|
|
Suyu arıtmakKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 11 Ocak 2013 03:37:28 "Doğruluk egemenlik sürsün, yasalar çiğnenmesin, bilgeler yoksul diğerleri varsıl olsun, ama dürüstçe." Diye yakarırmış tapınağa girince Kapodokyalı bilge Balinus, bundan iki bin yıl önce. Hem toplum yaşamımızdan hem de birer birey olarak toplumla ilişkilerimizden çıktı gitti, çok temel, olmazsa olmaz bir erdem. Dürüstlük!
Uluslararası ilişkiler de ülkelerin içişleri de, bulanık, tiksindiren su birikintisini andırıyor. Gerek geleneksel iletişim araçları (gazete, dergi, televizyonlar) gerekse kitle iletişim araçları (facebook, twitter) ile bizlere ulaşan haberler de ışık tutmuyor olan bitene. Güvenebildiğimiz hiç bir kurum yok. Sanki birilerinin o pis suların üzerinde kayabilmesi için birer araç olmuş iletişim kaynakları. Biz, vatandaşlar, oy verenler, akıl vicdan sahipleri, o pis suya bulaşmadıysak henüz, onu görüyor, dehşete düşüyorsak, öfkemiz çaresizliğimizle taşlıyoruz onu, üzerinde yüzenleri... Sonuçta çamurun çevreye sıçramasına yol açıyoruz, ama suyu arıtamıyoruz. Suyu nasıl arıtabiliriz? Biz öfkeli, çaresiz bireyler, bulanıklığı önce içimizde yaşıyoruz. Kendi suyumuzu arıtmadan, bizi sarıp sarmalayan toplumun kirli suyunu arıtmaya nasıl kalkışabiliriz, nasıl akıl vermeyi bile düşünebiliriz başkalarına? “Cehaletin karanlığında büyür, nefret, arzu ve bağlılık asalakları.” Diye yazıyor Manevi İnsanın Kitabı’nda, Patanjali. Cehalet nedir? Cehaleti bilgisizlik olarak tanımlarız günlük yaşam içinde. Oysa bilgisiz olmaktan daha kötü durumlar var cehalete ait. Bildiğini sanmak. Bildiğinin bilinebilecek biricik doğru olduğunu düşünmek. Kendi seçtiğin bilgilerle vardığın sonuçları başkalarına dayatmak. Bilgi özümsenmediğinde gerçeği anlamaktan uzaklaştırıyor insanı. Kuru bir yük, allı pullu bir maske ya da başkalarının suratlarına her an inmeye hazır bir yumruk haline gelebiliyor. Öyleyse, birer insan olarak kendimize karşı ilk görevimiz cehaletin ne olduğunu öğrenmek, cehaletten kurtulmaya çalışmak olmalı. Hiç kimse, hiç bir şey için değil, yalnızca kendimiz için. İçimizdeki insanı yiyen, arzu, nefret, bağlılık asalaklarını yok edip, üreten, yaşayan, üretmenin hazzını yaşamanın tadını bilen insan olabilmek için. Suyu arı, erdemli insanın iç huzurunu tadmak istiyor muyuz? Cehaletten nasıl kurtulabiliriz? “Bir şeyin kendisi olduğumuzda ancak, onu gerçekten bilebiliriz.” Diyor Patanjali. Cehalet, olmadığını bilmemek, olmadığını olmuş gibi görünmek, olmaya değer vermemektir de diyebiliriz. Suyun yüz derecede kaynaması, suyu bir çanak içinde ateşe oturtup, kabarcıkların çıkışını izlememiş bir insan için de bilgidir. Ama, suyu kaynatmış insanın bildiği gibi bilmez. Anne baba olma duygusunu, anne baba olmamış bir insana anlatabiliriz. Karşılıksız, koşulsuz sevginin emekle artması, özverinin doğal bir davranış olması, ömür boyu sürecek bir sorumluluk almanın insanın yaşama bakışını değiştirmesi, çocukların bir evin şenliği olarak duyumsanması hep anne baba olmaya ait durumlar. Bunu herkese anlatabilir, ezberletip yineletebiliriz. Öğrenmiş olurlar mı? Yoksa ancak anne baba olunca mı öğrenilir anneliğin babalığın ne olduğu? Bilmek için ille de olmak gerekir mi? Bu olanaklı mı? Bunun olanaklı olmadığını görüyorum. Ama kişinin, neyi amaçlıyorsa o olduğunu ya da olmadığını bilmesinin olanaklı olduğunu da görüyorum. Bilip bilmediğinin ayırdında olmayı önemsemek, bunun için uğraşmak, cehaletten kurtulup bilgelik yolunda ter dökmek demek. Oysa, bizler, kendi toplumumuz ya da başka toplumlar, başka insanlar, başka kültürler, bilimsel görüşler, inançlar, tarihi olaylar hakkında hemencecik, en kesin bilgilerle ulaşılmış değiştirilemez doğruların biricik sözcüleri gibi, çoğu kez bağırıp çağırarak dillendiriyoruz görüşlerimizi; öfkeyle, küçümseyerek diğerlerini. Kimi zaman gerçekten de birşeyler okumuş, görmüş, duymuş oluyoruz. Ama o bilgileri nereden ne için almışız, onlardan ne sonuçlar çıkarmışız, konuştuğumuz