Uzaktan bakınca bir liderde olması gereken bütün özellikler "0"'nda bulunuyordu. Güçlüydü, hırsıylı, hitabet konusunda yetenekliydi. Sakın yanlış anlaşılmasın. Caesar’dan bahsediyorum. Ondan sonra İmparatorluğa dönüşecek olan Roma'nın en geniş sınırları onun döneminde topraklara katıldı.
Sonradan kendisine rakip olduğu için öldürülmesi emrini verdiği Pompeius’la ortaklık yaptığında Cicero, süregelen gidişatın tiranlığa evrileceğinden korktuğunu çok önceden söylemişti. Caesar diktatör oldu. Diktatörlüğünü ömür boyu uzattı. O zamana kadar ağır aksak işleyen krallık, aristokratların oluşturduğu senato ve pleb meclisi kendi aralarında dengeyi kollayarak demokrasiye yaklaşmaya çalışıyordu. Caesar’dan sonra üçlü ayak yıkıldı. Sadece Caesar kaldı.
Cumhuriyetçiler Caesar’ın tiranlığa koşmasından rahatsızlık duydu. O zamanların cumhuriyetçi aktivistlerinden Brütüs, Caesar’ın yanına kadar sinsice sızdı. Caesar’ı öldürdü. Öldürmek kanlı bir eylem olunca o kan, cumhuriyetçilik fikrine de bulaştı. Kimbilir belki ondan sonra halk bir daha cumhuriyeti istemedi. Brütüs hain ilan edilip öldürüldü. Caesar yerine geçecek imparatorların adlarının başına sıfat olarak eklendi. Bir dönem sona ermişti. Bir daha Roma’ya cumhuriyet geri gelmedi. Yüzyıllarca halk önce imparatorun sonra da feodalitenın tebası kaldı.
Milli iradenin, halkın egemenliğinin, asıl olması fikrini ortaya atan Jean Jack Rousseau, The Social Contract kitabının son kısmında Antik Roma’yı anlatır. Antik Roma’dan hareket eder.
Hukuk öğrencileri birinci sınıfta “Demokrasi nedir?” sorusuna Rousseau’dan hareketle: “Halkın egemenliği!” cevabını yapıştırdıklarında hocaları onları: “Demokrasi: Milli irade kadar azınlığın bir gün çoğunluk olmabilme şansıdır.” diye düzeltirlerdi. Belki şimdilerde hocalar yorulmuştur, kulakları az duyuyordur, böyle cevaplar veriyorlar mı bilmiyorum.
Siyasetçi ya da toplum bilimci olmadığımdan boğazımızda düğümlenen sıkıntıların çaresinin tam olarak ne olduğunu bulamıyorum. Sadece içimden şarkı söylüyorum. Siz de bana katılın. Haydi!