A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

Aklın üretilmesi...

Kategori Kategori: Felsefe | Yorumlar 3 Yorum | Yazar Yazan: Metin Bobaroğlu | 19 Ocak 2008 13:35:11

Ne bilebiliriz? Ne yapmamız gerekir? Ne ümit edebiliriz? "Ne bilebiliriz?" sorusunun karşılığı olarak "Bilgi felsefesi"; "Ne yapmamız gerek", sorusunun karşılığı olarak "Ahlâk felsefesi", "Ne ümit edebiliriz?" sorusunun karşılığı olarak da "Din felsefesi" ortaya çıkmıştır.

İnsanın yaşamda karşısına çıkan, tarihte üretilmiş, kendi ürettiği, tanık olduğu ya da toplumsal ilişkilerinde ortaya çıkmış bütün kültür nesneleri ve bunların ilişkilerini anlamlandırmak ve değerlendirmek söz konusu olduğunda, karşısına felsefe çıkar.
Felsefe, kavramlarıyla özgün ve özgül bir noktada dururken, konuları bakımında bütün yaşamı kapsar. Yaşamın her alanının felsefesi yapılabilir, yapılmalıdır. Bu nedenle felsefe, bilincin önüne yaşam olgularını koymak ve değerlendirmek anlamını taşıyor.
 
Felsefe olarak felsefe, bir kavrama dilidir. Kendi üzerine düşünmedir; bilincin bilincidir.
 
“Ne bilebiliriz?” sorusu, son çözümlemede, “Bilgi nedir”? sorusuna dönüşür ki buna epistemoloji (bilgi felsefesi) denir. Bu disiplin, bilginin nasıl oluştuğunu, bilgiyi üretirken hangi yöntemleri kullandığımızı ve onların bilincine varmayı konu edinir.
 
“Ne yapmamız gerekir?” sorusunun yanıtını aradığımızda karşımıza etik felsefe çıkar. İnsan bilgikleriyle yaşamda nasıl yaşayacak? Hangi ilişkileri ne biçimde kuracak? Bunun ölçütleri nedir? Felsefe, soruların yanıtını etik disiplini altında aramaktadır. Ahlâk felsefesi dediğimizde, başka bir deyişle ahlâkın felsefî ilkeleri saptandığında, ya da  felsefî bilincin önünde  ahlâkın değerlendirilmesi yapıldığında, karşımıza felsefî bir disiplin olarak etik çıkmaktadır.
 
Ne ümit edebiliriz ? Çok ilginç bir soru bu. Yaşıyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz. Bunu da bildik, böyle de davrandık, peki bunlardan ne bekliyoruz? Ne olacak? Ne ümit edebiliriz? Ümidimizi düşünce konusu yaptığımız zaman nelerden söz edebiliriz? Bu soruların yanıtı “din felsefesi” içinde aranıyor. Çünkü dinler her ne kadar yaşamın örgütlenmesi ve düzenlenmesiyle ilgili bazı önermelerde bulunuyorlarsa da veya bazı inançlarla insan aklını sınırlandırıyorlarsa da, özünde ilgi çekici bir nokta taşıyor; o da insana ümit aşılamak. Yani mevcut gerçekliğin yadsınmasıyla ilgili bir ümit fikrini, düşüncesini insana getiriyor. Dinin öyle bir niyeti olmasa bile, biz felsefî bilinçle din fenomenine baktığımızda, onun içinde bir ümit; yaşamdan bir ümit beklemek, yaşamı bir ümide doğru yönlendirme gibi bir imgeyi bulabiliyoruz.
 
Bir yanda dinler ideolojik bir tutuma benzer biçimde ümit aşılarken, öte yandan, insan kendi aklıyla da bunu örgütlemiş ve ideolojileri yaratmıştır. Dinlerin ümidi daha çocuksu bir bilince hitap ediyor. Bunun ölçütü; “İnsanın kendi aklıyla kendi sorunlarını çözme yerine;çözümü kendi dışından beklemesi”, yani bir sızlanma...İnsan çözümleri kendi dışından, başka bilinçlerden başka bireylerden, beşka topluluklardan hatta giderek mevhum varlıklardan bekliyor. Bu “çocuksu bilinç”tir. Toplumlar her türlü teknik gelişmişlik düzeyine ulaşmış olsalar da, psişik anlamda çocukluk düzeyinde olabilirler.
 
Bütün bu sorgulamaların temelinde, kanımca bilginin neliği, nasıllığı ve ne içinliği sorunu yatmaktadır. İnsan nesne, olay, olguları, onların arasındaki ilişkileri, özneler arası ilişkileri bilinciyle yoklarken, sorgularken hangi modelle veya hangi yöntemle bilgi üretiyorsa, aynı bilinç tipi ile de değerlendirmelerini yapıyor. Bu nedenle bence, ister Varlık bilimi (ontoloji) söz konusu olsun, ister Sanat Bilimi (estetik) söz konusu olsun, ister Din Felsefesi, ister Ahlâk Felsefesi (etik), hatta giderek bilimler olsun, bilim disiplinleri olsun hepsinin altında yatan şey “Bilgi Felsefesi”dir.
 
