|
|
Yollar, YolculuklarKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 06 Mart 2014 03:39:46 Sokakta oynamayı sevmeyen çocuk olmuş mudur? Kapının ardı koca bir dünya. Yıllar geçtikçe o dünya daha tanıdık olur, kapı biraz daha ileri gider ya da. Yıllar önce bir arkadaşım ağaçlarını, ormanlarını sevmeden bir memleketi sevemezsin demişti. Gerçekten de sokaklarını bilmeden, sevmeden bir kenti, derelerini, tepelerini, ormanlarını sevmeden bir ülkeyi sevebilir mi insan? Sevse de bu nasıl bir sevgi olur ki!
Yollar yolculuklar hep çekmiştir beni. Her yolculuk biraz da kendine bir yolculuktur sanki. Araç hızla yol alırken, insan usulca kendi içine yol alabilir. Uçak yolculuklarında kalkışlarla inişlerde zorlanırım. Her yere çok yukarıdan, kimi zaman bulutlardan göremeyecek denli yukarıdan bakmak da sevimli gelmez. Ama otobüs yolculukları öyle mi? Dağlar tepeler su gibi akar. Hele geceyse ay bir o yana geçer bir bu yana… Deniz yolculuklarının tadı bambaşkadır. Hele boğazda bir vapurdaysanız, şölendir o yolculuk, insanın tüm duyularına hem de. Arınır yıkanır durursunuz. Ama sudaki çöplere, İstanbul’un beton kıyılarına, imparatorluklar başkenti İstanbul ile alay eder gibi oradan buradan bitmiş gökdelenlere çok kafayı takmazsanız. Bir de tren yolculukları var. Çocukluğumdan beri neredeyse tutkunuyum. Melbourne’nun en güzel yanlarından biri de bu işte. Tren ağı, kentin temel ulaşım ağlarından biri. Yirmi yıldır her gün binmem gerektiğinde bile sıkılmadım. Pencere yanında yer bulamadığımda, sıkış tepiş yolculuk etmem gereken akşam iş çıkışı saatlerinde de usanmadım. Güzel bir yanı var sallanarak gitmenin, apayrı öyküleri olan insanlarla birlikte, ağaçlardan bir perde arasından görünüp yiten sokakların, evlerin arka bahçelerinin arasından akmanın. Bu öykü, Özlem böyle bir yolculuğun öyküsü. İki nokta arasının değil ama, o arada gidip gelen tek bir noktanın öyküsü. Özlem “Anılarınız bu istasyonda başlar.” Sokakla tren yolu arasındaki tel örgüler mor çiçekli sarmaşıklarla kaplı. Raylar boyunca iki yanda ağaçlar, kimi tel örgülerin üzerinden sarkıyor kimi göğe yükseliyor. Gitmekle kalmak başbaşa. Bu günün adı özlem. Önce Özlem’le konuştum. Belirsiz bir takım nenlere özlem duymaya başladım. Belirsiz ama sezilir nenlere… Her yerde olan. Irmağın yeşiline... Bulutların, ağır, güçlü, uzak beyazlığına… Çocukluğun masumluğuna… Korkusuz, kaygısız yaşamaya… Gösterişsiz, kendinle barışık… Neşeyle üreterek… Erinçle soluk alarak… Sonra… Onu gördüm, Nihal’i. Kırk yıl öncesinden çıkmış gelmiş, aynı güzel yüz, melek bakışlar, istasyonda yanımda duruyor, tren bekliyoruz, sarı saçları at kuyruğu. İşte özlem, Nihal’e özlem. Onu hiç görmedim bunca yıl boyunca. Ona ne olduğunu bilmiyorum. Bilmek istedim mi, anımsamıyorum. Ama şimdi duyduğum özlemin içinde Nihal var, o ne olduysa, neler isteyip de olamadıysa, hepsine… Yirmi yıl boyunca kente gidip gelirken kullandığım tren yolu. Öğleüzeri trenler genellikle boş olur. Kendime en geniş pencereli koltuğu seçip oturuyorum. Akıllı telefonumu çantamdan çıkarmıyorum. Birkaç kişi daha var, hiç kimse telefonuyla oynamıyor. Ne ender bir durum. Herkes pencerelerden dışarı, ışıklı güne uzanmış. Işıkla taçlandırılmış yalnızlıklarımız. Sessiz ama aydınlık hüzünlerimiz. Bir anaokulunun yanından geçiyor tren. Başlarında güneş başlıkları, iki küçük kız, bahçede kum havuzunun yanında durmuş bir yere bakıyorlar. Bakışları, duruşları, renkli başlıkları kazınıyor belleğime. Bir öykünün adı gibiler, öyle