A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

Yüzeyde dağılmak | SEDAT’a

Kategori Kategori: Felsefe | Yorumlar 1 Yorum | Yazar Yazan: Mustafa Alagöz | 22 Ocak 2014 03:01:05

Bilmeye yönelik sorular nesne ve olaylar hakkında olur. Bu alanda her yanıt yeni sorular doğurur. Böylece bilgi birikimi giderek dallanıp yayılır. Bilinç bu yolla bir yandan daralmış anlamda uzmanlaşır, bir yandan da içine kapanıp bütünlükle olan organik bağını unutabilir. Anlama bir yanıyla uzmanlıkların ve dağılıp yayılmış bilgilerin içsel bağını kavramaktır. Bunların yoluyla ve bunların üzerinde ise yaşama anlam katma-anlam bulma sorunu karşımıza çıkar.

Varlığı bilmemize konu ederken bir ayrıma gidersek en sonunda iki alanla karşılaşırız; dış dünya bilgisi ve iç dünya bilgisi. Yakından baktığımızda bu iki bilgi edinme dallarının bir köke bağlı olduğunu görürüz: “bu harikalarla dolu evrende” bizim varlığımızın yeri nedir? Bilme çabalarımız son noktada kendimizi anlama kaygısına, yaşamımızın anlamını bulma noktasına getirir. İnsan ister kendini ideal-inanç-ideolojik değerler için feda etsin, ister tehlikeleri göze alarak kutupları keşfe çıksın, ister laboratuarda radyasyona maruz kalıp ölüme yürüsün (Maria Curie) anlam arayışının önüne geçilmez gücünü görebiliriz.

Anlam doğada veya toplumda hazır bulunmaz, ya da birisinden öğrenilerek, taklit ederek elde edilmez: Anlam dışarıdan hiçbir dayatma ve belirleme olmaksızın bireyin kendi bilinciyle özgürce belirleyip bağlanıp yaşattığı tüm eylemlerini, tasarımlarını, amaçlarını birliğe getiren ilkedir. Bu bağlamda o tamamen tinseldir: Her bireyin kendi özgür iradesiyle ortaya koyduğu eylemlerinin ruhu, amaçlarının yönü, içsel dünyasına bütünlük veren yaşamsal enerjidir.

Dışarıda ne anlam ne de mutluluk vardır, çünkü bunlar içimizde oluşur, içimizde duyumsanıp yaşanır. Ancak eylemler, çabalar ve eserler olarak kendini dışlaştırır. Dışarıda hiçbir nesne ve olay kendinde bir anlam taşımaz, kendisi bir anlam olamaz. Onu anlamlı kılan bizim onunla olan ilişkimizdir. Eylemlerimizi hangi ilkelere bağlı olarak yaşıyorsak, niyetimiz ve bilincimiz hangi değerlerle bezeli ise dış dünya ile ilişkilerimiz ona göre nitelik kazanır.

İnsan yaşamının gerçekliği bu ilişkilerden doğan duyumsananlardır. Dışsal şeyler sadece birer uyaran ya da araçtan ibarettir; ayrıca bunlar kendilerinde sınırlı ve geçicidirler. Değerler, ilkeler, hakikatler varlığımızın özü ve kalıcı; nesneler, olaylar, eylemler ise geçicidirler. Kalıcı yanlarımız deyim yerindeyse gökyüzü, geçici olanlar ise bulutlar gibidir. Farkındalıklı-Bilinçli varlık olan yanımız kalıcıdır; sahip olduklarımız, amaçlarımız, arzu ve isteklerimiz ise geçicidirler. Varlığımızın bu iki kutbu arasındaki uyum bizim bütünlüğümüz anlamına gelir. İnsanın içsel bütünlüğü onun huzur ve mutluluğunun temelidir. Bu uyum ise ancak “mutlak erek” olan özgürlük ilkesi ile mümkün olabilir. Pratik olarak söylersek, özgün ve özgürleştirici eylemler yoluyla.

Bütünlüklü olmak bizim aslımızdır, çünkü insan doğarken bütündür. Bundan amaç insanın doğarken kendi içinde parçalı olmadığıdır. Amaçlarıyla, arzularıyla, istekleriyle sonuç olarak tüm yaşam kaynakları birbiriyle uyumludur. Büyüdükçe, ben bilincinin oluşmasıyla insan kendisinin dış dünyadan ve diğer insanlardan ayrı olduğunu görür. Varlığını devam ettirmek ve korumak için mücadeleye girmek zorunda kalır. İşte bu süreçte insan politikleşmek, kurnaz hale gelmek, maskeler takınmak zorunda kalır.

