|
|
Bir Seyahatin NotlarıKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Metin Atamer | 15 Nisan 2014 13:35:56 Gezmeyi kim sevmez ki! Ben de öyle. Seyahat etmek, değişik yöreleri, ülkeleri gezmek en sevdiğim işlerdendir. Aylarca önce bir gezi planlamıştım. Yıllarca okuduğum kitaplarda Mustafa Kemal’in 17 yaşında gittiği Manastır Askeri İdadisini görmeyi çok arzu ediyordum. Hatta Büyük İskenderin yaşadığı yer olan Skopja’ya gitmeyi hep düşlemiştim. Dört günlük bir seyahat planladık.
İstanbul’dan sabahın bir erken saatinde havalanarak Skopja’ya geldik. Yer ayırttığımız otel bizi hava alanından aldırmıştı ve biz sabah saat 09.00dan evvel oteldeydik. Daha evvel bir araba ve bir de yol gösterici temin edilmesi için konuşmuştum. Odalarımıza yerleşirken hem kiralık otomobil hem de bizi gezdirecek bir rehber hazırdı. Planı otelde rehberle beraber yaptık, ilk önce Kosova’ya ve oranın baş şehri olan Priştine’ye gidecektik. Bir sonraki gün de güneye seyahat planladık. Skopja, Osmanlı adı ile Üsküp, küçük bir kent görünümünde amma daha çok büyücek bir kasabayı andırmakta idi. Son yetmiş sene ülkedeki rejimden dolayı, yollar geniş, yaya yolları yaygın bir şehir olarak gelişmiş. Eski Osmanlı yapıtlarını, çarşısını korumaları, bence takdir edilecek bir davranış. Yıllar içinde geçirdikleri zelzelede bazı binalar yıkılmış amma Osmanlı döneminden kalan hamam, cami ve türbeler ayakta kalmayı başarmışlar. Vardar nehrinin kıyısında, Osmanlı döneminden kalan taş köprü, asırlara meydan okurcasına direnmeyi başarmış bir başka eser. Şehrin ana caddesinden düz gidildiğinde, Priştine yoluna girmiş olacağımızı söylediler. Biz de öyle yaptık. 70 kilometrelik yolu yarıladığımız zaman bir gümrük kapısına geldik. Pasportlarımızla geçiş yaparak, serhat diyarı olan Kosova’ya girmiş olduk. Priştine’ye yaklaşırken hiç susmayan rehberimiz Kosova’nın adının nereden geldiğini açıklamaya başladı. 1389 senesinin ağustos ayı, Sultan Murat Hüdavendigar, Osmanlı ordusu ile Priştina’ya geldiğinde, Sırpların direnişi ile karşılaşmış. Çandarlızade Ali Paşa’nın yönettiği ordu Sırplarla giriştiği meydan savaşını kazanmış. Akşam geç saatlerde Sırplar savaş alanını ve ölen askerleri bırakarak kaçmışlar. Vakit geç olduğundan ölenlerin gömülme işini ertesi sabaha bırakılmış. Savaş alanını gezerken bir Sırp tarafından Sultan Murat Han öldürülmüş. Sabah ovayı kaplayan ölülerin üzerlerinde binlerce siyah kuş, diğer adı ile KOS ların kapladığını görmüşler. Bu nedenle bu Ova nın adı KOSOVA olarak kalmış . Yani Siyah kuş ovası. Priştina şehrinin merkezinde bir yere arabamızı park ederek, şehrin ana yapıtlarını gezmeye başladık. Çandarlızade Ali paşanın 1389 yılında yaptırdığı ve Ali Paşa Camii olarak bilinen cami ve külliyesi şehrin merkezinde bulunmakta. Bu gün bile dimdik ayakta olan bu eser, geçen asırları anlatan duruşu keyif verici. Birbirine yakın bir kaç cami ve kilise, şehrin tarihini göstermekte. Osmanlı döneminden kalma yöresel yönetim binasının da bu gün koruma altında olduğunu gördük. Romalılardan kalan bazı antik tarihi eserler şehrin en merkezi yerlerini süslemekte. Yeni yapılan 90 cam kubbesi bulunan kapalı çarşısı, mimari yapı olarak görülmesi gereken bir bina. Akşam vakti yaklaştığından yemek için rehberimiz bizi şehirden uzak, vadi içindeki bir lokantaya götürdü. Türkçenin geçerli olduğu Kosova’da, vadinin içindeki bu lokantada çok güzel bir akşam yemeği yedik. Bu ülkede, Avrupa ülkeleri gibi euro para biriminin geçerli olduğunu gördük. O akşam otele geç vakit geri döndük. Bir sonraki gün için mihmandarı istemedik. Sabahın bir erken saatinde Üsküp’ten Ohrid’e yolculuğumuz başladı. Yolun kısa bir bölümü çift yol ve ücretli olarak düzenlenmiş, daha sonra bir dağ yoluna girdik. Bu yol 2,5 saat sürdü. Ohri, diğer adı ile Ohrid çok sevdiğim bir kaç arkadaşımın köklerinin bulunduğu kentti. Bir berberim var Ankara da Ohrili, çok sevdiğim bir dostum Cahit Ağabey de Ohrili idi, hatta aile dostumuz Drita Komsuoğlu’nun da köklerinin Ohrili olduğunu