|
|
Suç ve Ceza II ( Kurunun Yanında )Kategori: Makale | 1 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 09 Mayıs 2014 08:51:29 “Sürüden ayrılanı kurt kapar”. Evet, koyun sürüsü iseniz elbette sürüden ayrılmamanız gerekir. Üstelik, sürüden ayrılmasanız bile aç bir kurt sürüye saldırabilir ve sürünün içindeki en güçsüz koyunu ham yapabilir. O yüzden sürüden ayrılmamak yetmez, sürünün içindeki en güçsüz koyun olmamaya da özen göstermek gerekir.
Çünkü: “Her koyun kendi bacağından asılır” Bu koyun atasözleri, deyimleri yalnızca bize özgü değil. Süleyman Demirel nasıl “Çoban Sülü” olarak tanıtılmışsa Hıristiyanlıkta da İsa “çoban” olarak bilinir. Dualarda “The Lord is my shepherd” sözü geçer. “The Lord” Hıristiyanlığın mantık dışı inancına göre hem Allah, hem İsa, hem de (Meryem’i gebe bırakan) “kutsal ruh”tur. Hıristiyan cemaatinden “the flock” (koyun sürüsü) diye söz edilir. Müslümanlıktaki ümmet kavramı da yine bireyi değil, sürüyü vurgulayan bir kavramdır. Rönesans tarihçisi Jacob Burckhardt’ın “la civiltà del rinascimento in Italia” (İtalya’da Rönesans Uygarlığı) adlı eserinde bireyin ilk kez Rönesansta öne çıktığı vurgulanıyor. “Orta Çağlarda insan ruhunun inanç, önyargılar, cehalet ve sanrıların perdesi altında gizlendiği ve bireyin ancak bir ırkın, bir nüfusun, bir partinin, bir şirketin, bir ailenin ya da herhangi bir başka ‘topluluğun’ parçası olarak görüldüğü” ve ilk kez Rönesans İtalya’sında bireyin bu perdeyi yırttığı gözlemleniyor. Bireyin toplu değerleri irdelemesi ve sorgulamasıyladır ki son 500 yıldır “Batı Uygarlığı” dediğimiz şey gelişmeye, serpilmeye başlamıştır. Totaliter rejimler bireyin bağımsız düşüncesini çeşitli yollardan silmeye, ortadan kaldırmaya çalışır. Çünkü, düşünen ve sorgulayan birey toplumun iplerini elinde tutanlar için büyük bir tehdittir. Totaliter rejimlerin bu amaçla dini kullanmaları rastlantı değildir. Nihai amaç olarak bireyin mutluluğunu hedefleyen komünizmin ne yazık ki Stalin, Pol Pot veya Kim Jong-Un gibilerinin elinde dine dayanmadan totaliter yönetimlere dönüşmesi ve “sol” düşüncenin temelindeki bireyin yerine kitleyi koyması en azından Marksizme ihanettir. İslâmdaki “ümmet” kavramı insanların sürü güdüsünü çok etkili biçimde kanalize etmiştir. Rönesansta Hıristiyanlığın sürü zincirlerinin kırılarak bireyin öne çıkması ne kadar bilime ve gelişmeye hizmet etmişse İslâmdaki “ümmet” kavramının katı ve değişmez olması da İslâm dünyasının bugünkü acınası halinden sorumludur. Bugün insanlara “sen nesin?” sorusunu sorduğumuzda aldığımız yanıtlar birey olamama acı gerçeğini çok açık biçimde sergiler. “Elhamdülillah Müslümanım”, “Yahudiyim” veya “Türk’üm”, “Kürd’üm”, “İzmirliyim”, “Çorumluyum”, “Akepeliyim”, “Fenerbahçeliyim”, “erkeğim”, “kadınım”, “eşcinselim”, “sosyalistim”, “şeriatçıyım” “işçiyim” gibi yanıtlar birey olamayanların sığındığı etiketlerdir. Bunun ne zararı olduğu sorgulanabilir. Kendisini bir gruba aidiyetiyle tanımlayan kişi ister istemez kendisini başka bir grubun içinde olmakla tanımlayan diğer bireyleri en azından dışlar, daha ileri aşamada nefret eder ve bunun bir adım ötesi şiddet kullanmak olur. Bu dışlama bir de “kutsal” sayılan kitaplar tarafından da destek buluyorsa çatışma zemini zaten hazır demektir. Maide Sûresi 51. Ayet: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır” der. Bu mentaliteyle eğitilen, şartlanan kişinin “toptancı” yaklaşımı kaçınılmaz olur. Irkçılığın, ayırımcılığın temelleri atılmış olur. Bu, kendi grubu dışındakiler karşı hasmane bir tavır üretmekle kalmaz, kendi grubunu yüceltir, kusursuz görür. 