|
|
aydınKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Aykut Yazgan | 08 Ocak 2008 15:08:43 15 ağustos 1995 tarihinde cumhuriyet gazetesinde "aydın" üzerine başlatılan sütunlarası tartışmayı bir takım garip duygularla ve fakat çok sıkı bir şekilde takip etmiştim. aslında takip edebilmek için daha çok izlemiş veya iz sürmüş de diyebilirim. çünkü olaya hangi kalemşörün hangi sütunda ne gün hangi saatte ve nasıl yaklaşacağı hiç belli olmuyordu.
daha da kötüsü; ser levhasında "aydın" lakırdısı geçmeyen makalelerde ve ilgi alanı pek "aydın" olmayan köşe yazarlarının sütunlarında bile bir “aydın” tartışmasının kırıntılarına rastlamak mümkündü. hal böyle olunca cümle sezar'ların hakkını sezar'lara verebilmek için zorunlu olarak bütün cumhuriyet'de iz sürmek farz oldu. bu uğraş bazen de pazar günlerinin daha keyifli öğleden evvellerine kalıyor. sol tarafta bir bardak çay, yerde tarih sırası ile bir haftanın birikmiş bütün cumhuriyet'leri, kucakta bir önceki cumartesi nüshası, sağ elde bir makas, pür dikkat "aydın" avına çıkıyordum. artık şansım yaver giderse kesilmiş üç beş nadide köşe yazısını bir hayli kabarık olan "gazete kupürleri dosya" mın bir yerine "15 ağustos aydın polemiği" ismi altında biriktirip yerleştiriyordum. ve kendi kendime “galiba bu gidişle yalnız bu küme için ayrı, özel ve şişkince bir dosya gerekecek” diyordum. çünkü tartışma, nostaljik diyemeyeceğim ama, biraz hüzünlü, biraz efkarlı bir osmanlı/şark özlemi ile üstad atilla ilhan'ın "hangi batı"sında bile yakalayamadığı bir batı arasında sanki sonu gelmeyecekmiş gibi gidip geliyordu. herhalde sıra "aydına" da gelir diye sabırla gazetede iz sürmeye ve kupür avlamaya devam ediyordum. evvel zaman içinde peyami safa, nazım hikmet, ahmet emin yalman, hüseyin cahit, zekeriya sertel, yusuf ziya ortaç ve daha aklıma şu anda gelmeyen bir çok yazarın başlatıp da bir türlü bitiremedikleri, okunurken bir başka tad, başka bir lezzet alınan polemikleri hayal meyal hatırımda. kıran kırana ve fakat o zamanlar var olan “edebiyat” denilen bir san’atın ve “terbiye” denilen insani bir hasletin sınırları içersinde kalan bir tartışma şekli.. diğer taraftan yine o zamanlar halkına halen bir tebaa gibi davranan, (bugün bile bu kötü alışkanlığından bir türlü kurtulamayan) ve sureta onun güvenliği için kendini adeta paralayan devlet ana ve uzantıları ve hempaları bu yazıları daha çok abdülhamitvari bir dikkatle incelerlerdi... ve böylece dikkatlerin ciheti devletçe karilere yanlış odaklanması sonucu ki, bunda kimsenin zerre kadar kabahti yoktu (!..) sikleti merkez, tartışılan kimi fikir veya polemiklerden yanlış doğrulara kaydırılınca olan, mesela, "tan"a[2] olurdu, nazım'a[3] olurdu, (safa'ya[4] bir şey yok..), yalçın'a[5] olurdu, adsız'a[6] olurdu... bunlar ya bir kaç aylığından bir kaç senelere varan “dam”a mahkum olurlardı. ya da bugün sirkeci’de halen bir heyula gibi dikilmekte olan emniyet binasının tabutluğuna belirsiz bir süre misafir edilirlerdi. tabii eğer resmi tarihe başvuracak olunursa bu münferit olayların "türk aydın"ı ile ve "o"nun "makus taksiratı" (!..) ve hele hele "polemikleri" ile pek bir ilgisi yok gibi. sureta... her neyse... nereden nereye... hoş bir duygu zaman tüneli içersinde böyle kısa bir yolculuk. evet. özelde gazetemde genelde yurdumda herhalde sıra "aydına" salt "aydın" nın kendisinin tartışılması düzeyine de gelinecek diye sabırla iz sürmeye ve kupür avlamaya devam ediyordum. kimi zaman acaba doğru mu anladım gibilerinden batı (ah bu batı ahh !..) dillerinden birine müracaat edip kimine göre küçük, komik mukayeseler yapıyorum.