|
|
Olmak mı görünmek mi?Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 06 Nisan 2014 10:47:56 Hiç kimse bir diğerinin kendisini nasıl gördüğünü ve neler hissettiğini tam olarak bilemez. Diğer yandan hiç kimse kendini başkasına tam olarak anlatamaz. Bu, her insanın Tek (biricik) oluşunun, bu bilinir-bilinmez durumun onun doğasına ait olduğunun belirtisidir.
İlk bakışta trajik bir durummuş gibi gözüken bu durum onun yaratıcılığının potansiyeli de olabilir. Yaratıcılık insanın kendi sınırını aşmak isteğinden doğar, ancak bu istek sadece keyfi bir arayış değil, varoluşunda taşıdığı bir dürtüdür. Bulunduğu durumun ötesine geçme dürtüsü varlıksal olduğu için yok edilemez. Bu içsel dürtüyle yaşamak zorundayız, ama bu yönde harekete geçmeyebiliriz de. Harekete geçip seçim yapmak sorumluluğundan kaçamayız; çünkü hareketsiz durmak, seçim yapmamakta bir seçimdir. Bundan dolayı sıkılma, bunalma, anlamsızlık hissetme gibi olumsuz duyumsamalar sadece insanda görülür. Diğer yandan kendini gerçekleştirip kanıtlama, başkaları tarafından onaylanıp kabul görme isteği de… Aslında tüm canlılar –bitki ve hayvanlar da- seçim yapmak zorundadırlar; ancak onlarınki önceden belirlenmiş içgüdüsel ve biyolojik zorunluluklara bağlıdır. Dolayısıyla onların seçimi sadece beslenme ve üremeye yöneliktir. İnsanın seçimi ise bunlarla sınırlı değil, çünkü o bir bilinç varlığıdır. Bilinç varlığı olmak doğanın bağımlılığına aşkın olmak anlamına gelir. Başka bir ifadeyle özgür iradesiyle doğada olmayan ya da doğanın kendisine hazır olarak sunmadığı bir takım yaşam biçimleri, olgular ve nesneler yaratabilir; dahası yaratmak sorumluluğundan kaçınamaz demektir. Bu sorumluluğun yerine getirilmesinin olanakları toplumsaldır; ancak hazır bulduğu koşullarla nasıl ve hangi değerlerle ilişki kuracağı onun seçimidir. İşte insanın kendini anlamlandırması ve inşa etmesi bu noktada başlar. Başka bir ifadeyle insan seçimlerinin karar vericisi, sonuçlarının da sorumlusudur. Bu seçim ve sorumluluk duygusu yoluyla birey kendi yolculuğunun yol açanı olduğu gibi, önceden hazır bulduğu yollara düşüp sürüklenen birisi de olabilir. İnsan kendini içindeki tutkuları, arzuları ve amaçları yoluyla fark eder. Bu fark ediş onu eylemliliğe iter. O, içindeki bu itkiyi gerçekleştirerek kendini ortaya koyar; böylece eylemleri ve eserleri yoluyla hem başkalarının önüne çıkmış olur, hem de kendi kendisini bu yolla tanımış olur. Kendisine dışsallık vermekle başkaları için bir bilgi, üzerine değerlendirme yapılabilecek bir olgu, bir deneyim, kabul görüp görmemek gibi bir duruma gelir. Her bireysel eylemin ve üretilmiş eserin başkaları tarafından onay alması, kabul görmesi her müessirin beklentisidir. Burada şöyle bir soru doğabilir; insan eylemleri ve eserleri yoluyla onaylanmak istemesi kişisel bir kapris midir? Ya da insan başkalarının onayına muhtaç mıdır? Her iki soruya da hem evet hem hayır demek mümkün. Çünkü insan özgür iradesini kullanır, seçimini her iki yönde kullanabilir, ama sonucuna da katlanır. Keyfi ve kaprise dayalı edimler doğal olarak başkalarınca kabul görmediği gibi, edimde bulunan insana da bir doyum vermez. Özgür irade kullanmak, yanlış veya olumsuz olanı da seçme olanağıdır. İnsan seçimlerinde ne kadar keyfi davranırsa davransın kaçınılmaz olarak dış dünyanın zorunluluklarıyla karşılaşır. Çünkü dış dünyanın olanaklarıyla ilişkiye girmek zorundadır. Bu durum insanın keyfiliğine sınır koyar, sınırdan kasıt doğanın kendine göre yasaları vardır ve bunlar göz ardı edilerek herhangi bir edimin amacına ulaşamayacağıdır. Aynı durum toplumla ilişkide de geçerlidir; çünkü orada da başkalarının hakları, özgürlüğü, hukuk; farklı farklı dirençler ve talepler vardır. Edimlerimizi ve amaçlarımızı başkalarının dünyasında, onlarında katkısıyla ve onlara yönelik yaptığımız için kabul görmek-onaylanma isteği kişisel bir kapris değil, varoluşa ait bir gereksinimdir. İnsanın iç dünyası bu koşulda bir ayrımla yüz yüze gelir; sahici, hakiki olmak ya da imaj kaygısı ve yapay değerlerle