|
|
Yetinmezlik - Çatışkı - ModernlikKategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 02 Nisan 2013 22:37:36 Yetinmezlik, huzursuz ve gergin bir yaşama açılan kapıdır. Bu duygu, insanın olduğu haliyle kendisiyle barışık olamamasından, kendisini olduğu gibi kabul edememesinden doğar. Yetersizlik doğal gereksinimlerin karşılanamaması halidir. Herhangi bir insani gereksinimimizi karşılamaya ya da üstlendiğimiz bir sorumluluğu yerine getirmeye güç yetiremeyebiliriz; bu yetersizliktir. Yetinmezlik bundan farklı: Yetinmezlik; varolanla doyum bulamamak, hep olması gerekene odaklanmaktır.
Modern insanın çatışkısının en temel özelliği budur; hep daha fazlasını, hep daha farklı görüleni, hep daha ayrıksı olanı özlemek –istemek-. Böylece daha başlangıçta insanın içinde bölünmeler ve kargaşa oluşmaya başlıyor; çünkü herkesin gerek maddi gerekse bilgi, haber, farklı yaşam biçimlerini tanıma şansları sürekli artıyor. Daha fazlasının görüp ona erişme isteği insanda bir gerilim yaratıyor; İçinde bulunduğu duruma burun bükmesine, giderek tatminsiz ve mutsuz olmasına yol açıyor. Günümüzde tatminsizlik, anlamsızlık, insansızlık ve yaygınlaşan mutsuzluk herhangi bir ekonomik statü tanımaksızın her kesimden insanın ortak sorunsalı haline geldi. Bu olgu özellikle modern dönemin ve modern insanın tarihsel bir kaderi olarak kendini gösteriyor. Modern yaşamın iki temel bileşeni; bireyselleşme ve özgürleşmedir. Bu iki kavram sadece bir politik talep, duygusal bir özlem değil, insanın doğasından kaynaklanan, varlığında bulunan iki yaşamsal güçtür. Ancak insanın her varoluşsal yetisi gibi bunlarında kapalılıktan açıklığa, potansiyel olmaktan gerçek olmaya dönüşmesi için iki şey gereklidir: birincisi, gerekli toplumsal koşullar, ikincisi ise bireyin özgür iradesi ve inisiyatifi. Modern dönem, bireylerin kendi yaşamları hakkında kendilerinin karar vermeleri, kendi kişisel hedeflerini kendi özgür iradeleri ile belirleyip onu gerçekleştirmeleridir. Yani bireylerin kendi eylemlerinin ve yaşam ilkelerinin ne olacağını gelenekten, aidiyetten, kendi dışındaki herhangi bir otoriteden değil bizzat kendi özgür iradelerinden almaları demektir. Bireyleşme özgürlüğün temeli, oluşturucu gücüdür; özgürleşme ise bireyleşmenin sorumluluk ve risklerinin insanın kendine ait olduğunun bilincidir. Bu anlamda Özgürleşme ve Bireyleşme insanı yalnızlıkla yüzyüze getirir. Ve bu nokta “özgür” yaşamı ve düşünmeyi çokça yücelten insanı ürkütür. Çünkü özgürlük sorumluluk üstlenmektir, kendi yolunu kendi başına yürümek, yaşamla olan bağının nasıl kurulacağının kararının sende olduğunu görmektir, yalnızlaşma riskini göze olmaktır. Artık aidiyetlerle; bir ideolojiye sarılmakla, dinsel inanca sığınmakla, geleneğe bağlanmakla, ulus, soy-sop gibi toplulukların bir parçası olmakla insan kendini doyumlu ve huzurlu kılamaz. Neden? Çünkü böylesi organize, kendi içinde sistemleşmiş güçler günümüz insanının iç dünyasını doyurmaya yetmiyor. Bireyin ufku, tasarıları, kazandığı yetkinlikler, hayalleri ve yaşam biçimi sistemleşmiş düşünce kalıplarına, kurumsallaşmış yaşam modellerine sığmıyor. Aidiyete dayalı yaşamda birey ait olduğu dünyaya kendini teslim eder ve bu dünyanın ilkelerini ve otoritesini içselleştirip yapayda olsa bir bütünlük duygusu yaşayabilir. Bu durum bireye geçici bir güven, kendisini kabul edilmiş bir değer olarak görmesine yol açabilir… Modern dönem “Biz” olmaktan “Ben” olmaya geçiştir. “Biz”, bütünün hareketi ve otoritesi ile yaşarken “Ben” tek başına varlığının anlamını ve yolunu çizerek yaşanır. Özgürleşme özgün olmakla somut hale gelir; özgünlük ise bireysel yetilerin geliştirilmesi ve bunun sonuçlarına katlanmak anlamına gelir. “Ben bilinci” aynı anlama gelmek üzere “Ben ayrıyım”a inanmak demektir. Hem ayrı olduğumuzun farkına varırız, hem de bu ayrılığı güçlendirmek isteriz. “Ben ayrıyım”a inanmak yanıbaşında bir korkuyu da beraberinde getirir. Çünkü bu, bütünden ayrı olduğun zannına götürür. İnsan ne denli yetkin, “güçlü”, yetenekli, …vb. olduğunu düşünürse düşünsün varlığın sonsuz gücü karşısında bir zerreciktir. Korku bu zerreciğin sonsuz güç karşısındaki bilinçaltı tedirginliğidir. İnsan korkuda kalamaz; onu aşmanın yolunu arar. Bunun için sayılabilecek temelde üç yol vardır: Birincisi; inanca sığınmak; ikincisi, sürekli bir şeyler biriktirmek, (para, şöhret, iktidar, daha geniş çevre vb.) üçüncüsü ise; özgürleşmek. (Bu şıklar için ayrıntılı şeyler söylenebilir, ama bu yazının sınırlarını ve maksadını aşar) Ancak konuyla bağı olduğu için şunu söyleyebiliriz; modern insanın iç çatışkıdan kurtulmak için izlediği yol “daha çok biriktirmektir.” Günümüz yaşamında niceliksel uyaranlar sınırsız denecek denli yaygın. Bu durum bireylerde “özneleşme” yollarını çoğaltıyor ve güçlendiriyor. Bağımsız bir özne olduğumuz bilinci bizi kendi “ben” sınırlarımıza daha da sarılmaya, onu kutsamaya giderek dokunulmaz kılmaya götürüyor. Kendi kendini dokunulmaz kılan “ben”ler kendi kabuğuna çekilmek, diğerleriyle ilişkileri sadece gereksinimler üzerinden yürütmek zorunda kalıyor. Böylece ilişkiler insani değil beşeri bir nitelik kazanıp yüzeysel dokunuşlar, zamanı geçirmek için karşılıklı oyalayıcı uyaranlar düzeyine indirgeniyor; tatminsizlik, insansızlık, yalnızlık bir sonuç olarak yaşamın dokusuna sızıyor. Günümüz modern dönem insanının diğer önemli bir iç çatışkı kaynağı da günlük yaşamın talepleri ile kendi asli özellikleri arasındaki uyumsuzluktur. İnsanın bireyselliği ile kişiliği arasındaki karşıtlıktır. Bireysellik doğamızdır, kadim geleneğin diliyle söylersek Fıtratımız. Kişilik ise sosyal bir olgudur, toplumsal ilişki içinde biriktirip kendimize mal ettiğimiz alışkanlıklar, inançlar ve kurallar toplamı. Benliğimizin (fıtratımızın) özü barış, sevgi, anlayış, paylaşım ve dostluktur. Bunların insanın varoluşsal (fıtri) özellikleri olduğunu nerden anlıyoruz? Özgürlük ve mutluluk duyumsamasından. “İnsan özgürlüğe mahkumdur.” Özgürlüğün varoluşsal bir nitelik olduğunu insanın şu veya bu biçimde kendini gerçekleştirme eylemlerinden görürüz. Ancak tek tek her insan aynı eğilimle davrandığı için birbiriyle karşılaşırlar, yani ilişkiye girmek zorundadırlar. Her insan bir başkasının kendini gerçekleştirmesinin destekçisi de olabilir, köstekçisi de. Destek olduğunda dostluk, sevgi, anlayış ve paylaşım gerçekleşir; köstek olduğunda ise kargaşa, çatışkı, zorbalık ve yıkım. Ama yaşam akıp gitmek zorundadır, bunun içinde köstek değil karşılıklı destek olmak zorunludur. Bu söylediklerimizin göstergesi tarihin kendisidir. İster bireysel ister toplumsal, ister uluslararası düzeyde olsun yaşam karşılıklı anlayış, kabul ve dostluk yönünde, en azından bunların kazanılması doğrultusunda çabalarda kendini gösterir. Anlayış, dayanışma ve dostluk gibi kavramların yaşamda bir karşılığı olmalıdır; bu ise bir başkası için özgürleştirici eylemde bulunmaktır. Özgürleştirici eylemde bulunan insan kendini özgürleştirir. Bunun belirtisi içte hissedilen sevinç, mutluluk ve huzurdur. Bu durum bireyi “biz” içinde “ben” yapar. Sonuç olarak hırs değil tutkunun, saklanıp kapanmanın değil, gönül açıklığının; egoların sakınımları, kurnazlıkları imaj kaygısı değil, ferahlığın, açıklığın ve doğallığın etkin olduğu bireysel ilişkiler yaşanır. Doğamız özü; onun eylem ve talepleri bunlardır. Ancak bireysellik “Biz”i yok sayıp “Ben”e yoğunlaştığında kendini tecrit edilmiş, yalnız ve tedirgin halde bulur. Yalnızlık ve tedirginlik insanda kaçınılmaz