açık tüm anlamlara… Bir mektubun sonundaki imza gibi. Öyle kesin. Ve varoluşun yaşama yolladığı bir mektubun üzerindeki renkli pullar gibi… Ne yollardan nice duraklardan geçecekler, öykülerini yazarak. Bu mektup bana değil, açıp da okuyamam. Ama başlıklı iki küçük kız, iki renkli pul… Günler geçti. Ne çok insan gördüm, değişik duruşlar, yürüyüşler… Sesleri, bakışları… Hepsi silindi gitti. Belleğimde yalnızca iki küçük kız kaldı. Ya da anlamları küçük pulların. Nihal’le bir mektuba biz de pul olmuştuk bir zamanlar. Şimdi o mektubun bir sayfası benim, içinde yazılanları ezbere biliyorum. Ya diğer sayfalar? Mektubumuza ne oldu Nihal, neredesin? Ağır bir kadın mı oldun, sıkıntılar, özlemler, ayrılıklar, ihanetler gören? Ya da ne yaşadıysan tüm yükünü sıyırıp yüreğinden, hep temiz, güzel bakışlarla, yaşamın içinde yeğni kaldın mı? Özlem diyordum… Özlem duyuyorum belirgin nenlere de… Yabancısı olmayacağım bir topluma örneğin, güvenebileceğim… Değerli olana değer vererek yaşayan, bilgeye bilge, sanatçıya sanatçı, hırsıza hırsız, soytarıya soytarı diyebilen insanlarla… Ama bilgeye soytarı, soytarıya sanatçı, hırsıza efendim demeyen! Olamaz mıydı? İçimde bir sızı... Biliyorum, yaram kendimden. Kanayan acıyan bir yara değil. İçerden ezilmiş, çürümüş. Ama özlem diri tutar, umut verir, iyileştirir. O yüzden tatlı bir sızı bu. Kent merkezine varıyorum. Aktarma yapacağım. Arkadan görüyorum önce, aynı biçimde uzun, dar kafaları, küçük sivri kulakları, kısacık kesilmiş, az dalgalı saçları, ince uzun boyunları var. Anne kız olduklarını düşünüyorum. Birinin boynu kırışık, saçları ağarmış. Diğeri daha genç. Trenden yan yana inerken konuşuyorlardı, inince genç olan diğerine aldırmadan hızla yürümeye başladı. Ah, benim annem yanımda olacak, kolunu bırakır mıyım? Kara tenli, kara saçları at kuyruğu, ufacık, kabarık kot eteğinin içinde oyuncak bebek gibi bir genç kızın yanından geçiyorum. Siyah botları, kocaman çantası ile çekingen, sakınımlı bakışları. Bir öğrenci belki de, Hindistan’dan okumaya gelmiş. Tekerlekli iskemlede uzun ak saçlı, ak sakallı, kovboy şapkalı bir adam, gülümseyen gözlerle çeviriyor tekerleklerini iskemlesinin, kucağında çantası. İri yarı bir genç adam. Pantalonu öyle belinden düşüyor ki, yalnızca donu değil, kıçının çatalı da ortada. Üstünde kalın bir kazak, başında şapka, kulaklıkları takılı… Yaşamdan ne bekliyor? Ona sormak istiyorum. Senin kıçını görmek zorunda olan bizlerden ne bekliyorsun? Trenden inip merdivenden çıkarken yan yana geliyoruz. Yüzüne bakıyorum. Boş bakışlarıyla aptal görünüyor ama olamaz. Bu giyinişi ile bir iddiası var, iddiası olan kişi boş olamaz. Boş değilse aptal olabilir mi? Ya da nasıl bir doluluk böyle bir iddiaya sokar ki kişiyi? Frankston trenine biniyorum. Öğleüzeri kalabalık değil. Kendime yine cam kıyısında bir koltuk seçip oturuyorum. Trende daha çok yaşlılar var. Birden aklıma geliyor. Yaşımızı hesaplarken, ana karnından çıkışımızı alırız başlangıç noktası olarak. Oysa ana karnına düşmekle başlar varlığa çıkışımız. Bu durumda, ey varoluş, sana çıkışımın, Deniz olarak katılışımın 50.yılındayım. Geçerken art arda iyiydi de, böyle birikmiş, topluca çok geliyor kulağıma. Elli… elli… el ile li… li… li…kısalttım, daha iyi oldu şimdi. Deniz, kaç yaşındasın? Li! Bu Franskton hattı çok güzel ama yol kıyılarında çok çöp var. Ağaçlar, çiçekler, sararmış otlar…. Doğa öyküsünü hiç çekinmeden yineliyor. Ona kim karışabilir ki! İşini bozabiliriz ama yasalarını asla! Kırmızı tuğlalı