yol almak gibi. Birincisi evrensellere bağlı olarak hakiki ve sahici; herkeste ortak olan varoluşsal değerlerle düşünüp davranmakla ilgilidir. İkincisi ise keyfi; bireyin kendi öznellikleri ve kaprisiyle yaptığı seçimleri ile etkinlikte bulunmasıdır. Bunlar her birimizin içinde potansiyel olarak bulunan karşıt kutuplardır. Hangi kutbun ağırlıklı olacağı bizlerin seçimine kalmıştır. İnsan kendi varlığını fark eder, kendine bir “Ben” imajı giydirir. Bu, hem bir imaj (sanal) hem bir gerçekliktir. “Ben” bir potadır, içine neyi dolduracağımız ve nasıl şekillendirdiğimiz eylemlerimizin yönü ve düşüncelerimizin bağlı olduğu evrensellere göre belirlenir. İnsan kendine rağmen biriciktir, kendi varlığını fark etmesi kendi biricikliğini görmesini sağlar. Ancak bu farkındalık ve biriciklik bilinci kolayca “üstün, ayrıksı, herkes ve her şey karşısında özel” olduğu zannını kışkırtır. “Özel ve ayrıksı” olduğunu zanneden kendisinde pek çok “keşfedilecek derinlikler” olduğu havasına kapılır. Bu bir ikilem yaratır; bir yandan içinin boş olduğunu bilir ve bu bir sakınıma, kofluğunun ortaya çıkmaması için bir tedirginliğe ve başkalarına karşı üstenci, mesafeli duruşa yol açar. Diğer yandan ilişkiye ve ilgiye de muhtaçtır, çünkü kendine yüklemiş olduğu varsayımsal özelliklerin başkaları tarafından görülmesini ister. Günlük yaşamda abartı ve yalan bu kof şişinmeden doğar. Gerçek, zorunluluk içerir ve evrenseldir; herkese karşı eşit ölçüde açıktır, dolayısıyla hiç kimseyi özel kılmaz. Kendini özel ve ayrıksı gören kimse yapaylık ve yalana yatkın duruma düşer. Bunlar insanı “özel” kılar; çünkü kişinin kendi uydurmasıdır. Gerçeğin karşıtı bu anlamda “yanlış olan” değil yalan ve yapaylıktır. İhtiyaç arayış ve eyleme geçmek için bir temeldir. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyan ihtiyacını giderecek şeyi de anlamlı kılmış olur. İhtiyaç ile onu giderecek nesne, hedef veya amaç arasında çaba köprüsü vardır. İhtiyaç, ihtiyacın nesnesi ve bunu gerçekleştirecek çabalar döngüsel olarak bir bütünlük oluşturur. Her şey her durumda varlığın bütünlüğüne muhtaçtır, onun desteği olmadan ortaya çıkamadığı gibi bir an bile varlığını da sürdüremez. Bu anlamda var olan her şey var olmak için birbirine destektir de. En küçük bir zerreden insana kadar her şey için bu geçerlidir. Yakın bir gözlemle bunu fark etmek mümkündür. Bu farkındalık da insanın benliğine iki yönlü bir uyarı yapar: bir yandan kendisini ayrıksı zannedebilir; böylece muhtaç olmayan, sadece muhtaç duyulan birisi olarak görebilir. İşte bu nokta kibrin, üstenciliğin, otoriterliğin, bencilliğin ve şımarıklığın boy gösterdiği zemin olur. Sahip olduğu yetenek, bilgi, sağlık, servet, şöhret, … her ne varsa bunu kendine mal eden insanlarda söz konusu yanılsamalı şişinmeyi görmek mümkündür. Durumun böyle olmadığını anlamak kolay: şu basit soru gerçeği insana göstermeye yeter: İradeni, yeteneğini, aklını, bedensel organlarını ve yapıp-etmelerine konu olan malzemeyi nerden buldun? Bu aymazlığa bir işaret olarak Mevlana’nın şu özlü kelamını anabiliriz: “Tanrı ile kul arasındaki perde sadece şu ikiden ibarettir. Geri kalan perdeler ondan, (o perdeden) meydana gelirler. Bunlar sağlık ve maldır.” (Mevlâna; Fîhi Mâ Fîh) Ayrıca ayette belirtilir: “Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar, Kendini müstağni (doygun, gerekli bulmayan) gördüğü için.(Alak suresi/5-6) Günümüz dünyasında yaygın tatminsizliğin, yalnızlık duygusunun ve depresif halin temel nedenlerinden birisi de bu anlayışın güç kazanmasından doğan bir gerçek olduğu açıktır. Diğer yön ise insanın kendi haddini bilmesidir, aynı anlama gelmek üzere kendini bilmesidir. Kendini bilen ötekini bilip anlayabilir. Varolmasının, korunmasının, beslenmesinin, yaşatılmasının kendini aşan Bütünsel Varlık tarafından sağlandığının bilincinde olan insanda minnet duygusu ortaya çıkar. Böylece yaşamına giren, kendisine bir gerçeklik ve anlam veren her şeyin karşılıksızca sunulduğunu görebilir. Bu durumda ise canlı cansız her