Felsefe dili, bilim dili, bilince kendi yöntemini dayatır ve bilinç o bilimsel bilgiyi öğrenebilmek için o yöntemde alışkanlık kazanır, o yöntemle kendini geliştirir ve bilimi kavramaya çalışırken gündelik diliyle bir takım sorunlar yaşamaya başlar. Çünkü gündelik dil ile tanışıklık da çocukluktan beri vardır. Felfefe ve bilimin getirdiği bilinç tipiyle karşılaştığı zaman insan, kendisinde yabancı bir varlıkmış gibi, yabancı bir öteki varlıkmış gibi algıladığı bilinç tipiyle geçinmek zorunda kalır. Zaman zaman ve çoğunlukla da bu bilinci bir meslek bilinci gibi algılar ve mesleğini yaparken kullandığı, ama evine giderken ya da o ortamdan uzaklaşırken duvara astığı bir şapka gibi kullanır ve kendi yaşamına döndüğü zamanda gündelik dilini ve gündelik bilincini, içinde huzur duyduğu dil olarak ve bilinç tipi olarak kullanmaya başlar. Burada aslında bir alışkanlıktan söz ediyoruz. Çocukluktan beri duygularımızla birlikte katıldığımız bir bilinçlenme olgusu, bir dil üretme olgusu, onun belleğini yaratma olgusu olduğu için orada rahat ediyoruz; alışkanlıkların içinde rahat ediyoruz. Ama, bu gündelik dil, bu doğal bilinç, sorunların çözümünde yetersiz kalıyor.
 
Aristo’nun bir değerlendirmesi var. Aristo şöyle diyor; “İnsan, düşünme, bilme edimi ile nesnelere yönelir, ancak psişedeki çeşitli bölümler aracılığıyla, (çeşitli fakülteler aracılığıyla ya da başka deyişle etkinlikler aracılığıyla) nesnelerde tam da kendi türünden olanı kavrayabilir. “Şöyle düşünmüş: Bir özne, bir de nesneler var. Özne nesnelere yöneldiğinde, kendi psişik yapısındaki fakültelerin izlerini, algıladığı nesnel ortamla birleştirip bilgi yolunda ilerliyor. Burada insanın aslında nesneden, aldığı kendi yetilerinin izleridir diyor, kendi türünden olanı kavrar diyor.
 
Bunu daha anlaşılır kılmak için şöyle diyelim: Beş duyuyla sınırlıyız, nesnel ortama bizi açan bu beş duyu—görme, işitme, duyma, tatma, dokunma duyularımız—algımızı yönlendiriyor, biçimlendiriyor. Bu böylese, diyor Aristo, o zaman biz nesnelerden, bu beş duyu sınırlı içindeki algılardan bilgi üretiriz, bunun ötesinde bir şey yapamayız. O zaman nesnel ortamın algıladığımız biçimi bizim kendi türümüzden, kendi formumuzdan kaynaklanan bir temele doğal bir modele, biçime indirgenebilir...Yine Aristotelesdiyor ki: “İnsan ruhunun özü Nous’tur (Türkçesi Us). Eğer “Eğer Ruhun özü Nous”ise o zaman bir Nous tanımlaması gerekir ve bu Nous’un yaptığı iş gerekir ve o zaman onun üzerine bir psişe oturtulur.
 
“Bakan gözdür, ama gören akıldır,” önermesiyle bir yaklaşım yaparsak Aristo’nun dediğini daha iyi kavrarız.
 
Aristo’nun yöntemi şudur:”İnsan düşünme, bilme etkinliğinin içinde yer aldığı ruhu ile var olana, nesneye yönelir. Ancak, ruhtaki (psykhes) çeşitli bölümler aracılığıyla ya da başka deyişle, etkinlikler aracılığıyla nesnede tam da ‘kendi türünden olanı kavrar. Ruhun özü olan akıl (Nous) sayesinde bu gerçekleşir. Nous, kendi türünden olanı; var olanın özünü oluşturan, onun formunu (Eidos) kavrar.”
 
“Ruh (Psykhes), akıl (Nous) adını alan bölümünün bir etkinliği olan, düşünme etkinliği (Noesis) ile var olandaki formu (Eidos) kavrar.”
 
Aristo’nun aslında söylediği şey şu; “Nous Eidos’u kavrar”. “Nous ne? Ruhun özü olarak “düşün biçim”. “Eidos ne? Nesnenin kendi özünü yansıtıyor olarak kabul ettiği “nesne biçim”. “Nesne biçimle, düşün biçim birleşirse bilgi olur,” diyor Aristoteles. En genel paradigması bu.
 
Psişe, Nous’un işletilmesi olan Noesis var olandaki Eidos’u kavrar. Aslında hep aynı şeyi söylüyor ama giderek aça aça söylüyor. Nous ruhun özü (eğer böyle ise) psişe bilinçli bir varlıktır.
 
Nous, noesis ile eidos’u kavrar.Nous > Noesis > Eidos > sonuç Logos. Bu dizgede “noesis” öne çıkıyor. Nous, noesis’e bağlı olarak varlaşıyor; düşünme iş başında, işlevsel olduğunda ancak vardır. Bu çok ilgi çekicidir ve kendinden sonraki bütün düşünceleri belirlemiş ve halen de onun üzerine tartışılıyor günümüzde. Şu kavram son derece önemli bir önerme: Düşünme iş başında ise ancak vardır. Noesis varsa nous’tan söz edebiliriz; noesis yoksa nous yoktur.
 
