İnsan, yaşamı içinde çok özel anları vardır ya, hani unutamaz, derin izler bırakır, işte geçtiğimiz hafta cumartesi günü böyle bir gündü. Bir kaç hafta evvel, Talas Ortaokulu’ndan sonra gittiğim Tarsus Amerikan Koleji’nden, mezunlarla okurlar buluşması için davet yazısını aldığımda, dünyalar benim oldu. Hemen, Ankara’dan İstanbul’a uçak biletimi ayırttım.
Her ne kadar edebiyatla okulda başım hoş değildiyse de bu toplantıya çağırılmak için bir kitap yazmak yeterli idi. Benim okul çağlarında karaladığım şiir denemelerim vardı amma yazı yazmak başka bir konu idi. Liseden sonra gittiğim üniversitede Fizik okuduğum ve mesleğimle doğrudan ilişkili bir işte çalışmadığım bir gerçekti. Yazı yazmak ve bunları bir arada toplayarak kitap oluşturmak düşüncesi beni yazı yazmaya itmişti.
Yazdığım kitaplar içinde en çok Nağmelerin Öyküleri beni uğraştırmış, araştırmalarım seneler sürmüştü. Son romanım SUZAN’da da üç sene araştırma yapmıştım. İstanbul’a hazırlanırken Uluç Gürkan’dan aldığım telefonda, beraber gitmeyi planladık. İstanbul’a seyahat için her ikimiz de heyecanlanmıştık. Genç nesil okur ve yazarın bir araya toplandığı bir şölenin olacağı muhakkaktı. Cumartesi sabahı havaalanına beraber yola koyulduk. Havaalanında Uluç Gürkan’ın parlamento deneyiminden sonra verilen VIP geçişi imtiyazı ile VIP salonuna girdik. VIP salonundaki imkanlardan uzak görünümde bir ikrama sahip VIP salonunda, sabahın erken saatinde, bir kaç parlementer vardı. Hani Millet Meclisindeki iktidar tarafı ve muhalefet tarafı olarak tanımlanan fuaye ve grup toplantı salonları espirisinden esinlenen, VIP iktidar ve VIP muhalefet salonları oluşmuş olduğunu gözlemledim.
Sol salonda muhalefet ve sağ salonda iktidar milletvekilleri oturmaktaydı, tıpkı Meclisteki sol fuayenin muhalefetin ve sağ fuayenin iktidar milletvekillerinin oturduğu yer olması gibi. İstanbul uçağına her iki tarafta aynı otobüsle taşınma sırasında karşıma Meclis Başkanı Cemil Çiçek bey oturdu. Selamdan sonra aklıma bir soru geldi, hani herkesin benden cevaplamamı istedikleri:
Ne olacak bu memleketin hali?
Diye soru soracaktım amma sustum. Bu gün bir başka heyecan için motive olmuştum. İstanbul’a uçuşumuz Sabiha Gökçen Havaalanı olduğu için diğerine nazaran daha kısa sürmüştü. Hava alanından otobüsle Kadıköy’e geçmeyi planladık. Yolda giderken Uluç arkadaşıma :
Metrobüsla geçişi denedin mi ?
diye sorduğum soruya, olumsuz cevabı alınca, beraber Metrobüs durağında inerek Zincirlikuyu Metrobüsüna bindik. Çok kısa bir zamanda karşıya geçmiştik. İyi bir imkandı bu köprü geçişi. Zincirlikuyu’dan Hisar üstüne giden otobüsler Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısına kısa zamanda ulaştırdı bizi.
Albert Long Hall’da mezunların sınıf temsilcilerinin toplantısında, mezunların okula sahip çıkması yanında, okulun mezunlarına sahip çıkmasının da tartışıldığı toplantıdan sonra, mezun yazarlarla, mezun okurların buluşması görülmeye değerdi. İsimlerini bildiğimiz fakat hiç karşılaşmadığımız onlarca mezunla bir araya gelmemizin tarifi mümkün olmayan bir şölene dönüşmesi çok mutlu etmişti bizleri.
Kimi mezunlar üniversitede tez yazdıktan sonra bilimsel yazı yazmanın yanında, bilim dışı yazılarına da devam ederek meydana getirdikleri eserlerle edebiyat dünyasına katılmıştı.
Önemle vurgulanan konulardan biri de yatılı okuyan çocukların okullarda tuttukları günlükler, andaçlar ve hatıraların toplanmasına önem verilmesi, bu konunun üzerinde her okulun durması, bu fikrin geliştirilmesi idi. Her bir yazara, her ne kadar Grammy ödülü verilmedi amma buraya gelen her yazarın bir Edebiyat Oskar’ını hak ettiğini düşünmekteyim. Tarsus Amerikan Koleji mezunlarına sahip çıkan bir sistemin bir parçası olmak, bizleri mutlu kılmakta diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.