|
|
Bir öykü - Eve GitmekKategori: Yaşam | 5 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 22 Nisan 2013 10:56:20 Franz Kafka, çok kısa bir öyküsünde iki köy arasındaki yolu gitmeye bir ömür yetmeyeceğini söyler. Her gün her birimiz evlerimizle işyerlerimiz arasında saatlerce yol gidip geliyoruz. Kaç ömre sığar bakmadıklarımız, görmediklerimiz, umursamadıklarımız. Bu öykünün adı eve gitmek. Görmeye, duymaya, anlamaya çalışmış bir yolcudan.
EVE GITMEK Yeni kesilmiş çimenler... Akşam iş çıkışı, işlek caddede yürürken içime doldu kokusu, bütün gerginliğimi bir çırpıda, hiç çaktırmadan alıverdi. Aa bir de baktım, omuzlarım düşmüş, sırtımdaki çantam hafiflemiş. Niye gerilmiştim ben? Karşılıklı çıkışmalı bir toplantı olmuştu. Sonunda birbirimizi anladık, biraz biz geri adım attık, biraz da onlar. Patronumun, kendini ortaya atmadan sorunu ortaya koyma kararlılığı ile geri adım atarken çözümü gözetip bizi gerginliğin dışında tutması benim için öğretici oldu. Eğlendirici olsaydı gerilmeyecektim.Bazan öğrenirken zorlanıyorum. Bir sorunu teknik olarak çözmek eğlendirici, çözüm üretebilecek donanımları öğrenmek eğlendirici. İnsanların farklı eğilimleri, beklentileri ile durumlara yaklaşımlarını aynı noktada birleştirip, çözümü yaşama geçirebilecek ortamı hazırlamak için nasıl düşünüp davranacağını öğrenmek; insanları anlama yöntemlerini geliştirmek; üstelik de bunları dürüstlükten ayrılmadan, çözümden uzaklaşmadan, yaşayarak öğrenmek eğlendirici değil. Bu politika ile diplomasinin evliliğini kişiliğinde başarmak demek. Ama bir gün bunu başarabilirsem her zaman her yerde eğleniyor olacağım. Patronum alışkın, toplantıdan sonra güldü, bunlar böyle dedi. Güney Afrikalılar, tutumları sert, hep hırslı ama öğreniyorum onlarla baş etmeyi. Sonra, hızla diğer toplantısına yollandı. Ben masama geri döndüm. Oturamadım. Dolanıp durdum masalar arasında. İçimde gerilmiş teller titreşiyorlardı hala. Titreşimden kurtulmak için ne yapabilirdim! Biraz su içtim. Yanından geçerken Linda başını kaldırıp baktı. Anladım hemen. Masasına dayanarak durdum, çene çaldık. Akşam arkadaşları gelecekmiş, evi çok dağınıkmış, üstelik sabah çocukların yere saçtıkları meyveleri toplamamış, şimdi ne halde olacaklarını düşünmek istemiyormuş. Sonra da omuzlarını silkti. Çok da aldırmıyorum. Gülümsedim. Ona destek verdim ben de omuzlarımı silkerek. Öyle her pisliğe, dağınıklığa aldıran annelerden değiliz. Sık sık bir iki kadeh şarap ile, gereksiz şeylerden konuşmayı, ya da konuşmadan çevreye bakınarak boşa zaman geçirmeyi, hızlı bir müzik de varsa kırk elli yılımız hiç geçmemiş gibi oynayıp kendimizi unutmayı seviyoruz. Çantamızı toplayıp işten çıktık. O kreşe yollandı, ufaklıkları almaya. Ben de tren istasyonuna yürüyüşe geçtim. Bu yolu seviyorum. Uzun değil, çok kısa da değil. Tekdüze hiç değil.Farklı binaların, farklı çevre düzenlemelerinin arasından geçip gidiyorum. Ha bir de yokuşu var. Yokuşun tadı ayrı. Çocukluktan kalma bir alışkanlık mı? Ankara’da Dikimevi, Abidinpaşa yokuşlarında yirmi yıllık eğitim görmüşlüğüm var. Belki de bacak kaslarım ona göre gelişti, yokuş bulunca seviniyorlar. Çimen kokusu diyordum. İçimde titreşen teller varsa yapılacak en güzel şeyin ne olduğunu biliyorum artık. Belediyenin çim biçme saatine denk gelmeyebilir elbette benim titreşimler. Atarım kendimi en yakın bahçeye, bulduğum otları