Kur’an-ı Kerim’de alıp baktığınız zaman; her nerede akıldan söz ediyorsa “noesis” diyor. Yani Grekçe’de noesis dediğimiz Arapça’da “faal akıl”. Kur’anda akıl hiç nous diye geçmez. Salt akıl sözcüğünü Kur’an’da bulamazsınız. Hep noesis var; faal akıl, işlevseldir hep işlevinde gösterilmiştir. Meğerse, “bilincini insan kendisi üretiyormuş”. Buradan o çıkıyor, Noesis Nous’u yapıyorsa, eğer böyleyse, bilincini insan kendisi yaratıyor; onu hazır bulmuyor;  onu organizmasında bulmuyor. Organizmasında onun “yetisini” buluyor yalnızca. O halde, “işlevsel us”işlevinin  sonucu kendi usunu, kendi bilincini yaratıyor.
 
Faal akılla, noesisle ilgili ikinci safha; ikinci bir olgu çıkıyor karşımıza, o da şu; Düşünme edimi, noesis sonucunda oluşan logos, bu nedenle, hem bilinç anlamına geliyor, hem bilgi anlamına geliyor, hem bilmek anlamına geliyor. Logos son derece kapsamlı bir kavram içinde Nous’u, Eidos’u, Noesis’i birlikte ifade eden bir kavram, çünkü son uç, bütün bu öğelerin birleştiği son uç. Logi, sadece mantık demek değil, bilim disiplini de demek; biyoloji, morfoloji, psikoloji vb. Demek ki logos kavramı çok geniş, çok yetkin bir kavram. “Logosun kendisi nedir?” dediğimizde, dönüp oluşma sürecini görmekteyiz. Yani logos: kendi kendini nasıl üretti ise içeri odur. Yöntemi ona içeriktir. Logos bir yöntemdir (Noesis); bir bilgidir, bilinçtir. Aynı zamanda bir dizgedir, bir disiplindir. Bu kadar geniş bir yapısı var.
 
Şimdi düşünme edimi logosa varınca, dile gelen olunca, dille bütünleşince doğar. İki yolla doğar: Ağızdan sözcük olarak doğar; bu bir, kalemden sözcük olarak doğar; bu iki. Kendi kendini yarattı; kendi kendinden doğdu; baba da logos, çocuk da logos... İncil okur gibiyiz değil mi?
 
Doğduktan sonra artık adı düşünme değil, logos olduktan, dile döküldükten sonra artık o bir nesnedir; öznel süreçlerden kopmuştur, doğmuştur. Evren bir evren doğurmuştur: Logos...Anlam bir anlam doğurmuştur. Bu şu demek: Düşünce ortaya çıkmıştır. Düşünme, düşünce olmuştur. Düşünce sözcüğü, kavramsal olarak nesnel olan, iletişime girmiş bir logos. Başka bir deyişle daha anlaşılır olsun diye söyleyeyim: başka bilinçlerin nesnesi olmuş demek. Öteki bilinçlere nesne olduğu anda adı düşünce, ondan önce düşünce değil...
 
Özgürlük, düşünme özgürlüğü...Düşünce değil de düşünme özgürlüğünden söz ediyoruz. Ben özgür düşünüyorum, istediğim gibi nutuk atarım (!) Zaten düşünce özgürlüğünü yasaklayanlar da düşünme özgürlüğünü onun yerine koyarlar. İstediğin gibi düşün sana kim karışıyor kardeşim; istediğin gibi de inan yani ne var; kim kimi engelliyor vb. gibi. Düşünme özgürlüğünüz var diyorlar. Yani düşünce sözcüğünü düşünmeyle yer degiştirerek...Doğru, ben istediğim gibi düşünüyorum kimse de bir şey demiyor... Düşünce özgürlüğü logosun dolaşıma girmesi demek, metanın dolaşıma girmesi gibi, ürettiğiniz bir nesne sizde kaldığı sürece hiçbir değeri yoktur. Üretim değeri değişim değerinden ortaya çıkar, değiştireceksiniz onu. Logos da aynı, logosu ürettim, bu bir logostur dahi diyemezsiniz; bütün süreçlerinize dönüp baksanız dahi göremezsiniz onu. Şimdi biz görüyoruz, neden, çünkü o dolaşıma girdi; dolaşımdan sonra üstümüze yansıdı; yani ona başka katkılar, eleştiriler katıldı o gözden geçirilmiş, nesnel süreçlerden dönmüş bir düşünce olduğu için düşünmeyi belirler hale geldi. Logos burada; “nesnel logos“ haline geldiğinde toplumsal erki de taşır, tarihsel erki de. Çok güçlü olur, garip bir şey olur arkadaşlar; başlangıçta Noesis babaydı, kaynaktı Nous’u o yaratıyordu, sonuçta logosu da o yaratıyordu ama oğul ya da logos toplumsal süreçlerden geçip nesnel olarak bilince geldiğinde; noesise katılır, noesis orada sadece bir erk olur asıl bilgiyi üreten logos’tur artık;  özne logos olur.
 
Sonuçtu, başta nesneydi şimdi özne oldu. Onun için “nesnel özne” diyorum ben buna. Nesnel özne logos, bilincinizin işletimini (noesisini) belirler.
 
Düşünme süreci düşünceyi sonuçlandırıyorsa, düşünce logos olarak kendinden önceki bütün süreçleri kapsar ve aşar, nitelik değiştirir. Çünkü iletişime girmiş; nesnelleşmiştir. İletişim ve bildirişim somut aracıdır. Bu bağlamda, kavramlar, tasarımlar kültür nesnelerinin nedenleridirler. Başka bir deyişle logos nesnel olduktan sonra artık kültür nesnelerinin projesidir; o proje ile kültür nesnelerini üretiriz.
 