1980’de Sydney başkonsolosu Şarık Arıyak’ın bir Ermeni terör örgütü tarafından katledilmesinin ardından sevdiğim Ermeni arkadaşım Leon'un ilk tepkisi "hayır, bizimkiler bunu yapmış olamaz" demek oldu. Kendisi de Ermeni kökenli olduğu için "bizimkiler" diye konuşmuştu. Şu cinayetlerde Leon'un en küçük bir kabahati yoktu, ama Leon cinayetleri işleyenleri bizimkiler diyerek sahiplendiği için gereksiz bir savunmaya girişmişti. Öte yandan bu olay Türk toplumu içinde bir Ermeni düşmanlığına yol açtı. Oysa Şarık Bey Sydney’deki Ermeni kilisesi ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyordu. Ermeni diasporasına kimliklerini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmemelerini savunan Hrant Dink’in katledilmesi de bu düşmanlıkları sürdürmekten çıkar umanların marifetiydi. Babam I. Dünya Savaşında Suriye’de görev yapmış bir Türk subayıydı. Babam emekli olduktan sonra İzmir’de otururken her bayramda bize Afyon’dan bir paket içinde Afyon’un ünlü kaymak şekeri gelirdi. Gönderen de “Garabet”ti. Ben “garabet”i gariplik olarak algıladığımdan buna bir anlam veremezdim. Babama sorduğumda “beni seven bir Ermeni dostum, Karabet” dediğini anımsıyorum. Babam anlatmadı, Karabet’in kim olduğunu, babamı neden sevdiğini de bilmiyorum ama tehcir sırasında babamdan bir iyilik gördüğünü tahmin etmek güç olmadı. Tehcirde acılar çekmiş bir Ermeni’nin bir Türk subayına her Müslüman bayramında şeker göndermesi belleğime kazındı. Demek Karabet tüm Türklere, ya da tüm Türk subaylarına bir düşmanlık beslemiyormuş dedim. “Biz Türkler soykırım/katliam yapmayız” diyenlerle “bütün Türkler katildir” diyenlerin ne farkı var? Elbette Türkler arasında cinayet işleyen, katliam yapabilecek tıynette olanlar vardır, Ermeniler arasında da, Hotantolar arasında da olduğu gibi. Ermeni tehciri olayına ne ad verildiğinin yolda açlıktan veya hastalıktan ölen masum Ermeni çocuğu için ne denli anlamsız olduğunu düşünüyorum. O Ermeni çocuğu, ya da polisin öldürdüğü Berkin Elvan’ı bir çocuk, bir birey olarak görmedikçe, “kurunun yanında yaş ta yanar” dedikçe bu adaletsizliğin, bu zulümlerin devamına yeşil ışık yakmış oluruz. Türkiye, 1971 ve 1980’de iki faşist darbe dönemi geçirdi. 1980 darbesi sonrası yüzlerce insanımız öldürüldü, binlercesi insanlık dışı işkencelerden geçirildi. Bu suçları işleyenlerin mahkeme önünde hesap vermeleri gerekirken üzerleri örtüldü, bazılarına halâ “paşam” diyerek saygı gösterildi. Başbakan Erdoğan darbecilerden hesap soracak diye umutlananların umutları boşa çıktı. Gerçek darbecileri yargılamak yerine düzmece darbe iddialarıyla birçok asker içeri tıkıldı. Acı olan, bu zulümden, işkenceden nasibini almış olanların –anlaşılabilir bir psikoloji içinde- bu düzmece darbe iddialarını desteklemesi oldu. Ordu, asker toptan mahkûm edilmek, itibarsızlaştırılmak istendi. İçeri tıkılanlar için hiçbir suçları kanıtlanmadan “darbeciler” denildi, 2010’ların subaylarına 1980’lerin acısıyla “oh olsun” denildi, “eh, kurunun yanında yaş ta yanar” denildi. Bunu diyenlere bir an için kendilerini o “yaş”lardan birisi olarak düşünmelerini öneririm. 