yolar yolar koklarım. Bahçe yok mu, sokakta çimenli bir avuç toprak da mı kalmamış. Buzdolabını açıp yeşillik ne varsa artık... Maydanoz olur, marul, nane olur. Alırım bıçağın altında. Gerçi yeni kesilmiş çimen kokusunun, bir gece önceden yağmurla ıslanmış toprağın kokusu ile karışıp, hafif bir esintinin yüz adım ötedeki limandan getirdiği iyot kokusu ile süslenmesinin yerini ne alabilir! Önüm sıra bir kız yürüyor, uzun siyah saçlı. Siyah, ütülü ceketinin altında, beyaz tüllü kabarık eteği, üstünde pembe güller, ayaklarında parmak arası kumsal terlikleri.. Bunları yazınca kızın görünümü biraz tuhaf geldi. Hani düş gibi. Düşü görürken herşey doğaldır da sonra düşünürken saçma gelir ya... . Gözümde yeniden canlandırınca şimdi, annesinin elinden tam giyinmeden kaçmış yaramaz bir kız çocuğuna benzettim... Acaba uzun yıllardır Melbourne’da yaşadığım, giysi alışverişlerini Hong Kong’dan yapan Çinli kız arkadaşlarım olduğu için mi, bu giyinme biçimi bana söze dökmeyince tuhaf gelmiyor. Örneğin Angel’ın giysileri... pembe pantalon üstüne dantel yakalı beyaz bluzu, altında beyaz topuklu ayakkabısı... Hayır giyinmeyi bilmemek değil bu. Başka türlü bir zevkle giyinmek. Arkadan gelip bizi geçen kızın bacaklarındaki siyah çoraba tam da gözümün önünde yürüdüğü için takılıyorum... Çoraba tepeden tırnağa kesikler atılmış, sonra o kesiklere siyah dantel dikilmiş gibi. Çorabın içindeki bacakları ince, çarpık. Yoksa kösnüllüğü ile göze batıcı olabilirdi. Bazan çok güzel şeyler doğal durmaz. Ama bu güzel bacaklı kızların kenti Melbourne’da, çoraba sokulup sokağa koyverilmiş bir çift eğri bacak, çalı çırpı gibi doğal, sıradan duruyor. Ayağındaki beyaz, kısa topuklu, fiyonklu ayakkabılar olmasa, ayakkabılar ayağına bol durmasa, dantelli mi dantelsiz mi çorabı ile hiç ilgi uyandırmayabilirdi. Merak ediyorum, bu nasıl bir giyinme biçimidir? Nasıl bir anlayıştan doğmaktadır? Belki de başka hiç bir şey bulamadı, zorunlu kaldı böyle giyinmeye. Melbourne sokaklarında herkese yer var. Kimse aykırı düşmüyor. Bunun gizi nedir? Güney Yıldızı (Southern Cross)‘na varıyorum. Flinders’ın tersine hiç de şiirsel bir tren istasyonu değil. Devasa bir gar. Bilmem kaç hat, üstelik şehirler arası ile kasabalara giden trenler de buradan kalkıyor. Gelip giden uzun gri trenler, yürüyen merdivenler, çok yüksek dalgalı çatısının arasından sızan gökyüzü, her yanda hareket halinde karınca gibi insanlarla bilim kurgu filmlerinde uzay gemilerinin kalkıp indiği limanları çağrıştırıyor. Küçük oğlum, trenle şehre inerken geçen gün “bir sonraki durak Güney Yıldızı” deyince, muzipçe gülümseyerek sordu. Nasıl yani, Ay’a ya da Satürn’e uğramadan mı! Güney Yıldızı... Evet adı şiirsel, kendi değil işte. Yüksek merdivenlerden inip son anda trenime biniyorum. İçi neredeyse boş. Pencere yanında gözüme kestirdiğim koltuğa giderken dizlerinin tam üzerinde fiyonklu kırmızı kurdele takılı kızın iki karış topuklu çizmelerinin yanından geçiyorum. Dudağındaki hızmayı, kürk başlığını, boyayla çekikliğinin altı iyice çizilmiş gözlerini, hokka burnunu da görüyorum. Çok ince çok genç çok güzel. Öyle genç öyle güzel ki varlığı saydam sanki. Dün doğmuş da insan ruhunu okuyabilir... Akıl dışı çizmeleri çok yakışmış. Ama o çizmelerin üstünden düşerse bir kaç kemiği kırılır. Kırılmasa da yardım olmadan kalkamaz. Eğer düşecek olursa dilerim yardımsever