olarak güvenlik kaygısına yol açıp bencilliği güçlendirir. Bencilleşen insan yalnızdır, tedirgindir, korku doludur. Bu duygular tarafından ele geçirilmiş bir bilinç hali aşırı güvenlik kaygısına kapılmaktan ve hırsın pençesine düşmekten kurtulamaz. Her şeyi kendisine uzak, her insanı kendine bir rakip, varlığına bir dayanak değil tehdit olarak görmeye başlar. Modern yaşamın modern insana sunduğu olanaklar, onun maddi refahına katkı sağlayan nimetlerdir, ama bu durum onun kendi çıkarlarının ve arzularının bir kölesi haline gelmesinin şartlarını da yaratıyor. Bu yolla insan varlığının özü, günlük yaşamın dayatmaları ve talepleri ile çatışıyor. Modern yaşamın olanaklarına karşı olmak anlamsızdır, ancak bu yaşamın bilinçlerde yansıması ve bunun bir ideolojik tutum düzeyinde güç kazanması tatminsizliklerin ve huzursuzlukların kaynağını oluşturuyor. İnsan kendi insanlık potansiyellerini ancak öteki insanlar yoluyla gerçeğe dönüştürebilir. Ama bunun için fedakarlık, feragat ve anlamlı yaşam değerlerine bağlılık gerekir. Modern yaşamın ortaya çıkardığı bireyleşmenin “bencilliğe” yoğunlaşması insanda değer yitimine yol açtı. Değeri olmayan, bir yaşama katlanmak zordur, çünkü değersizlik anlamsızlıktır. Bencilliğin olduğu yerde ise anlam yaşama alanı bulamaz. İnsan ne kadar bencilleşirse anlamsızlığın acısını, yalnızlığın ağırlığını, huzursuzluğun ağır kıvamını içinde o ölçüde yoğun duyumsar. Her dert kendine uygun dermanla giderilir. Her varlık kendi özüne uygun şeylerle beslenir; beden bedensel gıdalarla, insanlık tinsel değerlerle. Günümüz insanı anlamsızlığın, değer yitiminin, insansızlaşmanın sıkıntısını yoğun bir biçimde yaşıyor. Bu artık nerdeyse dünya ölçeğinde “global” bir sorun haline gelmeye başladı. Arayışlar da o ölçüde yoğunlaşıyor; “yoga merkezleri”, “meditasyon mekanları”, “danışmanlıklar”, “yaşam koçluğu” türünden pek çok etkinlik yapılıyor, bu kurum ve kurumsallıklarda hizmetler de (paralı) veriliyor. Bu tarz organizasyonlar ve etkinlikler insanların modern yaşamın yarattığı iç çatışkıyı aşma çabasının bir göstergesidir. Kadim bir söz vardır, “insan en yakını tarafından örtülür.” Bize en yakın olanlar ise doğrudan beden kaynaklı arzularımızdır, ve hemen yanıbaşında toplumsal bir varlık kazanma dürtüsü. İkisinin birliği bedensel hazlar peşinde koşmak ve yapay bir Ego edinmek için yeterli bir kaynaktır. İnsanın bilinci kolayca bu tuzağa düşüp gerçek arayışını sanal araçlarla giderme zannına kapılabiliyor. İnsanlığın yaratmış olduğu; meditasyon-ibadet-yoga-içe yolculuk gibi, onun kendi özüne kavuşmasının, manevi yüceliğini keşfetmesinin pratikleri dönüp dolaşıp vücudun nasıl daha sağlıklı, nasıl daha uzun yaşanırın araçlarına indirgeniyor. Elbette sağlıklı bir yaşama hizmet eden hiçbir şeye karşı çıkılamaz, ancak insanın kendi bedenini yani varlığının hayvani yanını ilahlaştırması, onun tutsağı olması, kendisinin asli varlığına uygun düşmüyor: yani aradığı anlamlılığı, huzuru, coşkulu ve mutlu yaşamı yine ıskalamış oluyor. “Her şeyde bir hayır vardır” özdeyişi burada da geçerlidir, çünkü bizzat bu pratikleri yapa yapa şu görülecektir ki; bu amaçla bu yöntemlerle insan aradığı içsel kavuşmayı, huzuru yaşam sevincini bulamayacaktır. İbni Arabi’nin yüzyıllar öncesinden dile getirdiği şu Hakikat günümüz modern dünyasının ve modern insanının halini ne de güzel ortaya koyuyor. “İNSAN HAKİKATİNDEN HABERSİZ KALINCA DOĞASIYLA İLGİLENMEYE BAŞLAR” Bu kelamı tersinden okursak anlamı değişmez: Doğasıyla (nefsaniyeti anlamında) ilgilenen insan kendi hakikatinden habersiz kalır. “İki nokta arası sanki bir varlık
YorumlarVicdan Erkır
{ 03 Eylül 2013 17:57:36 }
Çok güzel tespitler, çok güzel çözüm önerileri.
Diğer Sayfalar: 1.
|
| Tüm Yazarlar |
|