Kutsal metinlerde anlatılan “Âdem’in cennetten kovulması miti” bir anlamda bunu simgeler. Her insan kendi özdeşliğinden çıkmak zorundadır. Kendi bireyselliğini fark edecek, böylece cennetten kovulacak, yaşamak için zahmetler çekecektir. Her birimiz çocukluğun saflığından ve coşkusundan sıyrılıp kendi sorumluluğumuzu üstlenmek zorunda kalacağız. Böylece hesaplı kitaplı, kurnazlıklarla, çekişmelerle… dolu bir yaşam serüveninin içinde kendi başımıza ayakta durmak sorumluluğu ile yüz yüze geleceğiz. Başka bir ifadeyle iç dünyamız bütünlüğünü kaybedip parçalanacaktır. Böylece güvensiz, tedirgin, gerilimli bir dünyanın yarattığı kıskançlıklar, hırslar, öfkeler arasında yorucu ve acılı atmosferinin havasını soluyarak yaşamak durumunda kalacağız.

Kaybedilen cennete tekrar dönme olanağı ve dolayısıyla umudu da yok değil. Toplumsal yaşamın koşulları insanı ne denli parçalasa, ne kadar kurnaz ve “politik” olmaya zorlasa da insan tüm bu zorlamalara karşı kendi cennetini; içsel bütünlüğünü, huzur ve mutluluğunu inşa edebilir. Çünkü insan kendi içsel duyumsamalarını fark edebilir, bunların oluş kaynağını görebilir.

Fark ediş sorunu anlamanın ve çözmenin yeterli koşuludur. Gerisi bireyin iradesine kalmıştır; iradesini gerçekleştirecek donanım ve emek gücü onda zaten vardır. Önemli olan bu yetilerini hangi ilkenin yönlendirmesi, hangi değerlerin tinsel gücü aracılığı ile yapacağını belirleyip o yönde eyleme geçmesidir; yani yaşamını nasıl anlamlandıracağıdır. Onun içindir ki Hz. İsa “tekrar dönüp çocuklar gibi olmadıkça Allahın melekûtuna giremezsiniz”, der. Hz. Mevlana da “ne olursan ol… yine gel, burası umutsuzluk kapısı değil”, derken insanın bu varoluşsal gücüne güvenerek söylemiş olsa gerek.

Kadim bir kelam vardır; “insan en yakını tarafından örtülür.” Örtü burada bilincimizin puslanması, düşüncemizin asıl olandan uzaklaşıp geçici ve aldatıcı olanın uyarılarına bağlanıp devinmesini anlatır.

İnsan ilk önce bedensel gereksinimlerinin uyarısını algılar. Nefsanî arzular, toplumsal yaşamın dayatmaları, egosal kaygılar bunu izler. Ben bilinci aynı zamanda insanın yalnızlığının da oluşturucusudur. Böylece insan içinde yalnızlığı, dışlanmışlığı, güvensizliği derinlemesine duyumsayıp yaşar. Bu duygu derinliği ölçüsünde kişiyi tedirgin eder; o yoğunlukta insanı güvenlik ve anlam arayışına iter. Saydığımız bu kaygılar ve arayışlar aslında varoluşsaldır. Dolayısıyla bu duygu ve kaygıların itkisiyle hep bir arayış içinde oluruz. Ancak bu arayışta izlenen yol ve kullanılan araçların arayışlarımızın aslına uygun olup olmaması içsel bütünlüğümüzü oluşturmamızın ve yaşamımızı anlamlı kılmamızı belirler.
“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı
Bir zerreciğin ki arşa gebeyim
Dev sancılarımın budur kaynağı”
                         N.F. Kısakürek
Bu arayış modern yaşamda kendini tam bir açıklıkla ortaya koydu. İnsan bu döneme kadar (modern) genel olarak “olduğu gibi kalmak istedi.” Çünkü aidiyetler bireye belirli bir güven, uyum ve huzur veriyordu. Ancak günümüzde “Birey”in ortaya çıkmasıyla güvenlik şemsiyesi ortadan kalktı. Her insan kendi yaşamının anlamını kendinden daha güçlü dünyalara ait olmakla ve kendiliğinden yaşanan teslimiyetle tatmin ediyordu. Artık ne böyle bir güvenli şemsiye ne de bundan kendiliğinden tatmin olan bir birey var.

Modern yaşam bireyi toplum içinde kendi başına bıraktı, “Varoluşçu Felsefe”nin söylemiyle kendini “atılmış varlık” olarak buldu. Bu atılmışlık, kendi başına ortalığa salıverilmişlik hali insanı tedirgin ediyor, yaşamına bir anlam bulma arayışına itiyor.