insanların yöresinde düşer. Sırtında koca mavi bir de çantası var. O çantanın içinde ne var? Belki de bir yerde gösteri yapacak, masa üstü dansçısı da olabilir. Bilemeyeceğim ne hayatlar yaşanıyor gecesinde gündüzünde Melbourne’nun. Yok bilmem gerekmiyor. Meraklıyım da kaldıramayacağım bilgilerle yüklenmek istemiyorum. Herşeyi bilmeyi onu kaldırabilecek olana bırakıyorum. Bizim çizmeli kedinin sırtı bana dönük. Öne doğru eğilmiş bir şeyler yapıyor. Flinders istasyonuna gelince yerinden kalkıyor, ince, alımlı, gururlu... Kırmızı, mavi, siyah... Yumuşak, pırıltılı... Kayar gibi çıkıp gidiyor. Tren yolcu doluyor yine ama onun bıraktığı bir boşluk var, kimse dolduramıyor. O Güney Yıldızı limanından kalkan bu trende başka bir boyuta aralanan bir kapıydı, biz oradan geçemeden kapı yitti, aralığı içimizde kaldı yalnızca. İki koltuk ilerimde türbanlı tombulca bir kadın oturuyor. Gri giysileri tombulluğunu sarmış. Genç kadının utangaç ama kanlı, canlı bir oturuşu var. Tam bilememiş, giysi saklamak için midir sezdirmek için mi? Yoksa soğuktan sıcaktan, tozdan dumandan korusa yeter mi? Ha bir de erkeklerden. Ama erkeklerden koruyabilecek bir giysi yapılmadı henüz. Çelik bir kafeste tutabiliriz kadınları elbette. Ama erkek bakışını yok edemezsek çelik kafesleri de deler geçer. Kadını yok etsek bu kez kadın fikrini deler geçer. Ne yapmalı? Koşullanmışım kadını türbana sokan inancın söylemleri ile. Ne zaman türbanlı bir kadın görsem, işte diyorum bu cennete gidecek. Ama orada ne yapacak? İste iste iste... Al al al. Tat tat tat... Nereye kadar! Cennet..... Cenneeettt..... Erkekleri özendirenin neler olduğunu biliyoruz ama kadınları neyin beklediğine ilişkin bir bilgi yok. Cennette kadınlar ne yapar? Ama sanırım zaten türbanlı hanım daha çok cehennemden kaçıyor. Kırmızı kısa etekli başka bir kadın var çaprazımda. Öyle rahat oturmuş ki, biçimli, kaslı, güçlü bacakları kısıtlanamaz gibi. Kucağında bir defter, hızlı hızlı not alıyor. Defterin altında, bacaklarının arasında karanlık bir yuva var. Kimse ayırdında değil. Karşısında oturan adamın da umurunda değil... Çünkü bu kadın onun kadını değil. Adam da kadınların bacak aralarına takıntılı değil. Bu kadın cehennem yolcusu diyorum. Zaten eteği de kırmızı. Ama bu dünyada cennette. Cennet, özgürlüğü. Bunu biliyorum. Özgürlük... İçine çektiğin soluğun dolaysızca gezinmesi ruhunda... Cehennemse korkularımız.. Sığınmak başkalarının yargılarına, onlara göre yaşamak. Bu trende benden başka kimse başkalarına bakmıyor. Birbirleri ile ilgilenmiyorlar. Trenin mavi koltukları arasında hava dolaşıyor, kirli sarı bir duman gibi bizi saran ahlak bulutu yok. Çocuklar gürültücü, gençler şamatacı, hatta bazan aşırı haylaz olabiliyor. Bazan gerçekten sorunlu birileri oluyor. Kendi kendine konuşan, küfreden, tehditler savuran, korkudan çok insanda keder uyandıran birileri... O noktaya nasıl iniyorlar, düşünmek istemiyorum. Toplumsal yaşamın dışında kalıyor, insan kimliğini tüketiyorlar, Oradan nasıl kurtulabilirler? Bunun bir tek reçetesi yok. Yalnızca, bir çırpıda olmayacağını biliyorum. Batmak da çıkmak da hep zaman alıyor. Kimseyi elinden tutup çekemiyorsun. Bir kerede yıkamıyorsun da. Küçük küçük pek çok vuruş bir tek büyük vuruşdan daha etkili oluyor insanı çökertmek için. Bir tek ön koşul biliyorum insan olmaya bağlanıp ondan kolayca uzaklaşmamak için. Çocukken