varlığa karşı bir saygı, vefa ve yakınlık duygusu hissedilebilir; anlayış, vefa, hak bilirlik ancak buradan doğabilir. İster iç dünyamız, ister günübirlik kişisel ilişkilerimiz, ister toplum düzeni ve politik iktidar olsun insana yaraşır bir yaşam, insana huzur ve mutluluk verecek ortam böylesi bir anlayışın ürünü olabilir. Anlayış kavramı farklılıkların olduğu yerde olgusallaşır. Farklılığa tahammül bir lütuf, incelik, filan değil bir zorunluluktur. Tersi zulümdür. Çünkü farklılık vardır ve onlar birbirlerine destektir. Ötekini var edebilen kendisini de var edebilir, ötekini yücelten kendini yüceltebilir, ötekini hak olarak gören ve özgürlüğüne hizmet eden aynı yolda kendini de var etmiş olur. Farklılık varoluşun doğasıdır, onu isteğimize göre yaratamadığımız gibi yok da edemeyiz. Farklılık yaşamın rengi, devindirici gücü ve dönüştürücü kaynağıdır. Anlayış; her “farkın" kendi bulunduğu noktada bir hak olduğu bilinci ve bu hakka saygı duyma tutumudur. Elbette insanlar inanca sahip olurlar, insan inançsız olamaz da. Anlayış ise özellikle farklı inançlar karşısında alacağı tutumda kendini gösterir. İnanç; tutuculuğu ve zorbalığı da, anlayış ve özgürlüğü de kendi içinde tohum halinde barındırır. Bu tohumun hangi yönde filiz vereceği o inanç sahibimin niyetine ve eylemlerine bağlıdır. İnanç kendini biricik doğru olarak görüp başkalarının da buna uymasını bekler noktaya geldiği ölçüde taassuba kayar ve zorbalaşır. Ama bunu gerçekle ilişki kurmak, eylemlerine düşünsel bir içerik vermek amacıyla kullanabilirse kendini değişime açık tutar ve buradan anlayış doğar. Farklılıklar inancı anlayışa çevirir. Bu hakikate dikkat çeken şu iki alıntıyı birer çağrı olarak görebiliriz; “ Hiçbir itikadla itikadlanmayız, itikadsiz de kalmayız” (İ.Arabi) “inancınızı terk etme cesareti gösterin” (Nietzsche) İnanca körü körüne bağlanıp kalmak özünde kendine güvensizlikten gelir. Hayatın durmadan değişip duran halleri karşısında kendine bir yol bulamamaktan kaynaklanır. Yeni koşulları anlayıp uyum sağlayamayan bir bilinç tanıdığı-bildiği geçmiş alışkanlıklarına, düşüncelerine, inançlarına yapışıp kalır. Aslında böylece Haktan da uzaklaşmış olur, çünkü yeniyi tanıyamadığı için onu Hak olarak göremez. Boş inanca sığınmak bir yanıyla özgürce sorumluluk üstlenememektir. Sorumluluk üstelenemeyen kendine güvenemeyendir, eylemlerinde sorumluluğu, yaşamında kaderini başkasının ellerine teslim edendir. Bundan dolayı sorumluluk üstlenmekten geri duran insanlara ideolojiler, dinler ve tarafgirlik çekici gelir. Sürüden birisi olur ama kendi olamaz, birey olmanın zevkini ve onurunu yaşayamaz. Kendine güven güçlü olmaktan değil her şeyin hakkına saygı duymaktan gelir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; değişime kapalı inançlı tutum haksızdır, kendine güvensizdir. Gerçeğin bilinciyle oluşturulan inanç insana güven ve kararlılık verir, onu anlayışlı kılar. Güç adaletli ise anlayışlıdır, özgürleştiricidir, güven vericidir. Sorumluluk üstelenen irade özgür, kendine güvenli ve yaratıcıdır. Yaratıcıdır çünkü farklı olana saygılı, hakkaniyetli ve şefkatlidir. Gücün fazlalaştığı anlayışın zayıfladığı durumlarda güç her zaman tehlikeli olmuştur. Böylesi bir güç kendine güvenin temeli olamaz. Temel olan sorumluluk alma cesaretidir. Sorumluluk üstlenmek insanı özgür kılar, çünkü durumun değişmesinin kendine bağlı olduğunu görür. Ve buradan doğan güven gerçek güvendir. Başkasını bastırma gücü değil, sorgulanabilir, hesap verebilir, kaybetmeye katlanabilir, hata yapmayı göze alabilir esnekliğidir. Bu en yüksek değerdir, çünkü özgür olmak ve özgürleştirmek yolculuğuna gönüllü olarak katılmaktır. Değer verdiğin şeye hizmetin ve bağlılığın yoluyla kendinde değeri yaşarsın. Sorumlulukla, güvenle, anlayışla kurduğun dünyanda, sadık olduğun değerlerinle kendini ortaya koyarsın. Kendi yaşantının başkalarına göre bir örnek, bir model olarak değil, sade ve doğal halinle yaşama katılır ve katkını sunarsın.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|