istasyon duvarları. Rayların arasında bitmiş yeşil otlar. Niye onlar taze de yanlardakiler kurumuş? Sarı çiçekli kaktüsler, palmiye ağaçları… Rayların üstüne doğru sarkan söğüt dalları… Ağır ağır yürüyen yolcular… Duvar resimleri… Özgür ruhlu sokak sanatçıları Malvern’den başlamış, raylar boyunca boyanmamış duvar bırakmamışlar. Raylar arasında biten otlarla yarışıyorlar. Sayın belediye, niye her yan çöp? Toplayın lütfen, uyumayın! Bakın sanatçı gençler uyumuyor. Her duvar boyalı. Boyacılar onlar için üretiyor olmalı. Caulfield istasyonunda bir tanıt görüyorum. “Anılarınız bu istasyonda başlar.” Bakınıyorum çevreye iyice. Anılarımız neden bu istasyonda başlıyor, ne ile başlıyor? Bir doğumevi mi var yakınlarda? İyi bir okul mu var? Ya da evlendirme dairesi? Bir yayınevi belki de… Gök kurşuniye döndü, yere indi inecek. Ağırlığı üstüme çöktü. Pek tıkır tıkır gitmiyor Melbourne’da trenlerimiz. Sürgit bir vınlama arkasından yeğni bir uğultu, arada elektrik teli atlarken olsa gerek pat pat sesleri… Çağımızın tren yolculuğu ninnisi böyle. Tekno dedikleri türden. Uykum geliyor. Uykumla birlikte çocukluğum… O zamanlarda duvarlara siyasi sloganlar yazılırdı. Tek yol Devrim! Kahrolsun Faşizm! Kahrolmadılar ama kahretmeyi sürdürüyorlar, aç gözlülük, bencillik, cahillikle el ele faşizm… Nihal’in, annemin, çocukluğumun kaldığı ülkede. Melbourne’un canı sıkılan gençleri ise anlam veremediğim imlerle boyamışlar duvarları. Kalın, içi beyaz, dışı siyah bir TGF… Kapkara bir KB… Mavi yeşil Nuha Va! Bunlar bazı adların kısaltması mı? Timothy George Fisher… Katherine Bridge… Nuha Va’yı ne yapacağım? İki duvarın arasında bir köşe duvarına, peçeli bir kadın yüzü yapmışlar. Güzel gözleri ile raylara bakıyor. Meraksız, sorunsuz, çok güzel gözlerle… Ormond istasyonu ile aklıma orlon yünler geliyor. Ben çocukken... Pastel renklerde orlon yumaklar olurdu evimizde, komşuların evlerinde. Kavuniçi, pembe, mavi… Elektrik yüklenirdik onlara dokununca… Orlon çocukluğum oldu benim. Kentlerde, evlerin, okulların duvarları arasında… Yün ya da pamuklu yazlar da geçirdim. Ama daha çok orlondu yıllarım. HanSu TaekwonDo Okulu yazıyor bir yapının üst katında boylu boyunca. Han, büyük demek, ulu, köklü, hem de yüce. Su, su demek. YüceSu Tekvando okulu… Bruce Lee ne demişti. “Su gibi ol arkadaşım, su gibi, şekilsiz ol, girdiğin kabın şeklini al. Su akabilir, su yıkabilir. Su ol. ” İnsan kabındayız, insan olun arkadaşım, insan. Politikaya da girseniz, güvenlik birimlerine de yazılsanız, bir yerlerde koca bir yönetici ya da bir inancın gönül vermiş üyesi de olsanız… İnsan şeklindesiniz, insan olun. Başka bir duvarda Nüv York Giysileri. Nüvyork’dan bizim için getiriliyormuş, doğrudan halka satış yapıyorlarmış. Defterime yazıyorum adını hemen. Nüvyork’tan Ormond’a… Ne tür giysiler getiriyorlar acaba? Gözümde hiçbir nen canlanmıyor demek ki gidip göreceğim. Kent merkezinden uzaklaştıkça istasyon duvarlarının rengi açılıyor. Yeni yapılar, gri duvarlar, tel çitler, açıkta çöp kutuları… Eski kırmızı tuğlalar yok artık, onları örecek ustalar da gitmiş. Beton döken ustalar var. Ağaçlar azaldı. Yağmur çiseliyor. Kırmızı benekli, tekerlekli bir pazar çantası, tek başına dayalı bir koltuğa… Az ileride mor ceketli kız… Burnu halkalı oğlan… Gri istasyon duvarlarını aydınlatamıyorsunuz, ama içimi açıyorsunuz. Patterson istasyonun altına doğru bir geçitte insan yüzleri ile kaplamışlar duvarı. Gök rengi zemin üzerinde, renkli karelerde insan yüzleri, yüzlerce… Şıkır