Üniversite yıllarımız, siyasi çalkantıların en dorukta olduğu yıllardı. Hatta o yıllarda siyasi arenada bulunanların bazıları bu gün yok, amma bazıları bu gün hala gündemde bulunmakta. Aramızda babaları çok önemli görevlerde olan arkadaşlarımızın bulunduğu birçok toplantımızda, bu gün gibi ülkemizin hangi rejimle bu ortamdan çıkacağı tartışılırdı. Kimi arkadaşlarımız sosyalist rejimi savunur, kimi ise kapitalist rejimden yana olurdu.
Her insana ülke gelirinden eşit pay dağıtılma sistemini savunanlar çoğunlukta olurdu. Bir kaç sefer İlhan Selçuk’u okulumuzda konferans vermesi için davet etmiştik. Genç nesile olan sevgisinden olsa gerek Mimarlık fakültesindeki amfide iki ayrı zamanda bize Toplum Düzeyi ve Sosyalizm konulu konferans verdiğini hatırlarım.
Bir seferinde de rahmetle andığım Üzeyir Garih’den Kapital İdaresi konulu bir konferans istemiştik, o da bizleri kırmayıp gelmişti okulumuza. Bir seferinde de, her ne kadar Atatürk le barışık ayrılmadığı öne sürülse de, okulumuzda Atatürk le ilgili bir konuşma yapması için 10 Kasım’da davet ettiğimiz İnönü, okula gelerek bize Atatürk’le ilgili çok özel günlerini anlatmıştı.
O günlerden kalan bazı resimleri hala saklarım. Arkadaşlarla aramızda konferanslardan sonra tartıştığımız konular hep bu temalarda olurdu. Bir arkadaşımız vardı, Oğuz, babası Türkiye Kömür İşletmelerinin Genel Müdürü idi. Oğuz konuşmalarımıza katılır fakat çok nadir konuşurdu. Her seferinde onun da fikrine başvururduk amma konuşma tutukluğundan olsa gerek omzunu silker, dinlemede kalırdı.
Bir gün çok hararetli bir konuya girdik. Konu, Türkiye’nin kömür rezervlerinin gereğince kullanılmadığı ve bu nedenle fuel-oil yakıtlı Ambarlı santralının ürettiği enerjinin tamamının dışa bağımlı olduğundan bahsediyorduk. Bu arada Oğuz hiç beklenmedik bir anda ortaya atılarak kömür rezervlerinin kullanılmasının da dışa bağımlı olduğunu iddia ederek konuşmaya katıldı. Biz hemen kendisine bir soru yöneltmiştik:
- Nereden biliyorsun?
- Benim Babam Türkiye Genel Müdürü.
Oğuz arkadaşımızın konuşma tutukluğundan olsa gerek, babasını Türkiye Genel Müdürü olarak tanıtmasına hepimiz gülüşmüştük.
Bir seçim dönemi geçirdik, yerel yönetimler, neticeleri şaibeli olan bazı il ve ilçelerin bu gün bile hala mevcut olması, hepimizi tedirgin etmekte. Bu seçimlerde herkesin birilerine bir mesaj verme sevdasında olduğunu görüyoruz. Meydan meydan dolaşarak oy toplamayla nereye gelirim düşüncesiyle yollara dökülen SerVekil, şehirleri dolaşarak oy dilendi. Mağduru oynayarak topluma haklı olduğunu dile getirmekte kısmen de olsa başarı sağladığını düşünmekteyim.
Burada seçimlerde, belediye başkanlığı ve projelerinden ziyade, parti başkanlarının oylandığına inanmaktayım. Adalet ve Kalkınma Partisi seçmeninin şehirlerde yapılan bazı yatırımlara oy verdiği söylenmekte. Aslında seçim sonrası havanın Ankara’da başka, İzmir’de başka, İstanbul’da ise bambaşka olduğunu izledik.
Bazı sandıklarda seçmen sayısından fazla oy çıkmasından tutun da, silahla sandık mekanının tehdit edilmesine kadar bir çok olayın olması, insanların sandık adına hayatlarını kaybetmeleri, sağlıklı seçim yaşama yoksunu bir ülkede, demokrasimizin sağlam olmayan zeminde sallandığını düşündürmekte. Ankara’da seçim sonrası kazandığını iddia eden bir Belediye Başkanını ararken, Vatikan’daki Papa’nın Balkondan el sallaması gibi, SerVekilin de ailecek el sallaması konusunda şunu değerlendirmemiz gerekir:
- Ben Bu ülkede Cumhurbaşkanlığına aday olursam alacağım destek budur, ailemle Çankaya’ya çıkarım.
Bu şekilde konuşan bir kimsenin, Türkiye Genel Müdürü seçilmiş bir kişi gibi davranış sergilemesi, topluma barış ve sukunet telkin etmesi yerine, tamtam edebiyatı yapmasının nasıl algılanacağı, yurdum insanının nasıl anlayacağına bağlıdır diye düşünmekteyim. Oysa balkondan Oğuz arkadaşım gibi sürçü lisan etmeye ne gerek var, diye bir sözüm geldi söyledim, hem nalına hem mıhına.