Şimdi burası hoş bir şey. Logos aynı zaman da Nous. Noesis yoluyla üretilmiş ve Nous olmuş, aynı zaman da bilinç...Kültür nesnelerinin özü Nous’tur, ama logos olarak...Bütün kültür nesneleri logosun sonucudur, logosun ürünüdürler. İnsan kendini kendi nesneleri yoluyla kendi nesnelerine katarak üretiyor. Her kültür nesnesinde insanın Logos’unun izi var. Bu bağlamda logos yaratma sürecinin dinamiğidir.
 
Bilincimiz, kavramsal dili anlamaya yetenekli ama anlamakta güçlü çekiyor. Sokrat filozof olmaya lâyık birinci kişi olarak söylenebilir, çünkü Sokrat noesis yoluyla belleğini üretmiş birisi. “Bellek mi önce, bilin mi önce?” diye bir tartışma açıyorum. Bugünlerde çok vurguluyorum.
 
Sokrates “sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez” diyor.Delfi tapınaklarının kapısına “Kendini bil” yazmışlar...Sokrates noesis yoluyla yani usunu işleterek Nous’unu, aklını, bilincini yaratırken belleğini de o Nous’un arka tasarı olarak üretiyordu. Bu mühim bir şey, kendini var ediyordu, kendini biliyordu.
 
Bellek önce, bilinç sonra olursa yani ezberlenmişlerin, dil yoluyla, bilinç yoluyla belleği oluşturması varsa, bu belleğin bilinci kullanması demek olur. Kişi özgür değildir (Bellediği bilgiler doğru bilgi olsa da).
 
Aristo’nun “Psişenin özü Nous’tur” önermesi sanki herkesinki öyleymiş gibi anlaşılıyordu. “Bellek önceye” geldiğinde psişenin özü, başkasının bilinç tortularıdır; insanın kendisi orada yoktur.
 
Hoca Nasrettin’in bir fıkrası bunu anlatır bize. Bu kadar felsefeye lüzum yok, anlamak için. Hoca Nasrettin büyük bir mürşit, büyük bir yol gösterici biliyorsunuz, o da bizim Sokrates’imiz.. o da “gül düşün” yöntemiyle kendi üzerinden bir ironi oluşturuyordu.
 
“Hoca ekip, büyütüp, kesip, doğrayıp, düzenleyip merkebinin sırtına koyduğu odunlarını satmak için yola koyulur, amma ve lakin odunları taşıyan merkeptir ve merkebin bir huyu vardır. Kendinden önce giden merkeplerin dışkısını koklar—köy kökenli olanlar bunu bilir—merkep inatçıdır, vur ha gitmez. Nasrettin der ki, bu buna takıldığına göre ben bunu atarım; kürekle atar merkep onun peşine gider... O zaman, Hoca der ki; ben bunları toplar, torbaya koyarım, omuzuma atarım, ben gittikçe o da peşimden gelir. Bir bakar doğru, peşinden geliyor. Ama yol dışkılarla dolu, onu da torbaya, bunu da, derken; Pazar yerine gelirler... Pazar dağılmıştır. Hoca Nasrettin odunları satamıyor sinirli, para yok, pul yok, ama merkep anırmaktadır, şikayetçi; yemlenmek istiyor. (Aklın gıdası kendi cinsindendir, bedenin gıdası kendi cinsinden, ruhun gıdası kendi cinsinden, duygunun gıdası kendi cinsinden) Dolayısıyla, bizim merkep anırınca Hoca’nın ona kendi cinsinden gıda vermesi gerekiyor. Ama yok. Çünkü, odunlar pazarda satılamadılar, takasa giremediler, değişim değerini kazanamadırlar. Peki ne olacak? Sevgili Nasrettin torbayı alır, merkebin boynuna asar. Tabi Nasrettin şöyle der: Sen kokladın, ben doldurdum ye köftehor.” Bu kadar güzel bir irşat olamaz. Sokrat’tan daha müthiş, herkesin anlayacağı bir dille anlatmış. Kendimizden önce geçenlerin bilinç tortularını koklayıp belleğinize doldurmaktan başka bir iş yapmayınca, Pazar yerinde satacak odunumuz kalmayınca ve “ye köftehor” olunca da yiyemiyoruz, belleğimiz tortu dolu.
 
Nous > eidos, Noesis > logos; doğdu, iletişime girdi, toplumsallaştı, eleştirilerden sonra döndü (nesnel logos) ve logos noesise katıldı. Yani bilgi işlem; faal akıl (işlevsel us), usun içeriği oldu. İşte “Logos” bu...
 
Sorgulanmamış bilinç, başamızın belasıdır. İçinde kendi emeğimizle üretilmiş, Noesis yoluyla üretilmiş ve psişeye noesisi öz yapmış bir kişiliğimiz burada yok. O zaman sorgulamanın bu bağlamda çok hayati bir konu olduğunu kendi bilincimizi ele geçirmenin, kendi kişiliğimizin üretilmesinin yolu olduğunu kavrarsak, işler biraz daha değişir umarım.
 
Kendinin bilincinde olan toplumlar, aklını başkasına ipotek etmemiş toplumlar, aklını başkasından almamış toplumlar, kendi aklını kendi üreten toplumlar ve bireyler... Sözünü ettiğimiz bu.
 