değer görmek. Bu sevilmek demek, korunmak; oyunla, bilgiyle, neşeyle beslenmek. Yanıma oturan genç kadın bir dergi çıkardı. Aydınlık, ciddi bir yüzü var. Karşıma oturan çift trene binerkenki gibi hızla, heyecanla konuşuyorlar. Özellikle adam. İş yerinde konumunu aşan sorumlulukları ile nasıl başettiğini anlatıyor kadına. Çok hızlı konuşuyor. İşleri çok yoğun, başkalarının işlerini de yüklenmek zorunda kalıyor, bazıları tembel –kadın başını sallıyor, o da tanıyor onları- daha çok çalışmak yerine sıkışınca yalnızca yakınanlar var bir de... Adamın sorumluluklarını sevdiğini, konumunu yetersiz bulduğunu, asıl sorununsa bunu üstlerinin görmemesinin olduğunu seziyorum. Kendi iş hayatımda, bu genç adamla çalışmak istemezdim. Bu kadar hızlı, sürekli, bu kadar çok konuda konuşabilen insanlar ile üretken, uyumlu ekipler kurmak, iş çıkarmak zor. Enerjisi yüksek insanların beklentilerinin sık sık yeteneklerinden önde gittiğini gördüm. Deneyim ile bilgiyi sindirerek yetenek gelişiyor. Sindirmek herkes için uzun sürüyor. Bazıları daha yavaş ya da daha hızlı. Ama kestirmesi yok bunun. Bu sindirme sürecinin bir adı da emek olsa gerek. Herşey ama herşey emekle güzelleşiyor. Kalabalık trenlerde insan gözleme sanatı geliştirilir. kimseyi rahatsız etmeden, çaktırmadan... Dikkatini kimseye yoğunlaştırmadan bakarsın herkese. Belki camdan dışarı dalmış gibi durulur, ya da eldeki kitabın sayfasında takılı durur gözler ama bakışlar her yerde dolaşıyordur. Kalabalık bir trende, dışarısı da karanlıksa kimseye bakmamak, baktığın insanları görüp düşünmemek zordur zaten. Bu camdan yansırlar insan kardeşlerimiz o camdan da yansırlar. Saplantılı bir insan gibi tırnaklarına dikebilirsin gözlerini, günün yorgunluğu ile bir güzelce kapayıp trenin raylar üzerinde sallanışına da bırakabilirsin. En iyisi kucağında bir kitabın olmasıdır. Akıllı telefonu olan bir yolcunun böyle sıkıntıları olmuyor artık. Kulaklıklar takılı, gözleri küçük kutuya dikili, parmaklar devinim içinde. Tren istasyonlarından değil, sanal bir boyutta başka türlü bir varoluşun istasyonlarından geçiyorlar. Bunu ben de yapıyorum, fazlasıyla sık hem de. Duraklar arası zamanın nasıl da bir çırpıda geçtiğine tanığım. Kimseyi görmeden, duymadan.... Bu yanlış mı? Seçemediklerimizin arasında seçebildiklerimizden bir varoluş oluşturmak kendine... Trenden indiğimde ortalık karanlık ama bal gibi bir hava var. Kıvamı, tadı, kokusu ile... Arabama doğru sanki yürümüyor, bala bulanmış akıyorum. Önümde çantasında tenis raketi, kısa beyaz eteği, uzun, biçimli, güçlü bacakları ile genç bir kız yürüyor. Melbourne için aslında güzel bacaklı kızlar kenti denebilir ama bir de böyleleri var ki, insanı düşündürüyor. Evrimin işi olamaz bu, tanrısal bir iş olmalı. Bu nasıl özenli, nasıl ince bir işçiliktir! Niye böyle bacaklara gerek duysun evrimsel gelişim! Eğer bakanı hayran etmek için değilse... Ama bacaklara değil asıl hayranlık, o bacaklara o biçimi, gören gözlere de bu bakışı verene. İtalyan berberin, Grik bakkalın, Hintli baharatçının, ikinci el toplama eşyalar satan çok sevimli bir dükkanın -onlara ‘fırsat dükkanı’ deniyor-, Asyalı kızların çalıştığı manikürcünün önünden geçiyorum. İçerde külotları ile yerde oturan kızları görünce, direk çevresinde dans etme dersleri veren, bekleme salonu her zaman aydınlık olup kendine baktıran, ön camlarında şu iki üç karış