|
|
Bir de köprü altları var.Kategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 08 Ocak 2014 10:52:51 Herkesin bir evi yok . Bazılarının evi var yuvası yok. Ama önce ev gerekiyor, başını sokacak bir yer! Bir korunağa, bir sığınağa, ısınacak, güvende olacak, rahat edecek, kişisel bakımımızı yapacak, cinselliğimizi yaşayabilecek bir yere gereksinimimiz var. Birikimlerimizi tutacak, onların tadını çıkaracak, başkaları ile de paylaşacak bir yer gerekli hepimize.... Bir mağara bile olabilir, güzel bir yurt göçerlerin kullandığı gibi ya da ağaçtan şirin bir klübe... İki odalı küçük bir ev de olabilir, bol odalı bir konak, gösterişli bir saray yavrusu ya da bir saray! Tüm yaşamlarını kayığın az irisi teknelerde geçirenler de var Asya Pasifik’de. Ailecek balıkçılık yapıyorlar, o kayıkta doğup, karaya basmadan ömür geçirenler...
İnsan kendini nerede güvende, rahat, huzurlu duyumsuyorsa orası evidir. Nerede kendini geliştirebiliyor, sevgiyle sarıp sarmalanıyorsa orası yuvası. Bir de köprü altları var. Köprü altlarında yatan ne çok insan var! Yazın tamam da ya kışın soğuğunda? Güney Yıldızı’na yakın bir köprü altında genç bir oğlan uyuyor, her sabah saçlarını görüyorum, bir tek saçları uyku tulumunun dışında. Başucunda papuçları yanyana, aynı hizada. Gündüzleri bazen çimenlerin üstünde oturuyor, güneşe dönük. Kendi başına hep. Çalıştığım şirket kendine yeni bir işyeri yaptırdı. Her neni ile çağın olanakları kullanıldı yapıda, mimari tasarımda çağın gereksinimleri belirleyici oldu. Yalnızlaşan, sanal ortamlara bağımlılık yaşayan insanı kabuğundan çıkarmak, iş arkadaşları ile kaynaşmasını sağlamak için aydınlık, geniş, duvarsız çalışma ortamları yapılıyor artık. Uzun çalışma saatlerine karşın bir tür özgürlük, diğerleri ile eşitlik duygusu veriyor böyle iş yerleri. Doğaya duyarlı davranmak gerektiği için enerji kullanımını en aza indirgenecek biçimde düzenleniyor ışık, ısıtma düzenekleri. Yeni yapılan, görebildiğim tüm işyerleri öyle, rahat, çalışanların alışkanlıkları gözönüne alınırak, kendi içinde yeterlikli yapılıyor ki, çağdaş çalışanlar, vicdanları rahat, keyifleri yerinde kahvelerini alıp, yapıların girişinde bir köyün meydanı gibi düzenlenmiş, havuzlu, bitkili, sedirli, koltuklu , geniş, aydınlık, halılı, çiçekli bina içlerinde kahvelerini içsin, toplantılarını yapsın, bir topluma bir yere aitlik duygusu yaşasınlar. Sabahtan akşama hiç dışarı çıkmadan yaşayabiliriz böyle bir yapı içinde. Gündüzleri bu çağdaş köy meydanları herkese açık. Akşam altıdan sonra güvenlik devreye giriyor. Dışarı çıkmakta özgürsünüz, elektronik kartınız ya da şifreniz yoksa içeri giremezsiniz. Sabahları işe geç başladığımdan, kahve kuyruğuna girmiş ya da masalarda çoktan toplantılara başlamış şenlikli kalabalığın içinden geçerim. Çoğu kez akşam işten geç çıkar, yalnız bırakılmış koltuklar, halılar, çiçekler, üstlerinde vazoları duran düzenli masaların, kahvecinin vitrininde bırakılmış poğaçaların önünden geçer, güvenlik düğmesine basar, ağır ağır açılan kapıdan akşam sokaklarına çıkarım. Artık tramvay sık geçmez. Güney Yıldızı tren istasyonuna dek yürümek hoşuma gider. Benim gibi yürüyerek istasyona giden başkaları da olur. Birbirimize dikkat etmeden, kulaklıklarımız takılı, kendi dünyalarımızda yürürüz. . . Çıktığımızdan başka hiç birinin içine giremeyeceğimiz yapıların önünden geçeriz. Sokak ışıklarının yansımasında, camlarında görünürüz arada. İşyerimin hemen yanındaki yeni yapılan yapı dışında. Onun içine girmek olasıydı. Tahta perdelerin arasında bir kapısı açıktı. Ama onun karanlık içine kim girmek ister ki. Belki de içerde bir bekçisi vardı. Öyle ya arkada hala iş araç gereçleri dururken... Ama böyle bir iş kolu olduğunu sanmıyorum Avustralya’da. Kim bir yapıya tek başına bir kişi diker ki her yere alarm düzeneği yerleştirip güvenlik şirketi ile anlaşmak varken. Bittikten sonra da bu yapının içine girmeyi aklımdan geçirmedim. Doğru, imrenilecek bir özenle yapıldı. Masamdan her katın çıkılışını izlemiştim. Ara katların yapı içine bakan balkonları var, çatıdaki camdan doğal ışık alıyor. Çatının kalanı güneş enerjisi toplamak için özel plakalarla kaplı. Bir zamanlar iş araçlarının durduğu arka bahçesine koca ağaçlar diktiler. Bir günde. Gündüz kondu ağaçlarının altında ahşap koltuklar var. Çalışma da uzan hep kitap oku! Yüksek, yeşil ağaçlar, orada filizlenip büyümüşler gibi, esintili yaprakları... Ama o yapının ilk ve gerçek sahiplerini biliyorum. Ya beşinci kattaki masamdan bakarken ya da akşamları önünden geçerken gördüğüm koca, kara sıçanlar! Burunları yerde, hızla bir yerlerden bir yerlere giderlerdi. Denize açılan ırmak, kanal düzenekleri, su yolları çevresindeki sazlıklar onların doğal yerleşkesiydi belki de. Yavaş yavaş insanlara kaptırdılar. Sanırım sıçanlar kazançlı çıktı bu işten. Yeni yapıların katları arasında, içinden havalandırma, ısıtma borularının geçtiği, iletişim ağlarının yer aldığı boşluklar var. Her katın mutfağında, çalışanların masalarında yiyecek, içecek olur... Tamam kimse eve giderken açıkta bir nen bırakmıyor. Bıraksalar da bu kedi irisi sıçanları doyurmaz. Ama az kullanılan, onarım için gelenlerin de pek uğramayacağı, hava koşullarından etkilenmeyecek güzel kuytularda iyice semirip, rahatça üreyebilirler. İnsan ile sıçan kardeşliği! Yaşasın paralel dünyalar! Bir de köprü altları var. Herkes evine gittikten, işyerlerinin kapıları kitlendikten sonra, sokak ışıklarının aydınlığında hüzünlü koltuklarla, halılar sabahı beklerken, evsizlerin buldukları bir uyku tulumuna girip altında kıvrıldıkları...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış
|
| Tüm Yazarlar |
|