Eğer düşünme edimi süreçli—dizgesel, sistematik, etaplı, zorunlu aşamaları olan bir biçimde düşünmek—ise yöntemli düşünüyoruz demektir. Başka bir deyişle düşünmenin düşünmesi ile farkındalıklı olarak düşünüyoruz demektir. Düşünmeni tortuların belleğinin esiri etme, başka akılların tortuları diyorum neden, niye pislik olsun canım, başka akıl niye bu kadar kıymetsiz, başka akla niye bu kadar hürmetsizlik ediyorsun. Hayır, Noesis olmaksızın akıl (Logos) değil, tortusu gelir ancak. Kendi işlevesel aklının ürünleri olarak yeniden üretmedikçe kavramlar oluşmazlar. Kitap yoluyla kavram öğrenilmez; hiçbir kitap kavram öğretemez, insanları dinlemekle kavram öğrenemezsiniz, hiçbir hoca, profesör, filozof size kavram öğretemez, kavram noesis yoluyla iç süreçlerde üretilen bir şeydir.
 
Şimdi efendim verileri alırsınız, veri materiadır. Bütün bilgiler dilsel bilinç materiasıdır. Kitaplara dökülmüş, sözel olarak kulaklarınıza gelmiş, ama o materiadan noesis yoluyla o süreç yoluyla, düşüngeme yoluyla logos haline getirmek öznede olur. Yapmıyorsak aklımız yok demektir.
 
O zaman akıl yularınızdan sizi tutar gezdirirler. Siz sadece inanmakla meşgulsünüz. Bu inanmanın bazen paketleri farklı olduğu için beğenmeyle de ilgilidir, bazı paketler daha hoş görünürler onların peşine gideriz. Hoca’nın torbasının renklisi vardır...
 
Batıdaki modernizmin geldiği aşamada, pozitivizmi hayata geçirme onu küresel bir yaygın eğitim projesi halinde uygulamaya girişince, modern dönemler, yakın çağ periferide kalan (merkezde olan onu üreten değil), onun çevresinde kalan bizim de içinde olduğumuz diğer ülkeler üniversiteyi kurdular. Bu paketi aldılar ve eğitim yoluyla halkına kazandırmaya çalıştılar ve halen de çalışıyorlar. Ama merkez yani onun üretildiği yer, Avrupa, onun sonuçlarıyla çabuk karşılaştı, çünkü üretti, işletmeye başladı ve sorunlarıyla çabuk karşılaştı ve bu sorunları eleştirmeye başladı; pozitivizm eleştirisini modernizm eleştirisini yaşadı ve eleştirelcilik dediğimiz felsefede bir yöntemle bunun içinden çıkmaya başladı.
 
 
“Paket programları” (Hoca’nın torbası) uygulayan diğerleri diyor ki “beğenmiyorum, bu kötü, bu yenmez”! Ye diyor köftehor... Yahu yenmiyor, ye!
 
Sonradan dünya aydınlarıya karşılaşınca, bakıyorlar eleştiriliyor... Bu kez de eleştiri modasına kapılıveriyor aydınlarımız. Bakıyorlar yeni bir renkli paket var. Bu ilericilik sayılıyorsa, o zaman onun peşine takılmalı. Yine aklı “özgün paradigması) yok.
 
Bir ideolojiyi kendi düşüngeme süreçlerinizden eleştirel bir biçimde geçirerek kavramsallaştırmadığınız için o ideolojiye inanırsınız. Bir gün Burhan Oğuz ile birlikteyiz, sohbet ediyoruz. Dedim: “Ne oldu bunlara, ölmeye gidiyorduk hani, ne oldu bunlara?” “Belkemiksiz sosyalistler öyle olur,” dedi. Şimdi bu ne demek, belkemiği yani Nous yok, noesis yok. Kavram onun değil. Noesis olabilmesi için işleltilmiş usun logosları olabilmesi için kendi yaşam süreçlerini anlamlandırma onun içinde bulunmalıydı.
 
Devrimci arkadaşlarımla konuştuğumuz zaman, Ekim devriminin başından sonuna kadar içindeki kişiler dahil, gruplar dahil, tarihini bir solukta söylüyorlar. Başka toplumların tarihi, onların süreçleri... Bir de Anadolu’ya baksak o akılla, biz ne âlemdeyiz, sanki biz yokuz. Tarihiniz konu değil, kültürünüz konu değil, kimliğiniz konu değil... Siz yoksunuz. Başka ülkelerin süreçlerini, devrimlerini kendinize model olarak almışsınız. İşletilmiş us yok, kendi yaşam süreçlerini anlamlandırmamış, ezberlenmiş... Başkalarının sorunlarını konuşmaktan öteye geçebildik mi?
 
İşletilmiş us, kendi yaşam gereklerini ve değerlerini üreten ustur ve onun sonucu olan kavram Logos, Usun (Nous özüdür.
 
Kendi yaşam süreçlerini, yaşam olgularını, bilgi kuramını (epistemoloji) koy! Başka epistemolojilerle hesaplaşarak...
 
Üniversite, kendi kavramının kurumu olamadığı için noesis yapmadığı için, Usunu işletip kendi ürününü kendisi yaratmadığı için, hazır paketleri alıp çocuklara ezberlettikleri için, önce bellek, sonra bilinç aradıkları için olmuyor. Felsefe bir meslek haline getirildikten beri bu bahsettiğim sorunlar çıktı. Felsefe herkesin derdi olmalı. Felsefe mesleki bir şey değil, hayati bir şey.
 
