yan yana konmuş. Tabloları anlatan tanıtlarda, iki tabloda yer alan kişilerin giysilerinin karşılaştırılması isteniyor. Biz de Hülya ile bu karşılaştırmayı yapıyoruz. Sonuç: Türk elçisi ve yardımcılarının giysilerindeki ağırbaşlılık, uyum; Avrupalı kişilerin giysilerindeki yapaylık, gösterişçilik oluyor. NGV’nin duymayı arzu ettiği bir sonuç mu bilemiyorum. 16 ve 17.yy resimlerinin olduğu salonda bazı resimler çok büyük boyutlarda. İçlerinde gerçek boylarda 10-12 kişinin canlandırıldığı tablolar var. Sergide gözümü alan, bende iz bırakan çok sayıda tablo oldu. Bu resimler halkın değil, sarayın gözleri için yapıldığından olsa gerek, din konulu resimlerin bazılarında kösnül duygular uyandıran çıplaklığı içeriyordu. İçinden adeta ışık fışkıran tabloların olduğu dördüncü salon, kimi tablolardaki ağır keder ve dindar teslimiyetçilik ile insanı kuşatıyor. Cansız nesnelerin resmedildiği son salondaki kuru çiçeklerin sanatçısını hemen defterime not ediyorum. Giuseppe Recco (1634 – 1695) Resmettiği kuru çiçeklerle diğer cansız nesnelerin bir arada bulunuşlarındaki incelik, bana hangi yüzyılda, dünyanın neresinde olursak olalım hayranlık uyandırır gibi geliyor. Akşam oluyor, galeriyi çalışanları ile kapatıp çıkıyoruz. Bir saat sonra Melburn Senfoni Orkestrasının düzenlediği, “önemsiz bilgilerin sorulduğu bir bilgi yarışması” var. Yarışma saatine dek oyalanmak için devlet kütüphanesine gitmeye karar veriyorum. Devlet kütüphanesi, pazartesinden perşembeye dek sabah on ile akşam dokuz arası, diğer günlerse akşam altıya dek açık. Melburn’da en sevdiğim yer olduğunu söylemeliyim. Görkemli bir mimarisi var. İç düzenlemeleri ise çok çağdaş ve konuksever. Kendinize, kitaplara gömülüp hiç rahatsız edilmeden okuyabileceğiniz gösterişsiz ya da kitap gibi okunmayı bekleyen görkemli köşeler de bulabilirsiniz. Arkadaşlarınızla çok da gürültü etmeden bilgisayarınızı açıp çalışabileceğiniz köşeler de var... Sıkıldınız mı yine de! Salonlarında sessizce dolaşıp yapıyı hayranlıkla inceleyebilir, içerdeki resim galerilerinde dolaşabilirsiniz. Kütüphanenin önündeki geniş çayırlık ise genellikle eylemler, gösteriler için toplanma, konuşma yeri ki yine geniş katılımlı bir eylem vardı. Hükümetin yeni bütçede sağlık harcamalarına getirdiği kısıtlamalara karşı gösteri yapılıyordu. Azımsanmayacak sayıda göstericinin üzerinde Avustralya başbakanı Abbott’a “s...tir git” diyen giysiler, ellerinde tanıtlar vardı. Bunu kahramanlık değil elbette doğal hakları olarak görüyorlar. Çok sayıda üniformalı polis sokak köşelerinde bekliyordu ama ne TOMA ne de çevik kuvvet yoktu. Bir olay çıkmadı. Melburn Senfoni Orkestrası Melburn Senfoni Orkestrası (MSO) önemsiz bilgiler yarışması gecesi, kentin göbeğindeki en eski imparatorluk yapılarından biri olan Melburn Kent Salonunda (Melbourne Town Hall) yapıldı. 1870 yılında bir balo ile açılmış olan bu yapının da sergi salonları, çalışma odaları, koca bir dinleti salonu var ve önemli etkinlikler düzenlemek isteyen toplum kuruluşlarına, şirketlere açık. Kapıda, kendisi de keman çalan, üstelik büyülü sesi ile Melburn Oda Müziği Korosunda yer alan, Melburn Cumhuriyet Korosunda Türk müziği söyleyen Arzu ile buluştuk. Özlem de koştura koştura yetişince içeri geçip masamızı bulduk. MSO tam saatinde başladı. Oldukça neşeli, heyecanlı bir kalabalık yuvarlak masaların çevresinde yerimizi almıştık. MSO’nun şefi Avustralyalı klasik müzik yönetmeni 71 yaşındaki Richard Gill idi. O ve orkestra, üç saat boyunca çeşitli bestecilerden örnekler çaldılar, bize bestecilerin, bestelerin, çalgıların adlarını sordular. ABC radyo ve televizyonundan bir sunucunun şakaları ile bezeli üç saat, klasik müzikle dolu, neşe ve hayranlık içinde geçti. Kırmızı ışıklar altında yuvarlak masalarda oturan biz yarışmacılar, yüksek sahnede yaylılar, nefesliler, vurmalılar ve etkileyici şefleri Richard Gill, şakacı sunucu, enfes sesli soprano ile yüreğimin tüm yağları eridi, esridim. Mutluluğun, rengi, tadı, kokusu, sesi olur, anlatılmaz belki ama yaşanır. Bir kentin olmazsa olmazları Akşam eve dönüşümü trenle tamamlarken düşündüm. Bir kentin olmazsa olmazları: Tam ortasında koca bir alan olmalı. Her yönden, insanlar kolayca ulaşabilmeli. Oturacak, oyalanacak, eğlenecekler bir alan olmalı bu. Güneşli günlerde havanın tadını çıkarmalı, arkadaşları ile buluşabilmeli kentlileri Gerekirse toplanabilmeli, dertlerini, seslerini duyurabilmeli. Çevresi havuzlar, bahçeler, kitapçılar, çayevleri ile çevrili olmalı. Alanın çok yakında, sabah erkenden gece yarılarına dek açık koca bir kitaplığı olmalı bu kentin... Tarihine, kültürüne yakışan, en özenli, en görkemli, en çekici yapısı o olmalı. İçinde okuma odaları sessizce kitapların içinde kendi yolculuklarına çıkmak isteyenlere rahat koltuklar sunmalı. Yuva gibi, masal gibi, düş gibi sarmalı. Alana açılan sokaklardan, insanlar tiyatrolara, sinemalara, dinleti salonlarına, resim galerilerine gitmeli. Çocukların koşturacağı, gençlerin oynayabileceği bahçelere, spor salonlarına, müzelere çıkmalı bu yollar. Melburn böyle mi? Neredeyse! Öyle yakın ki insanın en güzel kent düşüne... Üstelik çoğu kez benim düşlemimi aşan çeşitlilikte yaratımlar sunuyor. Melburn’da oturan dostlar, çıkın köşelerinizden. Araştırın, keşfedin, tadını çıkarın kentinizin. Sevilesi, yaşanılası bir kent bu. Onu kucaklayın!
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|