(iki sözcüğü "karşı be karşı" getirip "karşılaştırmaktansa", "kıyas" edip "mukayese etmek" daha bir hoş). batıca'dan batıca'ya "intellect"ten türetilmiş bir "entellektüel" ile, doğuca'dan batıca'ya belki de "illümine" olabilecek bir "münevver" arasındaki farkı yakalamaya çalışıyorum. gerçi batı dediğimiz batı, zamanında kendi batısının bizim doğumuzda kalması hasebiyle, hindi, çini, maçini, japonu, tibeti, rusu, mısırı; kendi batısının ise batısında kalan maya, inka, aztek, kızılderililer gibi koskoca dev medeniyetlerin beşiklerini, kültürlerini, hazinelerini yağmalamaktan başka onları pek adamdan saymamış. (şimdi çok sayıyor allah için...) dünyanın o yönünü bu yönden pek kaale almamış. avrupa'nın merkezindeki üç beş ülkecik ve dört beş kafası çalışan adamla ve yalnız ve yalnız, kendi kafalarından değil, hayır, zaten çok öncelerde varolan değerler silsilesinin üzerine[7] ustaca bina ediverdikleri düşünce sistemleri ile bütün bir dünyanın birdenbire yanan meş'alesi olmuş; dolaysıyla bizimkilerin de koskoca dünyada bu yön ve komşu kıtlığından dolayı alabilecekleri başkaca örnek kültür veya şablon medeniyet ve seçenekleri bulunamadığından - ve koskoca “ertuğrul” da gittiği yerde batıverip o treni de kaçırdıktan sonra - “jön türklerimizin” tenevvür edebilecekleri başkaca kültür sığınağı kalmadığından, bizim için (mecazi veya değil..) batı'nın batı olabileceği tek bir batı kalmış geriye. yukardaki bağırsak solucanı gibi uzun bu bir tek cümle niye ? avrupa denilen diyarı küffarda bir "illumination" bir "aufklaerung" olmuş. neden olmuş ? iyi mi olmuş ? kötü mü olmuş ? nasıl olmuş ? her ne olmuşsa olmuş. yanlız benim için (yani batıcaya müracaat ettiğimde) "illumine" olanlar, "aufgeklaert" edilenler uzun bir "haaaa !.." çektikten sonra "tenevvür" etmişler. (yoksa aydınlanmışlar mı desek ?) bunları yapanlar ise yanlızca kendilerinin değil (hayır bu daha az..) ama rüzgar yıldızının dört bir tarafından savrulup gelen ince zeka pırıltılarını haddi zatında var olan "an" ın (doğal zeka) "anlık" (bellek) bölümüne biriktirip, eleyip, eleştirip, bolca septik ve antiseptik kullanarak oluşturdukları "anlak" (zeka..entellekt..) ile evrensel bir "us" yani analitik aklı oluşturmuşlar. sanırım "entellektüel" de bunun için. ama yanılmış da olabilirim. fakat bunları yapanlar kendilerine ne "illuminateur" ne de "aufklaerer" sıfatlarını takıp takıştırmada bir açmaza düşmemişler hiçbir zaman. hele hele "batı aydınlanması" nın her hangi bir etabında: -efendim bunların bir kısmı "gerçek grek illuminateur" leridir diğer bir kısmı "sahte cermen aufklaerer" leri, diye bir polemiği ben ne duydum ne de böyle bir tartışmaya şahit oldum şimdiye kadar. –bizim “aydın tartışmasına” kinaye…- ve işin burasında bizim "aydın" a geldiğimde aklım fikrim bir ışık kaynağı, bir aydınlık; bir kandil, bir gaz lambası veya el feneri gibi aletlerden tutunda dolar'ın arka tarafındaki piramitin içindeki "göz" e isim veren meş'um "illuminati" lere kadar gidip geliyor (bu da illumine'den kinaye). tabii, diğer taraftan türkçemize yerleştirdiğimiz, tam türkçe karşılığını bulabilmek için bazen amuda kalktığımız, bizim "entellektüel" (!) ile "aydın" arasına zaman zaman koyduğumuz kesin tavırla bizim "entellektüel" imizin onlarınki ile ayni paralelde olup olmadığı da ayrı bir soru. ya da acaba diyorum kendi kendime şu "aydın", bu bağlamda ve bu anlamda bir "nur" dan çok bir "aydınlık"tan çok bir "entellek"ten çok "aymak" fiiline mi daha yakın duruyor ? aydığı zaman, aydığı ölçüde mi "aydın" oluyor. eğer öyle ise, ah.. bir ayabilse !.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|