şıkır… Moorabin duvarları, robot ve uzaylı resimleri ile boyanmış… Acaba burada kimler oturuyor? Uzaylı çocuklar mı? Bilim kurgu izletisinin içinde gibiyim. Moorabin’in ineklerle bir ilgisi yok. Bana hep öyle geliyor mooo, mooo derken… Aslında Avustralya’nın ilk halklarından Wurundjerilerin dilinden geldiği sanılıyor. ‘Dinlenme yeri’ demekmiş. Wurundjeri adlarını seviyorum. Yaşadığım ülkeye, topraklara en eski kültürünün sesleri ile bağlanmanın bir sıcaklığı var. Denize yakınız. Issız bir çocuk bahçesi geçiyoruz. Bir yanda çimlerin üstüne atılmış raylar görüyorum…. Tek tük… Bazen üst üste… Süs gibi değil. Onarım amaçlı gibi de değil. Rayları döşerken fazla gelmiş, unutulmuş gibi… Göğe çok yaklaşmış bir istasyondan geçiyorum. Bulutlar inmemiş Cheltenham göğe yükselmiş.Tren yolunu kesen bir sokağın köşesinde bir direğe çiçekler takmışlar. Orada ölümcül bir kaza olmuş demek ki… Çiçekler daha taze. Ne acı... Çiçeklerle anlatılan, uzaklara taşınan acı düştüğü yeri yakarken, göründüğü yerden çok uzaklaşamıyor. Bir sonraki istasyonda, eski dökük bir yapının duvarındaki mavi tren resmine kadar gelemiyor örneğin. Yağmur hızlanıyor. İki yanda alışveriş yerleri, ıslak boş sokaklar… Diğer sırada, ön koltukta kısa saçlı, yaşlı bir kadın var, elinde kahvesi, yudum yudum içiyor, zevkle kendinden geçerek. Canım kahve çekiyor. İnip alsam. Üşeniyorum. Kanarya sarısı, üstü cam bir yolcu bekleme yerinin, yağmurun altında pırıl pırıl, sırıtır gibi durduğu bir istasyondan geçiyorum. Sonra turuncu çiçekler başlıyor. Düşlüyorum. Bu yataklı bir tren olsaydı. Kahvem, pastam, böreğim olsaydı. Tren ikide bir durmasaydı. Gözlerimi kapasaydım. İçinden sarı çiçekler, pamuk bulutlar geçseydi, görecek bu kadar çok şey olmasaydı, ben aldırmasaydım… Mordialloc… Yıkık dökük yapılar, ırmak, eski tekneler, yeni tekneler, devrilmiş bir kuru ağaç, ağzımda kahve tadı, okyanusun kokusu… Koku kısmını uyduruyorum. Camlar sıkı sıkı kapalı. Kahvem de yok. Gördüklerim gerçek yalnızca. Turuncu çiçekler… Okyanusu göremedim daha… O uzakta bir sevgili, orada olduğunu biliyorum… Derken… Yalnız bir istasyon daha, kara koltukları, krem rengi istasyon duvarları… Yağmur, trenin camından nazlı süzülüyor… İşte okyanus ilerde, beyaz köpüklü eşsiz sevgili. Sana yakın olmak ne güzel. Bu istasyonlar yalnız olsa ne! Ben yalnız olsam ne! Sana yakın olduktan sonra. Evler sıralı kıyı boyunca. Arka sıralardaki evlerin balkonları uzanmış okyanusa doğru… Gündüzleri görkemli olmalı. Her an değişen renkleri, sörf yapanlar, yük gemileri ile… Ya geceleri? Okyanus görünümü olağanüstüdür. KOCA KARA BOŞLUK! Gözlerimi yummak, hiçbir nen görmemek istiyorum. Kaçırdıklarımı bilmemek. Bir ‘an’ı durdurup içinde kalmak. Olası mı? Dondurabilir miyim bir ‘an’ı? Değişmeden, kıpırdamadan, bozulmadan kalabilecek bir tek nen var mı? Varoluşun temel yasası: Değişmek. Oynamak. Oynaşmak. Anlamı dondurabilir miyim peki, var olanı, olan biteni donduramazsam da! Adımı örneğin… Atomlardan oluşmuyor. Beni tanımlayan ses dalgaları, kağıt üzerindeki izler… Adım olan, ben olmayan, anlamımı imleyen anlamım olmayan, yinelenebilir, unutulabilir, yitebilir ama değişmez olan… Ses gitse söz kalır. Söz gitse anlam kalır. Anlam gitse geriye ne kalır? Karrum’da iniyorum. Tanrı’nın tek bir anı varmış. Sonsuz bir şu an. Olmuş olacak olabilecek her nen onda yazılıymış. Okyanusa doğru yürüyorum. İnsanın anlarını inci gibi dizerek…
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış
|
| Tüm Yazarlar |
|