Nasıl ki “insan en yakını tarafından örtülüyor”, aynı şekilde çareyi en yakınına sarılmakta arıyor. Sarıldığı en yakın şeyler ise arzularını tatmin edecek nesneler, onu günlük sıkıntıdan kurtaracak oyalanmalardır. Böylesi bir yaşantı bireyi sadece dışarıdan gelecek uyaranların çoğaltılmasına yöneltir. Hep daha çoğunu elde etmenin, daha farklı olana erişmenin, çeşidin durmaksızın artırılmasının telaşını doğurur. Buradaki artış ise sadece nicelikseldir. İnsanın gerçek doyumu içseldir; huzur, mutluluk, ferahlık, kendinden eminlik, talepsizlik hali içeridedir. Yaşamın doyumu ve anlamı bunları duyumsamaktan ve deneyimlemekten geçer. Halbuki eşyalar, nesneler, olaylar, ilişkiler hep dışımızdadır. İnsan inçsel boşluğunu, anlam arayışını ne kadar dışsal uyaranlar yoluyla gidermeye çalışırsa kendinden o kadar uzaklaşır; anlamsızlık, tatminsizlik, içsel boşluk o ölçüde artar.

Günümüz yaşamı derinleşmiyor, yüzeyselleşiyor; çünkü çeşitlilik, niceliksel artış öylesine yoğun yaşanıyor ki insan bu karmaşa içinde kendine dönmekte zorlanıyor. Her şey sadece sonuçlarıyla yaşanıyor, oluşların gerisindeki süreç gözlerden uzak kalıyor. Her şey nesneleşiyor. İnsanlar birbirleri ile ilişkilerin kendilerini insan olarak deneyimleyebilecekleri, sevebilecekleri bir değer olarak görmek yerine, günlük sıkıntılarını ve oyalanmalarını giderecek birer araçmışçasına yaşıyorlar. Her şey öylesine hızlı kullanılıp tüketiliyor ki değerler birbirine karışıyor, vefa duygusu yok oluyor.

Değerin ve vefanın olmadığı yerde her şeyin göreceli olduğu yüzeyselliği bilinçleri köreltir, insanın özünü çürütür. İnsan sorumluluk üstlenmesiyle, emeğinin sevinciyle, bağlandığı değerleri ile kendini yaratır. Böylece vefaya açılır. İnsanın kendi asli değerini fark ettiğinin, kendine saygı duyduğunun, böylece yaşama ve insanlığa karşı bir sorumluluk duyma erdemini taşıdığının göstergesi onun vefasıdır. Vefa bireyin bulunduğu şu ana sahip çıkması, bulunduğu anda hayatında sahip olduğu her şeyin bir süreç sonucunda geçmişten süzülerek gelip kendisine sunulduğunun bilinci ve bu geçmişe duyduğu saygıdır.

Yaşıyor olmakla yaşadığımız dünya ya karşı bir sorumluluk altına girmiş oluyoruz. Bu sorumluluk bir külfetmiş gibi de, bir sevinç ve özgürlük olanağı olarak ta üstlenilebilir. Özgür irade sahibi insan nereye yönelirse ona gere yol alır, ona göre yapıp eyler. Ve sonuçlarını ona göre yaşar. Ama içimizdeki özgürlük ateşi, adalet tutkusu, anlam arayışı bizi içten içe hep uyarır. Bu uyarının sesini herkes işitir; ancak farklı duyar. Duyduğuna göre de “eyler.” Eylediklerinin meyvesini de mutlaka tadar. Hak yolda, aslına uygun eyleyip eylemediğini bu “Tad”dan anlar.
Kendini bilmektir dedi sözün özü, bu bilge de
şerefine! dediler
insanlığın hediyesi bir kadeh baldıran zehri
bir horoz adağı vardı sağlık tanrısına
ve sağlığınıza! dedi kendini bilerek kendinden geçti

yine sizin oralardan asil ruhlu bir adam, geçende…
ne kadar önce bilirse kendini kişi
o kadar uzun ve huzurlu yaşarmış dedi
yine yaş geldi gözlerimden
geldi ki, günlerce…
…….                                

değmeden kirpikleri birbirine
külü üfleyen
daha nice insan geçti bu kapıdan…
SEDAT SARIBUDAK

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 10 / 1 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

ismet neşe sarıbudak { 20 Şubat 2014 12:43:19 }
sevgili sedat bu dünyadan cennete gittin yerinde huzurla uyu seni çok sevdik ismet neşe
Diğer Sayfalar: 1.

 




'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

TRUMPİST BİR DÜNYADA ERTESİ GÜN
Seküler Yahudiler rahatsız: "İsrail, İran olacak"
Avusturya seçimleri: Aşırı sağ sandıktan birinci çıktı.
Avustralya binlerce vatandaşına Lübnan'ı terk etmelerini tavsiye etti.
New York Belediye Başkanı Türkiye'den rüşvet mi aldı?

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap
ENTERNASYONAL

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında
Kadın ve Erkek
MAZRUF

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git