Akıl üretilir. Aklı hazır bulmazsınız, aklı siz üretiyorsunuz. O zaman aklını aklının bilincine vardır... O zaman özneni anlamak için logosu sorgula. Benim aklım ne, benim bilincim ne? Kavramına bak, kavramlar dizgene bak! Onların üretilme yöntemine dön bak, kendini gör. Buna ayna diyoruz simgesel olarak. “Akıl aynasında kendini gördü” der tasavvuftakiler. İşletilmeyen akıl, akıl değildir o zaman iş üzerinde tanıyabilirim onu.
 
Felsefenin her disiplin için birincil öğe olduğunu düşünüyorum. Kimya mı öğreniyoruz? Felsefesiz kimya akılsız bir kimyadır. Felsefesiz tıp mı yapıyorsunuz? Anlamsız bir makinaylamı uğraşıyorsun kardeşim? İnsan anlamlı bir varlıktır. O halde felsefesiz olmaz. Sanat felsefesiz olur mu? Olmaz. Felsefe hepsinin aklı, felsefenin de aklı, bilgi bilim “Epistemoloji)dir.
 
Bir toplum kendi ağacını, “toplum ağacını”, onun çiçeklerini ve meyvelerini sevmiyorsa, nereden öğrenecek bu işi? Her toplum bir ağaçtır, her kültür, kendi ürünleriyle bilinir, tanınır.
 
Söylem ile felsefî literatür arasında fark nedir? Yani düşünce tarihi var bir de söylem diyoruz, bu ne ? Söylem batı dillerinde diskur demek. Mesela Descartes’ın diskurları var, söylemi var. Özgünlük farkı, evet de bu ne? Logos söylemse, bu logos neyi kullanıyor? Düşünme malzemelerini kullanıyor? Öteki logosları, söylemleri kullanıyor. Şimdi burada ilginç bir şey var, eğer düşünce tarihini alıp Kant dediki, Hegel dedi ki, Descartes dedi ki, dedikodularla çocuklara aktarırsanız üniversitede— liseleri katmıyorum artık—orada söylem olabilir mi? Söylem yok edilir. Bakın bellek önce gelip bilinç sonra gelince söylem yok. Bu ne demek? Özne yok demek. Logos yok, akıl yok demek. Noesis yok, akıl işletilmiyor demek.



Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 7 / 3 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

ümit yılmaz { 11 Ekim 2009 01:17:52 }
Metin beyin hem yazım dilinin bu kadar güzel olması,hem kavramların açımlanmasınındaki yetkinlik,hem de aklın işletilmesindeki özgün ve özgür yapılanmanın eşsizliği zaten yorumda bize dar bir alan bırakmış durumda , bu dar alanda sanırım sadece onu tebrik etmek yeterli olacaktır,
mustafa alagöz { 15 Şubat 2008 21:45:39 }
Niyet kavranamazsa ya da siz düşünce üretirken farkındalıklı bir yönteminiz yoksa akıl biçimle oyalanır durur. Bir söyeleme yaklaşım biçimini nasıl oluşturursanız bu biçime uygun malzemeler bulursunuz. Bu durumda da olgunun kendindesine ulaşamazsınız, sadece önkabullerinize, inancalarınıza ve ideolojik argümanlarınıza ne derece uyduğuna bakıp yargıda bulunursunuz. Yani irdelenen bir metinle özgür ilişki kurulmadan bu metnin veya söylemin içine dalamazsınız. Yukarıdaki eleştiriyi ve bu eleştiriye konu olan yazıyı bir daha okudum. Her türlü fikre saygı duymak sadece bir ahlaki tutum değil, onu anlamak için olmazsa olmaz koşuldur diye düşünüyorum. Bir şeye saygı duymak onun kendi bağımsızlığının, kendine özgünlüğünün varlığını kabul etmek ve potansiyellerini ortaya koyma yollarını açık tutmaktır. İnsanın düşünce özgürlüğü dış koşullar tarafından sınırlandırılabilir; ancak düşünme özgürlüğünün önüne geçilemez. Düşünme özgürlüğünü sadece bireyin bizzat kendisi sınırlayabilir: İnancalarına sarılarak, sorgulamayı kendine yasaklayarak, ideolojik argümanlarına bağlı kalarak ve kendi doğrularını körü körüne savunarak. Kişi bunu yaparken farkına bile varamayabilir. Her düşünme etkinliği bir yöntem uygulamaktır ve kullandığınız yöntem neyse düşünsel süreciniz ve doğan sonuçlar ona göre olur. Onun için “Bilimsel tutum, felsefi anlayış ve sanatsal duyarlılık” diye özetlenen yöntem üzerine yöntemli yaklaşım düşünmeyi de özgür kılabilir ancak.

İnsan insanın aynasıdır, düşünce düşüncenin gıdasıdır, anlayış anlayışın süsüdür. Düşünme özgürce işletilirse bu önermeler yaşamın nesnel olanağı haline geliyorlar. Sayın Zeytun Atur’u yazısından dolayı kutluyorum, beni tekrar bu yazı üzerine düşünmeye sevkettiği içinde teşekkür ediyorum. Her birimizin bir düşünce kalıbı vardır, bütün bilgiler bu kalıplardan geçerek bilincimizde yer eder; her düşünme etkinliği ise bu kalıplarda biçim alarak düşünceye dönüşürler.