1760’larda “İngiltere’nin Yasaları üzerine Yorumlar” eserinin yazarı William Blackstone “bir masumun acı çekmesindense on suçlunun ceza almaması daha iyidir” diyor. Bu ilke Tevrat’ta daha İbrahim “peygamber” tarafından dile getirilmiş. İbrahim tanrıya sorar: “Kötülerle birlikte iyileri de mi yok edeceksin? Ya bu kentte 50 iyi kişi varsa? İçinde 50 iyi kişi olsa da bu kenti mahvedecek misin? 50 değil de 10 iyi kişi varsa?” Tanrının yanıtı “O 10 kişinin yüzü suyu hürmetine kenti bağışlayacağım” olur. “E, ne yapalım, kurunun yanında yaş ta yanar” demez. Blackstone’un güncelleştirdiği ilke ABD’nin kurucuları tarafından da ilke olarak anayasaya alınmıştır. Benjamin Franklin sayıyı 100’e çıkarmış ve “bir masumun acı çekmesindense 100 suçlunun ceza almaması daha iyidir” demiş ve bu fikri şöyle savunmuştur: “suçun cezalandırılmasından daha önemli olan, masumiyetin korunmasıdır. Suç ve kabahat dünyada o denli yaygındır ki, hepsini cezalandırmak zaten olası değildir. Oysa masumiyet yargılanır ve mahkûm edilirse masum kişi ‘iyi veya kötü davranmamın demek ki bir anlamı yok, besbelli ki ahlâklı olmak bir işe yaramıyor’ diyecek ve bu, insanların güvenliğinin sonu olacaktır” demiştir ve bu ilke bugün hukuk okuyan tüm öğrencilere öğretilmektedir. “Masumiyet karinesi” olarak bilinen ilke bir suç, “mâkûl bir kuşkuya yer bırakmayacak” (beyond reasonable doubt) şekilde kanıtlanmadıkça o kişinin masum sayılması gerektiğini belirtir. İlginç ve acı olan, bu ilkenin tam tersini savunanların da olmasıdır. 19. Yüzyıl Prusya devlet başkanı Bismarck’ın “tek bir suçlunun cezasız kalmasındansa 10 masumun acı çekmesi daha iyidir” dediği söylenir. Kamboçya’da yalnız kendi halkını değil, Marksizmi de katleden Pol Pot’un da, Sovyetlerde milyonları ölümlerine gönderen Stalin’in de aynı yaklaşımda olduğunu biliyoruz. Çin’deki yüz kızartıcı kültür düşmanı “kültür devrimi” de cinayetleri aynı kılıfa sokmuştu. Totaliter rejimler ve diktatörler mutlaka düşman bir grup yaratarak, ya da kimi bireylerin suçunu tüm bir gruba mal ederek diktalarını sürdürmeye çalışır. Acıdır ki bugün Türkiye’de benzeri söylemler “darbeciler”, , “ateistler”, “çapulcular”, “İslâm düşmanları”, “haşhaşiler”, paralelli-taralerelli biçiminde ebediyen kalması gereken çamurlardan o çirkin başını yeniden çıkarmaktadır. Büyük öykücü ve insancıl yazar Sait Faik’in dediği gibi “bir insanı sevmekle başlar herşey”. Buna ben de şunu eklemek isterim: “bir gruptan nefret etmekle biter herşey”.
Yorumlaraykut
{ 19 Eylül 2014 08:52:21 }
iyice anlaşılabilmesi için bir tülün altına gizlenmiş keskin bir hançer gibi bir yazı..
Diğer Sayfalar: 1. çok beğendim falan demek geçmiyor içimden.. okurken bekir coşkun'un "osman" yazısına gitti aklım.. "Bizler senin adına soruyoruz okumuyorsun… Aydınlar senin adına hapishanelerde, umursamıyorsun… Gençler senin adına sokaklarda ölüyor tınmıyorsun… Yalanla dolanla soyuyorlar seni uyanmıyorsun… Çocuklarının hatırı için bari…"
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|