topuklu ayakkabıların olduğu yeri geçtiğimi anlıyorum. Bu dersleri kimler alır, niye alır merak ederdim. Sanki bir erotik eğlence merkezinde çalışması gereken kadınların alması gerek diye düşünürdüm ama böyle sıradan, kendi halinde ailelerin oturduğu ortadirek bir semtte niye açılıyor? Demek ki sıradan aile kadınlarından da talep var, özellikle de genç kızlardan. İçerde gördüklerim de genellikle tombul, çok çekici olmayan kızlar... Niye bu dersleri alıyorlar eğer bu alanda çalışmayacaklarsa? Çünkü bu bir tür spormuş. Daha eğlenceli bir tür spor. Kas yapıyor, bedenin sıkılaşmasını sağlıyormuşsun. Bazı hareketler oldukça zor, çok çalışmayı gerektiriyormuş. Yorucu bir eğlence. Temel hareketlerse zor değil. Direği tutarken kalça kıvırarak yere çömelmek, kalkarken bacaklarını ellerinde dizlerinden iki yana doğru açmak, kalçaları geriye doğru uzatmak... Doğrudan baştan çıkarmaya, cinsel duyguları kabartmaya yönelik... Bir spor türü mü? Bunları topluca öğrenmek eğlendirici olabilir mi? Yıllar önce bir tanıdığım gitmişti. Bedeni ile rahat olmak, kendini cinsel anlamda çekici duyumsayabilmek, tabularından sıyrılmak için gidiyordu. Sanırım asıl amaç arzuladıkları erkekleri ayartıp yatağa atabilecek kadar rahat olmak, sonra yatakta onlardan daha çok tat alabilmek.Başarılı oluyorlar mı? Peki, bunu başarmak onları daha mutlu daha doyumlu insanlar yapıyor mu? Köşeyi dönüyorum. Beni bir andan başka bir ana taşıyan ayaklarım değil bal kıvamındaki akşam. Çitlerin üstünden sokağa uzanmış beyaz güller... Durup kokluyorum birini. İşte cennet şimdi burada. Biraz çekiliyorum, koku tüm ruhumda gezinip çıkıyor. Sonra yine yaklaşıyor içime çekiyorum kokusunu. Bir keç kere yapıyorum bunu. Başımı lacivert göğe kaldırıyorum. Mutluyum. Durabilmek, kalabalık bir andan arı bir ana düşebilmek çok güzel. Hayat hep baş döndürücü bir hızla değişecek. Onu durduramaz ama onunla akabiliriz.. Bilmediğim yapamayacağım işler, yatıştıramayacağım kavgalar, dindiremeyeceğim öfkelerin gerilimi çıkıp gidiyor ruhumdan. Yitirdiklerim, yaşlanıyor olmak, başaramadıklarım, ulaşamadıklarım acı gelmiyor... Bu dünyayı insanların birbirine kıymadığı bir dünya yapamayacağımı anlıyorum. Bazı ağaçlar yaprak döker. Bazı güller çitlerin arkasında kalır. Irmaklar yatağını onbinlerce yılda açar. Eve doğru yola koyuluyorum. Güvenle izleyerek kıvrılarak giden ırmağı.
Yorumlarersin engin
{ 18 Mayıs 2013 21:24:52 }
müthiş bir öykü bu, defalarca okudum diyebilirim. beş duyumuzla kavramamız gereken bir hayatımız olduğunu tekrar hatırlattığınız için teşekkürler. sevgi ve iyilikle...
Kevser Dogan
{ 03 Mayıs 2013 14:12:57 }
Buyuk bir zevle okudum. Klavyene saglik, hayatin cocukca bir saflikla sorgulanmasi kacimizin yapabildigi birsey ki.Yolculugun boyunca kendimi yaninda hissetim.tesekurler insanca duyarliligina saglik
Nilufer Yaman
{ 24 Nisan 2013 06:10:49 }
Çok güzel, deniz gibi bir yazı. Zevkle okudum. Eline sağlık.
nihat ziyalan
{ 24 Nisan 2013 03:15:58 }
çok şey söyleyen bir öykü. uzun süredir böyle keyifle bir şey okumadım. düşündüm sonra., neden bu? çünkü samimi, içten. kutluyorum. eline sağlık deniz.
Suat Yilmaz
{ 22 Nisan 2013 11:31:59 }
Cok guzel ve derinlikli bir anlatim.Abartisiz ;su gibi berrak bir yazi.Sindire sindire ,bir cirpida okudum.Yureginize,emeginize saglik.BASARILAR.Sevgi ile KALIN.
Diğer Sayfalar: 1.
|
| Tüm Yazarlar |
|