Birer bilinç varlığı olarak kendi varlığımızı anlamaya yönelik pek çok soru sorabiliriz; ancak hepsini şu grup altında toplayabiliriz.

-Ne bilebiliriz?
-Ne yapabiliriz?
-Ne ümit edebiliriz?

“Aklın Üretilmesi” yazısında felsefenin yaşamla bağı ele alınıyor. Felsefeye nerde gereksinim duyarız, felsefe ne işe yarar ve felsefesiz düşünsel etkinlik ne üretebilir gibi sorunsallar ele alınıyor.

Sorgulama yapmak anlama yolculuğunun feneridir, söylediklerinin sorumluluğunu üstlenmektir, kimseye karşı değil kendine karşı. Eğer üzerine düşündüğümüz konuya yönelik kendimize ait sorular sormazsak kendimize ait yanıtlar da bulamayız. Bu noktada falanca şöyle dedi, filanca böyle dedi türünden aktarmacılık yapılır. Yazıya dönersek, düşünce işletim biçiminde en ufak bir önyargı, dayatma ya da ona buna sırtını dayayarak görüş dile getirilişi yoktur.

Felsefenin konusu nesnelerin niteliklerini ortaya çıkarmak değil, hazır bilgileri evirip çevirip başka biçimde tekrarlamak ta değil; felsefe varoluşsal evrensellerle, yaşamın anlamıyla uğraşır. (Elbette bu benim anlayışım, belki başka bir şeydir…) İşte bu noktada kaçınılmaz olarak düşünmenin ne olduğu, bilmenin Ne’liği, Nasıl’lığı ve Niçin’liği karşımıza çıkar.

Nesnelerin ne kadar ayrıntısını fark ederseniz edin bu duyular yoluyla olur. Doğal duyularınızla bunu algılayamazsanız onu güçlendiren araçlarla algılarsınız. Örneğin gözüm bozulduğunda uygun bir gözlük takarım görüşüm sağlamlaşır. Mikro dalga için, dahası atom alttı parçacıklar içinde durum aynıdır. Bir nesneyi doğrudan göremesek bile belirtileri ile görürüz; ama görürüz, yani her durumda duyusal algıda kalırız.

Yazıda Aristo’nun görüşleri doğrudur yanlıştır türünden sonuç çıkarılabilecek tek bir kelime ben göremedim, Aristo’nun düşünce işletim biçimi ortaya konuyor. Bunu yanlış bulabiliriz, elbette. Ama en azından kendimize şu soruyu soramaz mıyız? Aristo M.Ö 322’de öldü. Yaklaşık olarak 2350 yıldır nasıl oluyor da bir filozof hala düşünsel gündemimizde yer alabiliyor, bunun sırrı nedir? Aristo aşıldı mı? Bir filozofun görüşlerinin aşılması ne anlama gelir?

İnsanın bilinci ne kadar berrak, kendine karşı ne denli eleştirel, kendini kendi zanlarının bağlarından ne denli kurtarırsa insan olmanın lezzetini de o ölçüde duyumsuyor ve başkasının özgürleşmesine ve özgünleşmesine yardımcı oluyor. Bu bir duyumsamadır ve ancak deneyim yoluyla tanık olunabiliyor…
zeytun atur { 13 Şubat 2008 13:35:43 }
Sayin Metin Bobaroglu aklin uretilmesi ile ilginc bir felsefi makale yazdi.
Aklin uretilmesini eger dogru anladiysam Bunun sorgulamaktan gectiyini yaziyor.

Aslinda sorgulamak da bir cesit meraktan dogabiliceyini de dusunemiyor.

Bilgi uc ana dalda sorulan sorunun cesidine gore toparlanmistir.

Birincisi Ne bilebiliriz sorusuna karsilik Bilgi felsefesini gelistiyini
ikinci soruya ne yapmamiz gerektiyine karsilik ahlak felsefesi ve
ucuncusune ne umit edebiliriz karsiligina da din felsefesinin gelistiyini one surmektedir.

Bunlardan birinci sorunu ele alip irdelemektedir.
Ahlak ve din felsefeleri uzerindeki yorumlara kisa bir sekilde deyinmektedir.

Isin ilginc yani su umudun dinle olan ilgisini pek anlamis deyilim. Bugun ben kendimi dinsiz olarak tanimliyorsam umutsuzmu oluyorum? Hangi din insana umut saglamaktadir? Ve en onemlisi din insana nasil bir umut sagliyor?

Insan korktugu icin dine sarilmasi bir umut araci mi oluyor? Yoksa genel varsayima gore dinin cikis noktasi insanin korkusumudur dini yapan etmen?
Buradan cikarak insan korktugu tanrilara adak sunmasi ve busekilde tanrilarin gazabini azaltmasi mi insanin umut kaynagi oluyor?

Hangi din insana hangi umutlar saglamaktadir?
Din kendi icinde nasil bir felsefe ihtiva etmektedir?
Bertrand Russel Felsefeyi din ile bilim arasinda kalan birboslugu dolduran yerdir diye tanimlar. Bu tanimlama belki de sayin Bobaroglu icin ciliz bir tanimlama kalabilir.

Felsefeyi kendi icinde tanimlamaya calisirsak, insanin bilgiye olan sevgisidir. dar bir anlamda da tanimlayabiliriz. Buradan cikarak da bilgi nedir sorusuna gidiliyor.