biliyordum. Şehrin meydanına arabayı park edip, Osmanlı döneminden kalan açık bedesten ve şehir çarşısını gezerken çok duygulandık. Meydanda bulunan Ramstore’nin, bütün yöresel ve Türk mallarını sergilemesi görülmeye değerdi. Bu seyahatin ana gayesi olan Manastır’a doğru yola çıktığımızda, Ohri’den çok güzel anılarımızı da beraber götürmekteydik. Yine yüksek bir dağ aşarak Manastır’a yaklaştık. Burası da Priştina ve Üsküp gibi bir dağın eteklerinde kurulmuş, bir tarafını dağa dayamış bir şehir görümündeydi. Kısa bir arayışla Askeri İdadi’nin bulunduğu binayı bulduk, yanındaki parka arabayı bırakarak okulun bahçesinden içeri girdik. Yatılı okulların içindeki atmosferden midir neden bilmem, böyle okulların içindeki hava bir başka kokar. Talas’ta yatılı okuduğumuz dönemlerde okulda kokladığımız havayı bir başka okulda duymamıştım. Üniversitede bile böyle bir ruh halim olmamıştı. Binanın içine girdiğimde burnuma gelen koku, Talas’ta okurken, okulda kokladığımız koku ile aynı idi. Benim için çok büyük bir değeri vardı, 3 sene boyunca Mustafa Kemal’in kokladığı havayı teneffüs etmekteydim. Koridorları dolaştım, yüzlerce resimler çektim, bir koltuğa oturup uzun uzun düşündüm. 17 yaşında bu okula gelişinin resminden hareketle, çok değerli Prof. Yılmaz Büyükerşen’in yapıp hediye ettiği Atatürk’ün mumdan heykeli, görülmeye değer bir eserdi. Mum heykel bir cam fanusun içinde müzede yerini almıştı. Hayranlıkla izlediğimiz video olarak hazırlanan Atatürk’ün hayatını, Rutkay Aziz’in sesinden dinlemek de bir ayrıcalıktı. Hele bu hayatı okulun içindeki o atmosferde dinlemek insanın tüylerini diken diken etmeye yetmekteydi. Saatler geçmiş, müzenin kapanma zamanı gelmişti. Ben ise buradan ayrılmak istemiyordum. Sonunda yetkililere istemiyerek veda edip, binadan çıktık. Üsküp’e geri döndüğümüzde çoktan gece olmuştu. Ertesi gün Üsküp yakınlarında bulunan Matra isimli bir baraj gölüne gittik. Vardar ırmağının bir kolu üzerinde kurulan bir hidro elektrik santralının, Vardar nehrinin deli akmasına engel teşkil etmiş olduğunu gördük. Baraj gölü oluşmadan önce, Vardar ovası senede bir kaç kez sele maruz kalır, ovayı selin getirdiği mil toprağı verimli kılarmış, bu nedenle o tarihte tarımsal ürünlerin olumlu etkilendiğini söylediler. Şimdi ise Üsküp’te artık sel hiç olmuyormuş. Milli marşımızı yazan Mehmet Akif Ersoy’un, ve hatta Yahya Kemal Beyatlı’nın da Makedonyalı olduğunu, onların adlarına kurulan okulları gördüğümde anımsadım. Burada birçok Türk okullarının olmasının övünülmesi gereken bir başka değer olduğunu düşünmekteyim. Şehre geri döndüğümüzde Zafer takı şeklinde şehrin merkezinde bulunan bir yerden saat başı kalkan, Londra’daki iki katlı kırmızı otobüsler gibi araçların şehir turu yaptırmakta olduğunu öğrendik. Çok cüz-i bir ücret karşılığında ve bir rehber eşliğinde şehir turu alarak, şehrin belli başlı yerlerini gezdik. Geri döndükten sonra, Osmanlı çarşısında, Osmanlılardan kalma eserleri inceleyip, yöresel bazı eşyalardan almaya gayret ettik. Bir sonraki gün hatıralarımızı görüntülere yansıtmış olmanın mutluluğu içinde dönüş yolculuğumuza başladık. Makedonya adının bütün dünyaya yayılmasına neden olan Büyük İskender’in hayatını hayranlıkla okumuştum. Büyük İskender’in Makedonya’dan ayrıldığında 30 bin kişilik bir ordusu varmış. Uzak Doğu’ya vardığında yüz bini aşan bir ordu haline gelmiş olmasını yorumlayamamıştım. M.Ö 336 yılında, parayı ilk bastıran kral olarak tarihe geçen Kral Filip’in ölmesi ile Makedonya’ya kral olarak seçilen oğlu, Büyük İskender 323 yılına kadar bu imparatorluğu Hindistan’a kadar genişletip, oralardan idare etmesini, birçok kez değişik kitaplardan okumuştum. Makedonya’dan çıktıktan sonra hiç geri dönmemiş olan Büyük İskender’in, Kıral olarak yaşadığı ve 13 yıla sığdırdığı muhteşem bir serüvende, Makedonya gibi çok güzel bir ülkeyi bırakıp doğunun mistik derinliklerine gitmesi, bu gün bile hala anlıyamadığım bir konudur. Bu seyahati herkeze tavsiye ederim.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|