konuda bize görüş bildirme, dahası dayatma hakkını verir mi, bunlar kuşkulu. “Düşünme eyleminin doğal eğilimi, başka yollardan varılmış bir görüşü desteklemektir.” Diye saptamış bir çoğumuzun düşünme eyleminin hangi amaca hizmet ettiğini, uzman tıp hekimi Edward de Bono. Bir gerçek var. Doğduğumuz andan beri bize dayatılan inançları, görüşleri sorgulama hakkı verilmediği gibi, bunun çoğu kez suç olarak görüldüğü bir uygarlıkça yetiştirildik. Yalnızca Türkiye’de değil. Dünyanın her ülkesinde, şu anda yaşayan her kültürde insanlar bir inancın, politik bir eğilimin ya da devletin görüşleri doğrultusunda biçimlendiriliyorlar. Hristiyan, müslüman, kapitalist, komünist, demokrat, muhafazakar… Her birinin tartışır gibi göründüğü zaman bile dokundurmayacağı bir düşünce düzeni var. Beynimiz her yandan yıkanıyor. Tartışılmaz, kesin doğruların olduğu, bunların sarsılmaması gerektiği düşüncesi içimizde yer etti. Büyüdüğümüzde, biraz kitap okuduğumuzda, azıcık sorgulama eğilimimiz de varsa, ya da kendimizi içinden çıktığımızdan bambaşka toplulukların düşünceleri ya da inançları etkisi altında bulduğumuzda, doğrularımızı değiştirebiliyoruz ama onları edinme, anlama biçimimizi, bu yeni doğrulara hayatımızın belkemiğiymiş gibi sarılma tavrımızı değiştirmiyoruz. Sonuçta, doğrularımız değil dogmalarımız oluyor Eğer gerçek bir bilim insanı, bir sanatçı ya da içten bir sanatsever değilsek, felsefenin engin dünyasının yanından bile geçmemişsek işimiz zor, çok zor. Saplanıp kalacağımız bir takım doğrular buluyoruz mutlaka. "Felsefe tüm insanları, gerçeğin serinkanlı görünümlerine götürür çünkü felsefe dünyası bir barış ülkesidir, orada insanların ruhunda kıpırdanan inceliklere açığa çıkma şansı verilir." Diyor Manly P. Hall, Tüm Çağların Gizli Öğretileri adlı kitabında. Ekliyor, “Kardeşlik duygularıyla bağlı bilgelerin düşüncenin bu güzel bahçesinde varoldukları yer gözden yitti. Yerinde, taş, çelik, duman, nefretten kurulu bir dünyada milyonlarca insan varolma savaşı verirken, aynı zamanda, bilinmeyen bir sonra doğru ilerleyen bu devasa kemikkıranı ayakta tutmaya çalışıyor.” Düşüncemiz, eylemlerimiz, dile getirdiklerimiz gerçeğe ait değilse, yani doğruluk, iyilik, güzellik taşımıyor, bilgelik yolunda insanın yoluna bir taş döşemiyorsa ne değeri vardır? Bu düşüncenin ya da eylemin ya da sözün sahibi olmakla gurur duyabilir miyiz? Dev kemikkıranın bir hizmetlisi olmakla gurur duyabilir miyiz? Cehaletten kurtulmak zor değil. Küçük bir bilinç sıçraması yapmakla başlayacak. Düşüncelerimiz, eylemlerimiz, sözlerimiz gerçeğe mi ait, bunu her insan kolaylıkla bilebilir. İçinde kin, nefret, öfke var mı? Eğer varsa, insan kardeşim bu gerçeğin bilgisi olabilir mi? İyiliğe, güzelliğe, sevgiye götürebilir mi? İçinde korku, çıkar beklentisi var mı? İyilik, güzellik, sevgi korkunun bir ürünü olabilir mi kardeşim? Yaşanmış, özümsenmiş bir bilgi mi üretiyorsun? Artık bir parçan olan bu bilgiyi gerçekten nasıl paylaşabilirsin onu yaşamamış olanlarla biliyor musun? Niçin paylaşıyorsun? Kendini mi göstermek istiyorsun, bir yere ait olduğunu, bir düşüncenin olduğunu, bir kimliğin olduğunu mu gösermek istiyorsun? Yoksa, aydınlanmaya katkı sağlamak mı istiyorsun? Bunları hepimiz herhangi bir anda kendimize sorabiliriz. Uzun bir soluk alıp serinkanlıca sorduğumuzda kendimize, o bağırıp çağıran şımarık insan susunca, iç sesimiz duyacağız. Doğru yanıtı verecektir. Suyunuz arı olsun. Yolunuz aydınlık. Kaynaklar: İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce - Mahmud Erol Kılıç - Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2010 The Yoga Sutras of Patanjali "The Book of the Spirital Man" - Charles Johnston - Project Gutenberg, 2010 Apollonius of Tyana, the Philospher - Reformer of the Fırst Century - George Robert Stowe Mead - London and Benares Theosophical Publishing Society, 1901 The Secret Teachings of All Ages - Manly P. Hall - Philosphical Research Society, 1928
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|