Sayin bobaroglu da bunu yapmaga calisiyor. Buna yanit olarak da Aristo''nun bilgiye yaklasimini gosteriyor
Orada yurutulan mantik su
Insan dusunme bilme yontemi ile nesnelere yonelir ve onda ancak kendi turunden olani kavrayabilir. Bu kavrama bes duyuya bagli oldugu icin de insanin kavramasi yani anlayisi bununla sinirlanmaktadir.

Sadece yukarideki onermeyi ele alacak olursak Bugun bilim alaninda ne kadar yetersiz oldugunu gorebiliriz.Orneyin fizikte mkro dalgalari vucudumzda hicbir sekilde hissetmeyiz, ona dokunamayiz ayni sekilde adi uzerinde mikro dalga oldugu icin onu goremeyiz

Fakat bu demek deyildir ki bu mikrodalgalar olamaz. Bunu fizik bilimin gelistirdiyi aletler vasitasiyla anlayabiliyoruz. Bu konuma bir yigin ornekler verilebilir
Aristo''nun ortaya koydugu bilme veya bilgi tanimi bugunku sartlarda yetersiz oldugunu goruyoruz

Bunun yaninda da ruhun tanimlanmasi ilginc bir olaydir?
Ruh eski yunanlilarda psyche nefes alisverisine deniliyordu

Yazar Aristo''daki ruh''un tanimlamasini turkcede us veya akil olarak bildirilmektedir. Buradan kuranda yazili akilin islemesini bagdastirmaktadir.

Kuran''da aklin nasil islediyi konusunda herhangi bir felsefi anlamda bir bilgi yoktur. Bu yorumdan su anlasiliyor ki Yazarin dini tanimlamasi bile sadece islamin sekline gore ele alinmaktadir Bunu da Aristo''nun mantigi icinde yerlestirmeye calismaktadir.

Butun bunlarin yaninda felsefesiz bilim olmayacagini savunmaktadir ki buda Bertrand Russel''in felsefeyi tanimlamasina ters dusmektedir.

Bilim cogu zaman nasil sorusuna cevap aramaktadir. Bir sey nasil isliyor? nasil meydana geliyor? Bu sorular teknolojiyi gelistiriyor. Yani teknoloji olmadan bilim uretilemez Ama Teknoloji basli basina felsefenin alani olmayabilir fakat bilimin alani olmak zorundadir.
Yazarimiz bunu yukaridaki tanimlamalara gore pek kabul etmemektedir. Nitekim Felsefesiz bir kimya veya bir tipbbin olmayacagini savunmaktadir.
Fakat tib orneyin Rudolf Virchov''un deyimiyle politikain toplumda uygulanisidir dersek Felsefesiz bir tib mi gelistirmis oluyoruz?

Yazar turkiyedeki solculari ideolojiyi elestiri mantigindan gecirmeden batideki bilgileri   sadece ezberlemekle suclamaktadir (devrimcilerin Rusya'daki devrimi basindan sonuna kadar anlatmalari fakat kendi tarihhleri hakkinda bilgi sahibi olmadiklrini yazmaktadir) Bir cok solcu icin bu gecerli dahi olsa bile bu belli bir bilgiye yaklasim bicmi olamaz mi?
Kendi tarihimizi bilmememiz bu alanda yapilan calismalarin azligindan gelmiyormu? Veya devletin musaade ettiyi kadar bilgiye sahibiz diyemezmiyiz?

Yazar baskalarini kopyalamakla bilgi sahibi olunmayacagini yaziyor. Fakat tarihte bunun aksini ispatlayan bir yigin ornekler var. Simdi aklima cicek asisini gelistiren Edward Jenner tekniyi aslinda 1718 lerde ingiliz elcisinin esi olan Lady Mary Wortley Montagu'nin anadoludaki kadinlarin inekleri sagarken kendilerini asilarken gozlemlemesi ile gelistirdiyini soyliyor.
Demek ki bilgi he zaman sadece sorgulamakla elde edilmiyor
bazen baskasini kopyalamakla da gelistirilebiliniyor. Japonya'da kendi teknolojisini gelistirirken de batiyi kopyaladiklarini soyliyorlar. Ve bu sadece kendi kulturu deyil de baska kulturleri kopyalamakla olusabilir.

Sayin Bobaroglu en nihayet bellek gelistirmekle akla veya logus’a varilmayacagini yaziyor. Bence buda kendi icinde celiskili bir dusunce yapisi. Ben bugun bir tib doktoruyum. Ama tibbi bilgilerim herseyi denemkle olusmamaktadir. Bana sunulan bilgilerin hepsini sinamaya kalkarsam isin altindan cikamiyacagimi biliyorum. O halde belleyim olmazsa tib bilgilerine ulasamam.

Saygilarimla
Zeytun.


Diğer Sayfalar: 1.

 

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    







'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

TRUMPİST BİR DÜNYADA ERTESİ GÜN
Seküler Yahudiler rahatsız: "İsrail, İran olacak"
Avusturya seçimleri: Aşırı sağ sandıktan birinci çıktı.
Avustralya binlerce vatandaşına Lübnan'ı terk etmelerini tavsiye etti.
New York Belediye Başkanı Türkiye'den rüşvet mi aldı?

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap
ENTERNASYONAL

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında
Kadın ve Erkek
MAZRUF

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git